İrfan Okulunda Oku

ÖNSÖZ

İrfan okulunun sırrı nedir?

İrfan okulunun sırrı, tevhid sırrıdır.

Tevhid sırrını aramanın yolu, ilimdir.

Gerek maddi olsun, gerekse manevi olsun, her şey ilimle olur.
ilim ise, irfan ile kaimdir.
Gerçek ilim sahibi, aynı zamanda gerçek
irfanın da sahibidir. En güzeli de budur.
Yani ilim ve irfanın bir arada olması..

İlim, ilim bilmektir.
İlim, kendin` bilmektir.
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır ?

Dört kitabın manası
Bellidir bir Elifte
Sen Elif dersin, hoca
Manası ne demektir ?

Yunus Emre

HACI AHMET KAYHAN

devamı...

ÖNSÖZ

Ruh ve bedeni göz önüne alalım.

Beden mi ruhu işletiyor, ruh mu bedeni işletiyor?

Ruh olmasa beden ne yapar?

Beden olmasa, ruh olgunlaşmak için nereye yönelir?

Ruh için beden çok kıymetlidir. Beden için de ruh, aynı şekilde kıymetlidir. Beden ruhun bineğidir.

Bedenle ruhu bir arada işleten nedir?

Akl-ı selim (sağduyu, sağlıklı ve dengeli düşünme), kalb-i selim (temiz gönüllü)dir.

İnsanda beş duyu vardır: Görmek, işitmek, tatmak, koklamak, dokunmak.

Bu beş duyuyu insan, gene ancak akl-ı selimle anlar. Ruh ile beraber bu duygular, bir hayvanda da mevcuttur. İnsan, hayvan ve bitki aleminin üstüne, akl-ı selimle çıkar.

Cenab-ı Allah, insanı akıl ile bütün varlıklara üstün kılmıştır. Allah’ın verdiği akıl olmasa Âdemoğlu bitkiler gibi yaşar.

İnsanlar, ulvi akl-ı selimle, kalb-i selimle yeryüzüne hakim kılınmıştır. Bununla beraber, Kur’an-ı Azimüşşan’a ayet-i kerime ile, hadis-i şerif ile uyması gerekmektedir ki, bu akl-ı selime ve kalb-i selime ulaşabilsin.

Bayramdan bayrama okuduğumuz Tekbir şöyledir:

Allahu ekber, Allahu ekber

Lâ ilahe illallahu vallahu ekber,

Allahu ekber ve lillahil hamd.

Ezan-ı Muhammedi’de ve beş vakit namazda daimi olarak bu tekbire devam ediliyor. Tekbir’de 99 Esma’dan ikisi, 11 kere geçiyor.

Beş vakit namaz, toplam kırk rekat eder. Bir rekatta 6 Allahu Ekber geçiyor. 6’yı 40’a vurursak, 240 defa “Allah,” 240 defa da “Hu” demiş oluyoruz ki, toplam 480 eder. Her vakitte 99 da tesbih çekiliyor. Demek ki, yalnızca bunları sayarsak, beş vakit namazda toplam 1000’e yakın Esma zikredilmiş oluyor.

Bilindiği gibi, “Namaz, müminin miracıdır.”

• • •

Elinizdeki kitap, ayet-i kerime ile, hadis-i şerif ile birlikte bir inanç sohbetidir. Yazması bize aitse, okumanız da size aittir. Okuyana, dinleyene karşı bir kusurumuz ya da eksiğimiz varsa, affedin.

Birçok  arkadaşlarımın bu kitaba emeği geçmiştir. Kendilerine burada teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

 

Hacı Ahmet KAYHAN

Haziran 1991

devamı...

ADETULLAH (SÜNNETULLAH)

Allah`ı görmüyoruz" diyorlar. Allah`ı görmediğini söyleyen insana konuşma yeteneğini veren kimdir?

İnsan yaratılış şekline bir baksa: Evvela annesinin bünyesinde bir tek hücre idi. Bu tek hücre bir insan gibi besleniyor, canlanıyor ve ürüyor. Bir yandan, bir hücreden milyarlarca hücre meydana gelirken, Allah bunlardan organlar (uzuvlar) yaratıyor. Biyologlar buna "embriyon safhası" deyip, işi basite indirgemişler. Halbuki kemikleri, beyni, kulağı ve damarları düşününüz. Bunlar ne büyük sanat eserleri. Bu sanat eserlerinin sanatkarı olmaz mı? İşte O Allah`tır, Allah`ın yaptığı bu işlere "Adetullah" denir.

Allah`ı görmüyoruz diyen, kendisini görsün : Allah etten göz yaratmış, görüyor; etten kulak yaratmış, işitiyor... Etten burun yaratmış, koku alıyor ve etten dil yaratmış, tat alıyor. Bunlar tabiata, kendi kendine oluşa verilir mi?

Allah insanı geri zekalı yaratsaydı, ona üstün zekayı verip, ders çalışıp, sınıf geçmesini temin edecek kimdi?

Yüz sene evvel olmayan insanı dünyaya getiren, ona canlılık, hareket veren, hem vücut nizamını temin eden, hem de vücut düzeni ile kainat düzenini bütünleştiren kimdir?

Adetullah deyince akla fizik, kimya, matematik, biyoloji, astronomi, tıp gibi bilim dallarındaki kanunların, formüllerin, denklemlerin, teoremlerin bütünü de gelir.

Evet, bu kanunları koyan Allah`tır, bulan bilim adamlarıdır. Nitekim çağdaş bilimin kurucuları olan Newton, Descartes (Dekart) gibi bilim adamları, doğa yasalarınin Allah tarafından konmuş olduğunu biliyorlardı. Bilimin, bu kanunların araştırılması ve keşfi demek olduğunun bilincindeydiler. Bu kanunları koyan Allah, kanunları anlayacak beyni sadece insana vermiş. Bu bakımdan din, iman deyince akla insan gelir. insandan başka mahlukların dinle, imanla işi olmadığı gibi, bunlardan ayrılanlar da bir insanlık özelliğini yitirmiştir.

Bazı insanlar, Allah`ın koyduğu kanunlara tabiat kanunu veya doğa yasası dediklerinde bunların tabiata kendi kendisi tarafından empoze edildiğini düşünüyorlar.

Halbuki :

Tabiat, bir sanat eseridir; sanatkar olamaz.

Tabiat, bir nakıştır, nakkaş olamaz.

hükümdür, hakim olamaz. |

Tabiat Şeriat-ı Fıtrîdir (yaratılış kanunlarıdır), Sari (kanun koyucu) olamaz.

Tabiat mahluktur (yaratık). Halik (Yaratan) olamaz.

Tabiat kanundur, kudret olamaz.

 

Tabiat, yani Naturalizm, bir zamanlar Fransa`nın milli felsefeseydi, Müslüman`a din olamaz.

Tabiat ne kadar büyük olursa olsun, Allahu Ekber yanında hiç kalır. Çünkü tabiatı yaratan ve idare eden, Allah`tır.

İnsan, kainat müzesine baksın. Bu sanat eserlerini yaratan, tanzim ve tertip eden kimdir? Bu eserlerden daha mükemmelini yapacak var mı?

İnsan yeryüzü sarayına baksın: Gök, kubbe; güneş, avize; yıldızlar, kandil... Ve toprak denen şeylerden neler yaratılmış, sulardan hayat fışkırmış, kuşların sesiyle orkestra kurulmuş. Fakat "alışkanlıklar" kalın bir perde gibi bu gerçeklerin üzerini örtmüş. Böyle insan, araştıran, öğrenen, düşünen kabiliyetlerim körletmiş. Sonra sebeplere önem verilmiş: Sebzelerin topraktan yaratılması gibi... Toprağın basitliğine, elmanın güzelliğine bakınız.

Gübreden gülü yaratan, gübrenin pis kokusunu, gül kokusuna çeviren Kerim
Yaratıcı değil, mi?

Nasıl ki her yerde kanun yapanlar ve kanunları tatbikata koyanlar varsa, Adetullah da bir yasalar dizişi, bir kanunlar manzumesidir. Bu yasaları atomlardan güneş sistemlerine kadar her şeyde uygulamaya koyan da, yine Allah`tır.

Allah, sıfatlarıyla tecelli eder, herşeyi yaratır, yaşatır ve öldürür. "Allah`ı görmüyorum" diyen, kendisine hayat vereni bilmiyor demektir. Ölü ile diri arasındaki farkı görmeyen, Adetullah`ı anlayamaz.

Sünnetullah da aynı manaya gelmektedir. Bunlar, Şeriat`ın bölümleridir.

Allah, isteseydi, evreni çok başka şekilde, çok başka yasalarla yaratabilirdi; fakat böyle yaratmayı seçmiş, tercih etmiştir, işte Allah`ın sünneti (yolu) budur. Allah`ın peygamberlerine bahşettiği mucizeler ve veli kullarına lütfettiği kerametler, yani kendi adeti olan doğa yasalarını geçici bir süre için askıya almaşı, gene kulları olan biz insanlara sonsuz merhametindendir, bizim kurtuluşumuz içindir.

Adetullah`ı iyi anlayan. Rabbani faaliyeti de anlar. Allah`ın hakimiyetini de anlar. O`ndan gizli bir iş yapılamayacağım bilir, helal dairede yaşar.

Bilir ki, dünyayı yaratan Allah, ahireti de yaratmıştır. Bunun için hayatının hesabını tutar, kendi kendine muhasebeci olur.

Adetullah`a uymayan başarılı olamaz. Sebepleri ihmal edip, sadece dua edenin duası daha değişik manada kabul edilebilir. Tembel insanın: "Ya Rab, rızkımı artır" demesi gibi. Halbuki tarlasını süren, hal lisanıyla : "Ya Rezzak-ı Kerim (Cömert Rızıklandırıcı) rızkımı artır" derken, "Dolu, kuraklık gibi afetlerden de beni koru" derse dört başı mamur bir dua olur.

Gelişmiş ülkeler, Adetullah`a (tecrübe ve deneme yoluyla) uyup kalkınırken, İslam ülkeleri Adetullah`a (Sünnetullah`a) uymayıp, fiili duayı terk etmişler.

Dil ile yapılan dua da yeterli olamaz. Duanın "olabilirliği" olmalı. Sebepler tamamlanmalı (bu fiili duadır), sonra da dil ile dua yapılmalı.

Dua etmezseniz ne öneminiz var?

Neticede: Her yaratık Allah`ın bir mucizesidir, bunlara Adetullah da denebilir.
Çünkü Allah, en küçük, en önemsiz bir varlığı bile, sayısız yasalar ve hikmetlerle yaratmıştır. Önemli olan, kulun Adetullah`a dikkat etmesidir. Adetullah`a dikkat etmeyen, dünyada da başarılı olamaz.

Bütün bunlardan çıkan toplu sonuç, şudur:

Her an Allah ile olmalı, Allah`ı unutmamalı, insan olarak Allah`ın emirlerini daima yerine getirmelidir.

devamı...

DUALARIMIZ NİÇİN KABUL OLUNMUYOR?

Yüce Rabbimiz, ayet-i kerimesinde “Bana dua edin, size icabet edeyim,” Buyurmaktadır. Fakat birçok duamızın kabul edilmediği de bir gerçektir. Bunun sebebini büyük veli İbrahim Ethem Hazretleri’nden sorduklarında, şöyle cevap vermiştir:

Kalbiniz on şeyden ölmüştür:

Allah’ı tanırsınız, ama hakkını eda etmezsiniz.

Allah’ın Kitabı’nı okudunuz, ama onunla amel etmediniz.

İblis’in düşmanlığını iddia edersiniz ama, ona tâbi olursunuz.

Resulullah’ın sevgisini iddia edersiniz, ama onun izini ve sünnetini terk etmişsiniz.

Cennetin sevgisini iddia edersiniz, ama onun için amel etmezsiniz.

Ateşten korkuyoruz dersiniz, ama günahlardan çekinmiyorsunuz.

İnanırsınız ki ölüm haktır, ama ona karşı tedbir almıyorsunuz.

Başkalarının ayıpları ile meşgul olursunuz, ama kendi ayıplarınızı terk etmezsiniz.

Allah’ın verdiği rızkı yiyorsunuz, ama Allah’a şükretmezsiniz.

Ölülerinizi gömersiniz, ama onlardan ibret almazsınız.

Dualarımızın Kabulü İçin:

— Besmele ile başlayınız.

— Başlarken ve bitirirken Yüce Rabbimize hamd ü senada bulununuz.

— Resulullah’a salavat getiriniz.

— Çokça tövbe ediniz.

— Saygı, sevgi, ümit ve korku ile dua ediniz.

— Kul haklarını ödeyiniz.

— Dualarımız genel olmalı.

— Kalp katılığı olmamalı.

— Beddua etmemeliyiz.

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

Başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol.

Sehavet ve cömertlikte akarsu gibi ol.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

Tevazu ve mahviyette toprak gibi ol.

Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol.

Hz. Mevlânâ

 

 

Gerçek aşık olan kişi

İçer ağuyu nûş eder

Topuğa çıkmayan çaylar

Deniz ile savaş eder

Dağlar nice yüksek ise

Yol, onun üstünden aşar

Derviş Yunus yolsuzlara

Yol gösterir hem hoş eder

Yunus Emre

devamı...

DUA

ALLAHIM, lütfet ki gittiğimiz her yere barış götürelim; bölücü değil, bağdaştırıcı, birleştirici olabilelim. Nefret olan yere sevgi, yaralanma olan yere affedicilik, kuşku olan yere inanç, ümitsizlik olan yere ümit, karanlık olan yere aydınlık ve üzüntü olan yere sevinç saçıcı olmayı bize lütfet.

ALLAHIM, kusurları gören değil, kusurları örtenlerden; teselli arayanlardan değil, teselli edenlerden; anlayış bekleyenlerden değil, anlayış gösterenlerden; yalnız sevilmeyi isteyenlerden değil, sevenlerden olmamıza yardım et.

Yağmur gibi hiçbir şey ayırdetmeyip aktığı her yere canlılık bahşedenlerden, güneş gibi hiç bir şey ayırdetmeyip ışığıyla tüm varlıkları aydınlatanlardan, toprak gibi herşey üstüne bastığı halde hiçbir şeyini esirgemeyip nimetlerini herkese verenlerden, ve gece gibi bütün ayıpları sarıp örten, âlemin dinlenmesine imkân hazırlayanlardan olmayı bize lütfet.

Alan değil veren ellerin, affedici olduğu için affedilenlerin, Hak ile doğan, Hak ile yaşayan ve Hak ile ölenlerin ve sonsuz yaşamda yeniden doğanların safına katılmayı bizlere nasip eyle. AMİN.

ALLAHIM, Hz.Muhammed (SAV) ve onun hanedan ve yararına olan selamın, yarattıkların sayısınca, hoşnutluğun nisbetinde, arşın ağırlığınca, kelimelerin mürekkebi miktarınca olsun.

ALLAHIM Bizleri sana tevekkül edip gönül bağlayanlardan eyle. Bizler fakir kullarız, sen bizi zengin kıl. Bizler zayıflarız, sen bizi kuvvetlendir. Bizler günahkarız, sen bizi bağışla. Bizi razı olduğun din üzerine sabit kıl.

ALLAHIM, dünyada ibadet etme imkanını, günahlardan kaçma şuurunu, ahirette ise cennetini, Cemalini görmeyi ve azabından selamette kalmayı diliyorum.

Ey, her garibin sahibi, ey her yalnızın gönüldeşi, benim hem dünyada hem ahirette dert ortağım sensin.

Canımı müslüman olduğum halde al, ıslah eyle. Dert ve şikayetlerin son durağı, isteklerin gayesi de sensin.

Sen şu isteklinin gözyaşına merhamet et. Rabbim sen yegane sahip iken ben kime sığınayım.

ALLAHIM, bize, razı olduğun şeyleri yapmayı nasip et. Sana olan ibadetlerimiz ile bizleri diri eyle.

Rabbim duamı reddetme, beni kendi güç ve kuvvetime terketme, acizliğime merhamet et. Fakirlik ve perişanlığıma acı, bize lâyık olduğumuz şekilde muamele etme.

Yüzümüzü senden başkasına secde etmekten koruduğun gibi, ellerimizi de senden başkasına açmaktan koru.

ALLAHIM, Salat ve Selam (Es-selamu Aleyke eyyü en Nebiyyü) Efendimiz Hz. Muhammed’e (SAV) ve onu al ve ashabına olsun. Öyle bir salat ki bizi her türlü korku, bela ve benzeri şeylerden korusun, kurtarsın. Bizi bütün ayıp ve kusurlardan, günah ve isyanlardan temizlesin ve bütün günahlarımızın affedilmesine sebep olsun. AMİN.

ALLAHIM, azabından rızana, affına, senden yine sana sığınıyorum. Sen kendini yücelttiğin gibi ben seni yüceltemem.

ALLAHIM, Doğu ile Batıyı birbirinden uzak tuttuğun gibi beni de günahlardan uzak tut. AMİN.

ALLAHIM, sonunda küfür olmayan iman ve yakîn, dünya ve ahirette şerefini kazandıracak bir rahmet ihsan et.

ALLAHIM, bize bizimle günahlarımız arasında engel meydana getiren bir korku, cennete ulaştıracak bir itaat, dünya musibetlerini kolaylaştıracak bir inanç ver.

ALLAHIM, hayatımı her türlü hayrın artmasına, ölümümü her türlü kötülükten kurtuluşa vesile kıl.

ALLAHIM, korkmayan kalpten, kabul edilmeyen duadan, doymayan nefsten, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.

ALLAHIM, bizleri hidayette olan ve hidayete ulaştıranlardan eyle.

Erzele (boşa geçen) ömürden, cimrilikten, fakirlikten sana sığınırım.

Sana ibadet etmede, sana şükretmede, seni zikretmede bizlere yardımcı ol.

ALLAHIM sen affedicisin, affetmeyi seversin, bizleri de affet.

Ey evvelerin evveli, ey ahirlerin ahiri, ey sağlam kuvvet ve güç sahibi, ey yardım talep edenlerin rahmanı, ey merhametlilerin merhametlisi, ey semaların ve göklerin benzersiz mucidi, ey celal ve ikram sahibi, beni ateşten koru. Amin.

Ey Aziz, ey Kerim, Rahman ve Rahim olan Allahım, beni şedit azaptan kurtar.

ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYİDİNA MUHAMMEDİN VE ALA SEYİDİNA MUHAMMED VE SELLİM.

Dualarımızın kabulü için el Fatiha... Amin.

 

 

 

 

DUA

 

Yaratan Yüce Rabbimiz, Sana hamdü senalar olsun.

Allahümme salli alâ Seyyidina Muhammedin ve alâ âli Seyyidina Muhammed ve Sellim.

Bismillahirrahmanirrahim.

Allahım, salih kulların Senden ne iyilikler istemiş ise cümlesini Senden isterim. Salih kulların hangi şerlerden Sana sığınmışlarsa, ben de o şerlerin hepsinden Sana sığınırım. Ey Rabbimiz, bize dünyada iyilikler, ahirette iyilikler ver. Bizi cehennem azabından koru. Amin.

Allahım, Senden Seni sevmekliği, Seni sevenleri de sevmekliği, Senin sevgi ve muhabbetine ulaştıracak amelleri Senden dilerim, Yarabbim.

Dünya ve ahiret işlerimin cümlesini Sana teslim ettim. Hayatımda ve ölümümde Sana sığınırım Yarabbi.

Kazana razı, belâna sabırlı; nimetlerine şükredici kullarından eyle Yarabbi.

Beni nefsimin ve Seni tanımayanların eline bir an dahi bırakma Yarabbi. Amin

Ey kendi Zâtı ile kaim olup varlığı kendinden olan, hiçbir şeye muhtaç bulunmayan, Celâl ve İkrâm Sahibi Allahım!

Salâtü Selâmın, en mükemmel bilgileri kendinde toplayan, Kutb-u Rabbanî, en üstün iman kaftanının belirgin nişanesi, cömertlik ve iyiliğin menbaı, semavî himmetler sahibi, ledünnî ilimlere mazhar olan Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem’in üzerine olsun. Amin.

Varlık âlemini yüzü suyu hürmetine yarattığın ve onun sebebiyle eşyaya ruhsat verdiğin, hikmetli Celâlin ve keremli Cemâlin olan Muhammed Mahmud’a ve onun hânedan ve yârânına, gerek şeriatta, gerekse tarikatta onu takip edip kendisine dosdoğru uyanlara Salâtü Selâmın olsun. Amin.

Allahım, biz Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem ile Sana tevessül ediyoruz. Bizi, Kabe Kavseyn Ev Edna sırrına mazhar olan Habibi Ekrem’in vasıtasıyla Zat, Sıfat ve İsimlerinin ve Fiiller ve Eserlerinin hakikatine eriştir. Ta ki Senden başkasını görmeyelim, duymayalım, hissetmeyelim ve vücutta Senden başkasını bulmayalım. Amin.

Allahım, bizi, Sevgili Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhisselâtü vesselâmın Makam-ı Mahmud’unda yükselen izzet ve şerefinde gark eyle. Bizleri, O’nun Livâül Hamd diye bilinen Hamd Sancağı altında topla. Amin, yâ Muin.

Ve selâmün alel mürselin, vel hamdülilâhi rabbil âlemîn. Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Resulallah, Essalâtu vesselâmu aleyke yâ Habîballah, Essalâtu vesselâmu aleyke yâ seyyidel evvelîne vel ahirîn. Vel hamdülillâhi Rabbil âlemîn. El Fatiha.

Yaratan Yüce Rabbimiz, Sana Hamdü Senâlar olsun.

Allahümme Salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Seyyidinâ Muhammed ve sellim.

devamı...

KAZA VE KADER

İslâm dininin iman şartlarından birisi de Kaza ve Kader’e tereddütsüz iman etmektir. Kader, “ölçme, biçime koyma, şekillendirme, takdir etme, ayırma, herkese pay çıkarma” anlamındadır. İnsanın iradesi ve yaptığı işlerle ilgili olan bu konunun anlaşılmasındaki güçlük, İslâm tarihi boyunca kelâm ulemâsı ile İslâm düşünürleri arasında tartışmalara ve görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Fikir uyuşmazlıklarının sonunda Ehl-i Sünnet dışı sayılan bir takım mezhepler türemiş ve görüş farklılığı derinleşmiştir. Halbuki Allah’a ve O’nun sıfatlarına iman eden kişi Kaza ve Kader’e de iman etmiş demektir. Çünkü Cenab-ı Allah’ın İlim ve İrade sıfatı kaderi içine alırken, Tekvîn (oldurmak ve varetmek) sıfatı da kazayı içine almaktadır.

Kaza ile kader, bir anlamda aynıdır. Diğer anlamda ise kader, Allah’ın takdiri, kaza da, bu takdirin icra edilip hükmünün yerine getirilmesi demektir. Kâinatta kader, plan ve program, ölçü ve denge hâkimdir.

Ehl-i Sünnet vel Cemaat düşüncesi içinde, insan iradesinin dahil olduğu her yerde küllî bir kaderin hakim olduğuna inanırız. Kâinatta yaratılan her varlık, atomlardan galaksilere, mikro âlemden makro âleme kadar herşey Levhi Mahfuz’da tayin ve tesbit edilmiştir. Bu açıdan incelendiğinde Kaza ve Kader çok önemli bir iman şartı olduğu için, ayrıca iman şartları içinde bildirilmiş, Amentü’nün şartlarından biri olarak açıklanmıştır.

Hazreti Ömer’in Peygamber Efendimiz’den naklettiği ünlü Cibril hadisinde, Kaza ve Kader, iman esasları içinde sayılmıştır. Rivayete göre bir gün (Peygamber) Efendimiz ashabıyla otururken, insan görünümünde gelen Cebrail Aleyhisselam, Efendimize İman, İslâm, İhsan’ın ne olduğunu sormuştur. İman nedir? sorusuna Efendimiz, “İman: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın da şerrin de Allah’tan olduğuna tereddütsüz inanmaktır” buyurmuşlardır. Böylece Ashab-ı Kirâm’a imanın şartlarını ve kaderin de imanın esaslarından olduğunu açıklamışlardır.

Hadid Suresi 22. ayetinde meâlen şöyle denmektedir: “Gerek yeryüzünde ve gerek kendi nefislerinizde, herhangi bir musibet gelmemiştir ki bu bizim onu yaratmamızdan önce kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır.” Mülk, 67/12: “Görmeden Rablerinden korkanlar var ya, işte onlan için mağfiret ve büyük mükâfat vardır.” En’am, 6/69: “Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Onları ancak O bilir. O karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiç birşey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın.” Yasin, 36/12: “Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz. Ve önden gönderdiklerini, arkada bıraktıklarını yazarız. Zaten biz, herşeyi apaçık bir kütüğe kaydetmişizdir,” buyuruluyor. Ayrıca Kamer Suresi 40. ayette, Furkân Suresi 2. ayette, Meryem Suresi 21. ayette, Tövbe Suresi 51. ayette, Ta’ha Suresi 72. ayette, Rad Suresi 8. ayetlerde de, bu konularda derin uyarmalar ve emirler vardır.

Kaza ve kader konusu insanın akılla çözemediği, âciz kaldığı, tam olarak anlayıp açıklayamadığı bir konudur. İlâhî bir sır olarak kıyamete kadar kalacaktır. Resulü Ekrem Efendimiz, bu sebepten kaza ve kadere, hayır ve şerri Allah’ın yarattığına iman etmekle yetinmemizi ve tartışmaya girilmemesini emretmiştir. Ebû Hureyre ve Enes Bin Mâlik’ten nakledildiğine göre, Efendimiz kader konusunu tartışan bir topluluğu görür. Hiddet ve gazapla “Siz bununla mı memursunuz? Yoksa Ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu meselede tartıştıkları için helâk oldular. Sakın bu meseleyi münâkaşa etmeyiniz” buyurmuşlardır.

Ehl-i Sünnet’in bu konudaki görüşleri şöyle özetlenebilir: 1- Kul kendi iradese ve kararı ile yaptığı ve isteği içindeki bütün fiillerden sorumludur. 2- Allah tek yaratıcıdır. Herşeyi ve kulun fiillerini de yaratan,O’dur. Herşeyde küllî bir kader hakimdir. Mevlâna Hazretleri bu konuda şöyle diyor: “Takdir haktır, ama kulun çalışması da haktır. Ne ektin de devşirme vakti gelince onu biçmedin? Feryadımız, çaresiz ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamızda irademizin bulunduğuna senettir. Allah’ın kaza ve kaderinden yine Allah’ın kaza ve kaderine sığınırım.” “Takdir yüzünden kaybettiğin şeyler, muhakkak senden belayı giderir, bunu böylece bil,” der.

Cenab-ı Allah her türlü maddi ölçünün ve açıklamanın ötesinde geçmişi ve geleceği, bütün sebep ve neticeleri ile yaptığımız, yapacağımız her türlü davranışımızı, irademiz de dahil olmak üzere sonsuz ilmiyle görüp bildiğinder tesbit ve takdir buyuruyor. Biz de zamanı gelince irademizle onu yapıyoruz. Örneğin 365 günlük vakit cetvelinin yapılıp namaz vakitlerinin önceden dakikasına kadar hesaplanması ve zamanı gelince Hakk’ın divânına durup namazın kılınması gibi. Tekvir Suresi 27-28. âyetlerinde meâlen, “O Kur’an, âlemlere ancak bir öğüttür. Sizden istikâmet üzere olmayı dileyenler için” buyururken, hemen ardından, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” diyerek, herşeyi dileyenin de gene Allah olduğunu, ama insana da isteme, yapma hakkının verildiğini ifade etmektedir. Saffat, 37/96’da, “Allah sizi ve bütün yaptıklarınızı yaratandır” buyurularak, yaratma ve varetmenin bütünüyle Cenab-ı Allah’a ait olduğu bildirilirken, Bakara, 2/40’ta, “İnsana çalıştığından başkası yoktur. Allah yolunda mücadele edin. Cennete koşun. Allah’tan vesile isteyin. Okuyun, yazın, düşünün” buyurularak, insanın eli kolu bağlı olarak kalmaması teşvik edilmekte ve iradesini kullanması istenmektedir. Muhammed, 47/7’de, “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah’ta size yardım eder.” Rad, 13/11’de ise “Bir milletin fertleri kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez” buyurularak, irade sahibi olan insan için şartlı bir zorunluluk olduğu bildirilmektedir.

Öyleyse insanın yaptığı işlerdeki payı, iradesini ve isteğini kullanma ölçüsündedir. Cenab-ı Allah’ta yaratıp, meydana getirerek neticeye ulaştırır. İnsanın tercih edip yöneldiği yolun sonuna varma isteği kendisinindir. Ulaştıran ve sonucu yaratan ise Cenab-ı Allah’tır. Amelinin cinsine göre de öbür âlemde ceza ya da mükâfat alacak olan, kuldur. Cenab-ı Allah, sonsuz rahmetiyle ve merhameti ile bizim için çeşitli vesileler yaratarak, küçücük irademizle yapacağımız iyi davranışların karşılığında bizi cennetle müjdelemiştir. Sarsılmaz bir iman, sabır ve azimle “Lâ ilâhe illâ Allah” diyebilenin mükâfatı, “Cennetim size vacip oldu” ayeti kerimesidir.

Allah’ım, bizi Sana kulluk etmekten ırak tutma. Sırat-ı Müstakîm’den ayırma, Habib-i Ekrem’in izinden ayırma. Sünnetinden mahrum etme. Şefkatinle ve merhametinle muâmele et. Senin râzı olduğun kullarının arasına dahil et. Kulluk ikramıyla yücelttiğin ve seni dilediğin gibi metheden, vuslatını bahşettiğin kullar kervanına ulaştır. Her türlü hidayet sendendir.

Amin.

devamı...

TEVHİD SIRLARI

Hazreti Pir, Gavsül Âzam, Seyyit Sultan Abdülkâdir Geylâni Hazretleri (Allah sırrını kutsasın) Buyuruyorlar ki:

“Cenab-ı Hak cemal (yüz güzelliği, lütuf) aynasına tecelli etti, her yansımada Habib’inin yüzü göründü.”

Allahu Teala’nın önce cemal aynasına tecelli ettiği bildiriliyor. Fakat âlemlere varlık sahası olan her yansımasında, Allah’ın Sevgilisi, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem’in yüzü görünüyor.

Bunun açıklaması: Muhammed Aleyhisselam, kâinattır.

Nitekim Allah’ın Habibi, hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur, “Allah, önce benim nurumu (ışığımı) yarattı, geri kalan herşeyi de o nurdan yarattı.”

“Sübhani cemal her aynada tecelli edince, Hakk’ın bu inişinde ‘Esma’ (Allah’ın İsimleri) belirdi. Yani O’nun cemali her yansımada cilve eder olunca, Esma ile adlandırıldı ki, bunlar birer doğuş yeridir, kaynaktır.”

Bu beyite anlam verenler ne güzel örnek vermişler, vahdetin kesrette (yani birliğin çoklukta) görünüşünü ne güzel anlatmışlardır:

“Güneş, bir güneştir, fakat sonsuz bir tecelli ufkunun her noktasında mevcuttur. O noktaların her biri fark bilgisi yönünden birer doğuş yeri olduğu için, sanki cemal ışıkları çeşitlendi.”

“Bu nihayetsiz doğuş yerlerinde, niteliklerinin eserlerini meydana çıkardı. İşte eserler... Bunların Sani’i (yani bunları yaratan Sanatçı) kimdir?”

Cenab-ı Hakk’ın eserleri, Esma’sıyla belirdi de biz onları gördük. Fakat bu eserler ve vasıflar, bu Esma nedir?

Vücuduyla varolan, sıfatlarıyla çevrelenen, Esma’sı ile bilinen, fiilleriyle beliren, eserleriyle gözlenen Hak’tır:

“Bu vasıflar ve Esma, eserler, Evren’dir, Âlem’dir. İşte o Evren, aynı Zat’tır. Zira Allah, herşeyi toplayıcıdır.”

Ey hakikat yolcusu: Hazret-i Gavs’ın şu beyitindeki iddianın azameti huzurunda bir an dur, insanı nasıl tir tir titrettiğini anla...

Küllî tevhidi (tümel birlemeyi) bildiren bu mânâ, insanlığın akıl ile, mantık ile hiçbir zaman kavrayamayacağı bir mertebedir. Bu tevhid zirvesine ancak aşk ile çıkılır, zevk ile kavranır. Mânâ ehlinden Abdülkerim Ceylî Hazretleri, En Büyük Gavs’ın bu beytinde bildirdiği inceliği şöyle tefsir ediyor:

Gavs-ı Âzam, Esma ve eserlerin Kâinat, Kâinat’ın da aynı Zat olduğunu söyledikten sonra, “Allah câmi’dir (toplayıcıdır)” cümlesiyle, bunun gerçeğin ta kendisi olduğunu da ispat ediyor. Allah-u Teala’nın celal (azamet) zatıyla, cemal (güzellik) aynasına tecellisini ispat ederek, vahdette kesreti tesis ediyor. Bu şekilde Yaratan ile yaratılanı, Hâlık (Yaratıcı) ile evreni tarif ediyor.

Biz de deriz ki:

Kendi zatıyla varolan gerçek vücut, Allah’tır. Kâinat denilen olaylar dizisinin, görünen o azametin, kendi zatıyla bir varlığı yok iken mevcut oluşu, Zat hakikatine döndüğü içindir. Bu varlık şekillerinden hiçbirinin, küllî (tümel) vücutta tükenmemesi imkânsızdır. Bu nedenle Gavs-ı Âzam, “Allah câmi’dir” cümlesiyle, evrenin niçin aynı Zat olduğunu bildirmiş oluyor.

En mühim nokta:

“Aynı”, “denk”, “eşit”, “benzer”, “eş” gibi kelimelerin, hakikat dilinde, marifet lisanında ayrı ayrı anlamları vardır. Şunu iyi bil ki, bir şey diğer bir şeyin aynıdır demekle, o iki şeyin nitelik (vasıf) ve nicelik (miktar) bakımından eşitliği iddia edilmiş olmaz.

Örneğin ben, denizden bir damla su alıp bu damla, denizin aynıdır, dersem, damlanın deniz ile denk, eşit, benzer olduğunu mu iddia etmiş olurum?

Hayır. Deniz yine deniz, damla yine damladır. Yalnız ben bu sözümle şunu ispat etmiş olurum ki, damlanın deniz dışında hiçbir varlığı yoktur. Ki bu da gerçeğin ta kendisidir.

Bunun için “Âlem, aynı Zat’tır” demekle (hâşâ) ne Cenab-ı Hakk’ın âlemden ibaret olduğu ve ne de âlemin Allah olduğu iddia edilmiş olur. Allahu Teala yine Allah, âlem yine âlemdir. Yalnız âlemin, Allah’ın Zât’ından bağımsız bir varlığı yoktur.

“Varlık alanında Hak’tan başka bir şey yoktur. Her şey, Ahadiyet (birlik) zatında yokolmuştur. O’ndan başka işiten ve işitilen yoktur.”

Gavs-ı Âzam şimdi de, “Ne tarafa dönerseniz dönün, Allah’ın yüzüyle karşılaşırsınız” (feeynema tüvellü fesemme vechullah, 2/115) ayetindeki sırları vasıflandırıyor:

“Işık, karanlıklar, su, hava ve ateş unsurları ve tabiatın toplamı, O’dur.

Tesir hükmü, kaza (oluş) emri, aziz ve sultan ve mütevazi O’dur.

Söz ve anlam, akıldan belirmiş ve belirecek her şey O’dur.

Nesneleri icad eden O’dur. Nesnelerin aynı da O’dur.

Her şeyin zâtı O olduğu gibi, onların herbirini diğerinden ayrı bir hal içinde bulunduran da O’dur.

O’nun güneşinin ışığı, ‘halk’ adını alan yıldızlardan yüz gösterir. Ne var ki güneş daima doğmuş olduğu ve asla batmadığı halde, yıldızların hükmü ebediyyen kalıcı değildir.”

Hazreti Gavs’ın şimdi gelen beyitleri, tevhidin bütün sırlarını ve tasavvufu kapsıyor:

“Sanki nefsin, zatından bir parça ayrıldığında kâinat ortaya çıktı. Ancak bu, ne senden kesin bir şekilde ayrıdır, ne de kesinlikle sana bitişik, yapışıktır.”

Görülüyor ki bu yüce söz, öyle akıl ile, mantık sanatı ile erişilmesi mümkün olmayan bir gerçektir. Burada zıtların birliği sırrı vardır. Yani, aynı anda kavuşma ve ayrılığı var görme, fakat her iki tecellinin farkını da kaybetmemek. Bu müşahede (idrak, algı) ve rahmet derecesi, mânevî olgunlukların amacıdır.

“Halk, kar gibidir. Sen ise o karı meydana getiren, o karda vücud olan su demeksin. Fakat kar eridi mi hükmü kalkar, suyun hükmü tecelli eder. Bu ise beklenmedik bir durumdur.

Halk, kar gibidir. Yani, bütün yaratıklar, belirdikleri bedenlerde vekillerdir. Ancak, kara benzerler. Bağımsız vücudları yoktur. Zira, karın vücudu suyun vücududur. Sen ise o karı meydana getiren, o karda vücud olan su demeksin.”

Hazreti Gavs-ı Âzam’ın, Hak ile halkı tevhid etmekle (birlemekle) beraber tefrik eden (ayıran) bu örnekleri o kadar açıktır ki, ârifler için buna hayran olmamak elde değildir.

Şimdi dikkat edilsin:

Şekilde beliren kar, su değildir. Yani kar ve su, dış hükümler açısından birbirlerine aykırıdırlar. Zira su ile temizlik olur, kar ile olmaz. Hatta, kardan gayrı su bulunmaz ve karı eritecek bir şey de bulunmazsa teyemmüm caizdir. Karın vücudu teyemmüme engel değildir. Aslında ve gerçekte ise kar, suyun gayrı değildir. Kar ve su aynı şeydir.

Kısacası: Kar, suyun beliriş yeri ve şekli olduğu gibi, halk da Hakk’ın beliriş yeri ve cilvesidir. Her biçimde tecelli ettiğinden, bu cilvelere ‘halk’ adı verilmiştir. Artık ona Hak denilmez. Zira varlık, yokluğa bağlanamaz. Gerçek varlık ise, ancak Hakk’a aittir.

“Fakat karın erimesiyle, hükmü kalkar. Yani kar eriyince, namı ve hükmü olan temizlik yokluğu ve teyemmüme engel oluş durumu ortadan kalkar. Suyun namı ve hükmü olan temizlik gerçekleşir. Çünkü suyun hükmü tecelli etmiştir.”

Aynı şekilde irfan yolunda yürüyenlere, tevhidi zevk edinenlere, Cenab-ı Hak şöyle tenbih buyurur:

“Ben insanı ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (51/56).

Tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat, Hakk’ı tevhid etmektir (birlemektir). Hak zatı müşahede edilince, her şeyden Hak belirir. Bu terbiye ve hal ile tevhid olmaksızın, halka Hak demek, küfür olur. Zira henüz halkın vücudu görülmektedir. Nazarında halkın vücudu var iken de ona Hak demek, soyut küfürdür. Bu davanın, Firavun’un “Ben sizin en âlâ Rabbinizim” (79/24) davasından bir farkı yoktur.

Bir de ‘hazreti ruh’ ve ‘kurbu feraiz’ (farzların yaklaştırması) denilen bir makam vardır ki, orada "“nel Hak"”(Ben Hakk’ım) demek caiz olur. Fakat bu sırrı ifşa caiz değildir.

Hallacı Mansur’un bu sırrı saklamaya sabrı kalmadı da, “Enel Hak” sırrını açıkladı. O zaman Mansur, kendi katline dua etti.

Onun için Allah’ın evliyası, bundan Allah’a sığınırlar. Zira bu sırrı açığa vuranın cezası, şeklen yok olmaktır ve o, huzurdan uzaklaştırılır.

Zıtlar, yani her biri bir tecelliye mazhar olan sayısız fiiller (eylemler), sıfatlar (nitelikler) ve özellikler Vahid’den (Bir’den) toplandı ve ondan meydana çıkıp yayıldı. O, yani Tek, onlardan cilve yüzünü gösterdi.

Bu makama “Hazreti Cemül Cem” denir. Bu makamda sıfatların, Hak zatı ile ayakta durduğu gözlenir. Yani bütün zıtlar, hiç biri diğerine benzemeyen hareket ve özelliklerin toplamı, ancak Tek Zat’ın ayakta duruşu ile var olup, taraflarında zıtlık belirir. Örneğin: Evvel (Önce), Âhir (Sonra), Zâhir (Dış), Bâtın (İç), Muti (Uyan), Mâni (Engel olan), Gafur (Acıyan), Müntakim (İntikam alan) ve diğer Esma (İsimler) ve Sıfatlar, Tek Zat olan Hak Teala’nın cilvelerinin sıfatlarıdır. Görünen fiillerin hepsi, Hak zatından belirdiler. Bununla beraber, taraflarında zıtlık vardır.

Keza su, ateş, taş, ağaç, hayvan ve diğerleri, gerek Sıfat, gerek Ef’al (fiiller), gerek anlam ve gerekse şekil bakımından, yukarıda söylediğimiz gibi Hak zatı ile belirirler; bağımsız vücudları yoktur. Hepsi Hak zatına döner, yani fâni (sonlu) ve bâtın (içsel) olur.O belirenlerde dış ve iç olarak, Hak zatından başka bir şey yoktur.

Şöyle bir örnek verelim:

Aynaya baktığımız vakit, aynanın yüzeyi görünmez olur, aynaya bakanın şekli belirir. Ne oldu ayna yüzeyi? Sende ve seninle belirdi...

İşte bundan ötesini anlatmak için, dile izin verilmemiştir. Harfi yoktur, sözü yoktur, kelimesi yoktur. Onun için sakın varlığa, hakaret nazarı ile bakma.

Hazreti Gavs buyururlar ki:

“Âlemde çirkin görme. Zira çirkin gördüğün, çirkinlik değil, O eşsiz cemalin, O benzersiz güzelliğin mükemmelliğini bildirmek için bir güzelliktir.

Şekil yüzünden, bir şey sebebiyle O’ndan perdelenme. Yani hiçbir şey, sana karşı Hakk’a perde olmasın.Zira her görüş perdesinin arkasında, ışık parıldar.”

Şimdi de Gavs-ı Âzam Hazretleri, İnsan-ı Kâmil’in gerçeğini açıklıyor:

“Hakk’ın Âdem’i kendi sureti üzerine yarattığına dair olan açıklama, sana yeter. Onun bu biçimle en yüksek mazhariyete (beliriş yeri olmaya) kavuştuğunu bilmen için sana yetişir.

Eğer Âdem’in yüzü, zat ışıklarının aynası olmasaydı, hiç melekler ona alçakgönüllükle secde ederler miydi?”

Hazreti Gavs bu güzel sözleri ile, meleklerin Âdem’e yaptıkları secdenin, gerçekte Hakk’a döndüğünü bildiriyor. Perde sahipleri, yani işin sadece dış şeklini görenler, secde olayını Allahu Teala’dan gelen emre indirgeyerek açıklama yoluna gittikleri halde, o yüce zat, bu secdenin Hakk’ın aynı olan Âdem’in mazhariyeti olduğunu açığa vurarak gerçeği anlatıyor.

“Eğer İblis’in gözleri Âdem’in gerçek yüzünü, yani Âdem’in yüzünde cilveleşen sırları ve güzellikleri görebilseydi, isyan etmez, yalnız itaatte kalırdı.”

Hazreti Gavs’ın bu hikmetli sözleri şöyle tefsir edilmiştir:

İblis’in İblis olmadan önceki ismi, Azazil’dir. Azazil, Allahu Teala’yı sıfatsızlık, yani mutlak görünmezliği içinde, hiçbir zaman inkâr etmiyordu. Tersine, Bir olan Zat’ı onaylıyor ve daima ibadet ediyordu. Fakat bu kadar ibadetine rağmen, irfan açısından gizli şirkte kalmıştı. Onun için Âdem’in Hak’tan gelen mazhariyetini, yani tevhid (birleme) mazhariyetinin cilvesini göremedi. O sandı ki Cenab-ı Hak, zatından gayrısına secde etmeyi emrediyor. İşte bu bilgi fakirliği, Azazil’de nefsani kibirin isyan ve ihtilâlini doğurdu. Âdem’i rakip bildi. Bilmedi ki, rakip gördüğü Âdem değil, bizzat Hak idi. Ve bu cehaleti yüzünden birlik zevkinden ebediyen uzak kaldı.

Yine, Hazreti Gavs’ın bu güzel sözlerinin zevkini anlatan ârif bir zat der ki:

—Ben bir Hazreti İnsan (İnsan-ı Kâmil) ile dostluk peydah etmiştim. Sohbetinden feyz alır, aydınlanırdım. Bir gün bu konu açıldı. Âdem dedikçe gönlüm bir Âdem murad ettiğinden, o yüce zat şöyle buyurdu: “Bir gün Hazreti Musa, yakarış halinde, acaba benden başka Allah’la konuşan (Kelimullah) var mıdır, diye düşünüyordu. Birdenbire gözünden perdeler kaldırıldı ve sayısız Sina dağlarından sayısız Musa’nın ‘Rabbim, seni göreyim’ (Rabbi erini, 7/143) yakarışı ile dua ettiğini gördü.”

O Hazreti İnsan bu irşâdı ile âlemlerin ve insandaki tecellilerin sayısız olduğunu ben âcize anlatmış oluyordu.

Yine bu konuyu düşündüğüm bir zamanda, Allahu Teala’nın meleklere ne şekilde hitap ettiğini kendi kendime sormuştum. Bu hitap, bir dış hitap olamazdı; böyle bir fikir, ilâhi marifetten gafil olmaya işaret eder. Keza, dinleyenlerin vicdanında ilham ve doğuşlar şeklinde de olamazdı. Çünkü o takdirde İblis’in inkârı mümkün olamayacağı gibi, meleklere de yaratılış özelliklerinden fazla bir yetenek atfedilmiş olurdu.

Demek ki hitap, Âdem’in dili aracılığyla oldu. Fakat İblis bu işin farkına varamadı, inkârı da bundan ileri geldi.

Onun için insan, Âdem’in mazhar olduğu o büyük tecellileri, yani peygamberlik ve velilik gibi olgunlukları, onun mânevi mazhariyetini inkâr ederek İblis’in durumuna düşmemelidir. İblis’i yoldan çıkaran, karmakarışık durumdaki akıl kaydını atmalıdır. Zira öyle akıl, insanı hidayet cennetinden çok, gaflet cehennemine götürür.

“Şimdi, eğer sen tavazu sahibi isen, yabancı kaydını adil bir tenzih ile gönlünden çıkar, Tevhid denizine dal.

Mutlak tenzihten sakın. Zira mutlak tenzih seni bağlar da gerçeğe kavuşmana engel olur.

Mutlak teşbihten de kaçın. Zira mutlak teşbih de seni aldatır, hakikatten uzaklaştırır.

O’nun Cemâlinin güzelliğini tenzih etme sırasında, tenzih yap. Fakat teşbih yaparken, gerçeğinin idrakine engel olan şeylerden O’nu tenzih eyle.”

Tenzih, Allah’ın hiçbir şeye benzersizliğini vurgulamak, O’nu herşeyden tenzih etmektir. Örnekler: Allah sonsuzdur, sınırsızdır, ölümsüzdür... gibi.

Teşbih, Allah’ı yarattığı özelliklerden bazılarına benzeterek anlamaya çalışmaktır.

Örnekler: Allah irade sahibidir, görür, duyar, bilir.

Fakat tenzih ya da teşbihte fazla ileri gitmek, insanı yoldan çıkarır. İslâm, tenzih ve teşbihin kararı, ortası olan Tevhid’dir.

Tevhid ilkesi, ilk kısmında tenzih, ikinci kısmında ise teşbih gösteren şu ayet-i kerimede özetlenmiştir:

“Hiçbir şey O’nun misli, benzeri değildir. O, Duyucu’dur, Bilici’dir” (Leyseke mislihi şeyün ve Huves Semiül Alim, 42/11).

Birlik (vahdaniyet) ve ilahlık (ulûhiyet) hakkında İslâm inancının bundan ibaret olduğu buyurulmuştur.

İşte Hazreti Gavs’ın yukarıdaki sözü de bu ayetin irfanlı bir açıklamasıdır.

“Hakk’ın güzelliğini görmekle, Zat’tan perdelenme ve gafil olma. Zira Zat, yani Zat aynası sensin. Çünkü Sübhâni tecellilerin tamamına mazhar olan sensin. Sıfatları ve fiilleri zatında toplayan sensin.”

Hazreti Pir’in bu büyük sözünü bildiren bir zat, bu sözdeki anlamın her insanın havsalasına, idrakine sığmayacağını söylüyor ve diyor ki: “Bu, tevhidin öyle bir zevki, öyle bir mertebesidir ki, sözü taklit ederek konuşma ile hiçbir şey anlatılamaz. Bu, görmeye bağlı olan bir durumdur. Gerçeklerin amacı da budur.”

İşte bu şifre ve işaretle Hazreti Gavs-ı Âzam da buyuruyor ki:

“Tevhidin bu halinde, şu kısmında delil isteme... Zira anlatılan bu olaylar, akıl kitabının ötesindedir.”

devamı...

AH EDEB

(Ey İnsanoğlu! Allah’ı sevmek, Allah’a gitmek istiyorsan,

maddi ve manevi her işinde edeb ile gir, irfan ile çıkmaya çalış.)

 

- Beni Rabbim edeblendirdi. Ve ne güzel edebledi.

- Âdemoğlunun edebden nasibi yoksa insan değildir.

- İnsanla hayvan arasındaki fark, edebdir.

- Edeble süslenmeyen akıl, silahsız kahramandır.

- Edeb: Aklın dıştan görünüşüdür.

- Edeb: Eline, diline ve beline sahip olmaktır.

- Edeble varan, lütufla döner.

- Edeblerin anası, az konuşmaktır.

- Edeb, evliyaullahın delilidir. Allah’a kavuşma sebebidir.

- Edeb olmadıkça asalet düzelmez.

- Edeb, şeytanı öldüren bir silahtır.

- Edeb, en hayırlı sanattır. Hakk’a giden yolun azığıdır.

- Edeb, her şeyin başıdır. Tasavvufun tamamı, edebdir.

- Edeb, olgunlaşmanın ilk şartıdır.

- Edebi terk eden, arif değildir.

- Edebi berk et! Her şeyi terk et!

- Edebden mahrum olanlar, Hak dergahından kovulurlar.

- Edebi olmayanın güvenilir ilmi yoktur.

- Emir, edebin üstündedir.

- Hakikat’tan maksat, ancak edebdir.

- Hakiki edeb, nefsi terketmektir.

- Ayıplarınızı edeble örtünüz.

- Hakiki güzellik; ilim ve edeb güzelliğidir.

- İnsanın ziyneti, edebin tamamıdır.

- Babası ölen değil, ilim ve edebi olmayan yetimdir.

- Evladına edeb öğretmeyen, düşmanlarını sevindirir.

- Ruhen yükselmek, ancak edeble mümkündür.

- Akıllı, edebi edebsizden öğrenir.

- İlim şerefi ve edeble Âdem, melekten üstün oldu.

- Şeytan Allah’ın huzurundan, edebi terkettiği için kovulmuştur.

- Edeb dışı hareketler, feyzi keser. Ve sahibini sultanın gönlünden uzaklaştırır.

- Sohbet bir cesettir. Edeb ise, o cesedin ruhudur.

- İmanın hakikatına ermek için, yakın bilgi; yakın bilgi için, ihlâslı amel; ihlâslı amel için, farzları eda; farzları eda için, sünneti tatbik; sünneti tatbik etmek için de, edebi korumak lazımdır.

- Edeb; insanı her türlü hatadan koruyan bilgi ve prensiplere sahip olmaktır.

- Sofilerin terbiye etmediği kimse, edebin hakikatini anlayamaz.

- Her şey çoğaldıkça ucuzlar. Fakat edeb çoğaldıkça, değeri artar.

- Edeb; kendisinden yükseğini çok görmemek, kendisinden aşağısını da hor görmemektir.

- Üstadının edebi ile edeblenmeyen, sünnet ve hadisle edeblenemez. Sünnet ve hadisle edeblenemeyen de ayet ve Kur’an’la edeblenemez.

- Üstadının meclisine edeble girenler, ondan nihayetsiz feyizlere erişirler.

- Üstadına edeble hizmet edenler, ondan Arş derecesinde mertebeye kavuşurlar.

- Şeyhlerin edebi ile edeblenmedikçe, şeyhlerden nasip almak mümkün değildir.

- Edeb güzelliği, kişiyi nesebe muhtaç etmez.

- Edeb, insanı kalbden sevdirir.

- Edeb, insanı utanılacak şeylerden koruyan melekedir.

- Edeb, sünnet-i Resulullah’a uygun hareket etmektir.

- Edebden daha üstün şeref yoktur.

- Edeb kaidelerinin en alt derecesi, bir kimsenin, cehaletini sezdiği yerde durup, onu gidermesidir.

- İlim elde etmek isteyen, edebli olsun.

- İyi amel sahibi olmak isteyen, edebli bir şekilde ilim sahibi olmaya baksın.

- Muhabbet ehli, sevgi işinde iyi niyete sahip oldukça, edebleri artmaya başlar.

- Edeb; nefsi gerektiği şekilde terbiye etmek ve güzel ahlâk ile süslemektir.

- Edeb, insanın mutlak bir fazilet kaynağıdır. Cennetteki makamllara, amel ve edeble ulaşılır.

- Edebin dostları: hayâ, samimiyet, teslimiyet, muhabbet, niyet, itaat, gayret, sohbet ve hizmettir.

 

İlim meclisinde aradım, kıldım taleb,

İlim en geridedir, illa edeb, illâ edeb.

 

Setreder ayıbını insanın hep:

Ne güzel elbiseymiş esvab-ı edeb.

 

Ehil diller arasında aradım, kıldım taleb,

Her hüner makbûl imiş; illâ edeb, illa edeb.

 

Edeb bir tac imiş nûru Hüda’dan

Giy ol tacı, emin ol her belâdan.

devamı...

RESULLULAH`TAN BEDEVİYE CEVAPLAR

Enes îbni Malik`ten rivayet edilmiştir :

Bir gün Resullullah camide otururken bir müslüman bedevi gelir ve selam verir.

Resullulah (S.A.V.) :

"Nereden gelirsin?" der.

Yabancı : "Uzaktan geliyorum. Cevap aradığım sorularım var, onları öğrenmek
istiyorum," der.

Efendimiz yabancıya sorularım sormasını emir buyururlar ve soruları cevaplarlar.

 

1. Ben insanların en akıllısı olmak istiyorum. Ne yapayım?

— Allah`tan kork.

2. Allah`ın yanında en sadık kul olmak istiyorum. Ne yapayım?

— Gece gündüz Kur`an oku.

3. Gönlümün her zaman aydın olmasını nasıl sağlarım?

— Ölümü unutma.

4. Düşmandan zarar gelmesine nasıl engel olurum?

— Allah`a tevekkül et.

5. Her zaman Hak`kın yolunda olmak istiyorum.

— Allah rızası için halka iyilik yap.

6. Halkın gözünde küçülmemek için ne yapayım?

— Nefsine hakim ol.

7. Ömrümün uzun olmasını istiyorum.

— Allah`a hamdet.

8. Gelirimi, kazancımı nasıl artırabilirim?

— Her zaman abdestli ol.

9. Cehennemin ateşinden nasıl konmayım?

— Diline, gözüne, eline, beline hakim ol.

10. Günahlarımdan nasıl arınabilirim?

— Allah yolunda tövbe et ve ağla.

11. Ağır bir insan olmak istiyorum.

— Kimseden hiçbir şey isteme.

12. İffet perdemin yırtılmaması için ne yapayım?

— Kimsenin ayıbım ortaya koyma.

13. Öldükten sonra kabrimin dar gelmemesi için ne yapayım?

— Devamlı Tebareke suresini oku.

14. Zengin olmanın yolu nasıldır?

— Müzemmil suresini her akşam oku.

15. Kıyamet korkusunu nasıl atayım?

— Yemekten ve uykudan önce Allah`ı zikret.

16. Namaz kılarken Allah`ın huzurunda olmak için ne yapmalıyım?

— Abdest almaya titizlik göster ve dikkatli abdest al.

devamı...

NİYAZİ MISRİ DİVANI

Niyazi Mısrî’nin aşağıdaki şiirleri, elden geldiğince sadeleştirilmiştir. Ayrıca açıklayıcı notlar eklenmiştir.

Niyazi Hazretlerinin ele aldığı konular zaten yeterince ağırdır. Bu yetmiyormuş gibi, bir de dil sorunu bunun üstüne binmektedir. Üstad Osmanlıca’yı harika bir şekilde kullanmaktadır, fakat günümüzde onun dilini anlayacak babayiğit çok azdır.

Bunun için biz, aşağıdaki şekilde bir sadeleştirme yaptık. Kafiyeleri ve vezni bozmamaya çalıştık, bunun dışında ise mümkün mertebe Türkçe sözcükler kullandık. Elde edilen sonucun, Niyazi Hazretlerinin eşsiz şiirleriyle boy ölçüşemeyeceği açıktır. Tek tesellimiz, bu büyük ustayı belki biraz daha kolay anlaşılabilir bir hale getirmiş olmaktır.

 

Kâinat zuhurunun mâdenisin ya Resulallah

“Gizli Hazine” remzinin mahzenisin ya Resulallah (Belirişinin kaynağısın sembolüsün)

 

İnsan denen bu âlem ki senin şekil ve şahsındır

Kimliğinle sınırlı değilsin ya Resulallah

 

Vücûdun bütün varlıkları nasıl topladı ise

İlmin dahi kapsar oldu hepsini ya Resulallah

 

Senin dehânın kaynağı ledünnî sırlar ilmidir

Hakikat ilminin sen mahremisin ya Resulallah (Gerçek)

 

Ne ki geldi cihâna hem dahi her ki gelecektir

İçinde hepsinin en başısın ya Resulallah

 

Cihân bâğında insan bir ağaçtır gayrılar yaprak

Nebîler meyvedir sen zübdesisin ya Resulallah (En seçkinisin)

 

Şefaat etmesen varlık Niyazî’yi yok ederdi

Vücûdu yarasının merhemisin ya Resulallah.

 

*“Ben bir gizli hazine idim, bilinmek istedim. Kendimden kendime muhabbet ederek, sevgiyle bu evreni yarattım” Kudsî Hadis.

**”Allah önce benim nurumu yarattı, benim nurumdan da kainatı yarattı” Hadis-i Şerif.

 

Hak zatında mahrem-i irfân olan anlar bizi (Bilgeliğe mahrem)

Sır ilminde bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi (Sınırsız deniz)

 

Bu ölüm güllüğüne bülbül olanlar anlamaz

Kalıcı yüz hüsnüne hayrân olan anlar bizi (Güzelliğine)

 

Dünya ve ahireti tamir etmekten geçmişiz

Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi

 

Biz şu abdâlız bıraktık omzumuzdan şalımız

Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi

 

Kahrı lûtfu aynı şey bilmeyen çekti azab

O azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi

 

Ey zâhid, ayık dururken anlamazsın sen bizi

Saf yudumu içip de mestan olan anlar bizi

Ey Niyazî, damlamızı deryâya saldık bugün (Deniz)

Damla nice anlasın ummân olan anlar bizi (Nasıl)

 

Halkı bırakıp lâ-mekân ilinde yer tutalı (Uzaysızlık, uzayın ötesi)

Ey Mısrî şu cânlara cânân olan anlar bizi.

 

Yâr yüzü şarabıyla sekrân olan anlar bizi (Sevgili/ sarhoş)

Damlasını deniz edip ummân olan anlar bizi (Okyonus)

Câhil anlamaz zü’l irfân olan anlar bizi (Tepeden tırnağa)

Sırlara vâkıf olup hayrân olan anlar bizi

Anlamaz hayyâl olan hayran olan anlar bizi (Hileci)

 

Halkın artık eksiğine sözümüz yoktur bizim

Kimseyi kınamaya hiç dilimiz yoktur bizim

Lâ-mekândan gelmişiz biz ilimiz yoktur bizim

Bu ölüm güllüğüne hiç meylimiz yoktur bizim

Her seher bülbül gibi nâlân olan anlar bizi

 

Yare kavuşma sırrını yol azanlara açılmayız

Biz gerçek güneşiyiz revzenlere açılmayız (Güvenilmezlere)

Seçkinlerin sırlarını hünsalara açılmayız (Ortada kalmışlara)

Dışı dindar görünen reh-zenlere açılmazız ( Yol kesenlere)

Açılıp güller gibi handân olan anlar bizi (Gülen)

 

Sanmayın zâhid gibi korku, ümit abdâlıyız

Geçmişiz ondan yüz nuru meclisi abdâlıyız

Lâhut iklimi tekkesinde bekâ abdâlıyız (Yücelikler/kalıcılık)

Baş açık yalın ayak fenâ yolu abdâlıyız (Yok oluş)

Kaldırıp ten cübbesin üryân olan anlar bizi (Herşeyden soyunup soyutlanan)

 

Ey Mısrî fenâ şehrine uğradı yolum bugün

Yâr yüzü güneşiyle dolunaydı ayım bugün

Kuluna rahmet edip kıldı nazar şâhım bugün (Yüzüme baktı)

“Allah ile”* sırrına sırdaştır İbrâhim bugün

O vahdet sarâyına mihmân olan anlar bizi (Birlik /misafir)

 

*Allah ile benim öyle bir vaktim vardır ki, aramıza ne bir peygamber, ne bir melek, ne de başka bir şey girebilir”

Hadis-i Şerif.

 

 

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı

Ben beni terk eyledim bildim ki agyâr kalmadı (Yabancı)

 

Her şeyde görürdüm diken var gül bahçesi yok

Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı (Diken)

 

Gece gündüz ağlayıp feryad edip inlerdi dil (Gönül)

Bilmem ne oldu kesildi âh ile zâr kalmadı (ağlayış)

 

Gitti kesret geldi vahdet yalnız kaldık dost ile

Hep Hak oldu bütün âlem şehir pazar kalmadı

 

Hak ilminde bu evran bir kitap imiş ancak

O kitapta bu insan bir nokta imiş ancak

 

O noktada gizlidir nice bin deryâ

Bu âlem o denizden bir damla imiş ancak

 

İnsanlığını her kim bulduysa odur insan

Yoksa görünen şekil bir gölge imiş ancak

 

Bu zevki ister herkes bulmaz ama her nâkes (Noksan)

İnsan içre ona eren bir fırka imiş ancak (Bölük)

 

Kim o deme buldu yol kavuştu Niyazî ol

“Kurtulmuş” denen fırka bu zümre imiş ancak (Fırkai Naciye)

 

Ey zahid, şekil gözetme, içeri gir, cana bak

Yüzü üzre gör ne yazmış defter-i Rahman’a bak

 

Güzel Kur’an’ında yazmış “Kul huvallah” âyeti (“De ki: O Allah birdir.” 112:1)

Eğer inanmazsan geri git mekteb-i irfâna bak

 

Gözünü gösterdikçe âşıkın cânın alır

Dudakların açtıkça cân üfleyen cânâna bak

 

Saçının her bir telinde bağlı bin Mecnûn’u gör

Kaşının gecesindeki yüz bin meh-i tâbâna bak (Parlayan aya)

 

Yanağı ateşiyle yanmış kararmış çehresi

Harf giysisinden soyunan nokta-i üryâna bak (Şekillerden/çıplak noktaya)

 

Kapı eşiği kulları bu cihânın şahları

Kapısında pâdişâhlar kul olan sultâna bak

 

Evren güzelliğinin şerhinde olmuş bir kitâb

Metnin istersen Niyazî sûret-i insâna bak.

 

Arifin mutlak sözünü tutmaya irfan gerek (Bilgelik)

Muğlaktır bu sır gönülde zevk ile vicdân gerek

 

Bir hazînedir tasavvuf sahip olmaz her cimri

Bulmak için onu iki âlemde sultân gerek

 

“Eşşiz inci” kaynağını evrende bulmak isteyen (Hz. Muhammed)

Bulmaz anu nehir içinde bahr-i bî-pâyân gerek (Sınırsız deniz)

 

Mârifet dâvası süren iddiaci bilmez mi ki

Dildeki dâvaya elde delil ve bürhân gerek (Kanıt)

 

Ârif halkı başına üşüştürmek istemez

Gönlü bütün halk içinde hâk ile yeksân gerek (Yerle bir)

 

Kibir, ucub illetinden kurtulup sağ olmaya (Kendini beğenmişlik hastalığından)

Bil hekimin mânâda senin şeyhin Lokman gerek

 

Mârifet hazinesin şöhret sahibi bulamaz

Varlığın’ şehri senin baştan başa vîran gerek (Harap)

 

Ölmeden evvel ölüp kabre girip haşre çıkıp (Toplanışa)

Malikü’l-Mülk’ün gözleminde gönül hayrân gerek (Allah’ın)

 

Nefs cehennemin şeriat Sıratı’yla burda geçip

Kalb evi hep hûri gılmân ravza-i rıdvân gerek (Cennet bahçesi)

 

Söyleyip işittiği hem de görüp fikrettiği

Sır arşını kaplamış Hazret-i Rahman gerek

 

Her ne zaman papağanları konuşturursa O

Lezzetinden papağan sözlerine iman gerek

 

Kâh sessiz olup dilinden kimse alamaz cevap

Kâh açılıp sevinçle güller gibi hândan gerek

 

Kâh dostluk, kâh korku kâh görme kâh cemâl

Kâh ayıklık kâh mahv kâh vücûd kâh cân gerek (Yok olmak)

 

Terkedip tüm kayıtları erişir Mutlak’a o

Mutlak’a eren gönül içi onun ummân gerek

 

Aradan kaldırıp tüm göreli şeyleri hemen

Hak vücûdu apaçık ve gayrısı pinhân gerek (Gizli)

 

Çünkü arıdır izâfetten bedeni güzelin (Göreceli şeylerden)

Külli zevki isteyen âşık dahi üryan gerek (Tümel)

 

Ey Mısrî izâfâtı terk etmeye lâyık olan

Kâmiller içre bile binde bir insân gerek.

 

Derviş olan âşık gerek yolunda hem sâdık gerek

Bağrı onun yanık gerek cân gözleri açık gerek

 

Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye

Aşk ateşinde eriye altın gibi sızmak gerek

 

Hak zikriyle meşgul ola yana yana tâ kül ola

Kim ki diler makbul ola tevhîde boyanmak gerek (Birliğe)

 

Kibirliyse yol alamaz amacını tez bulamaz

Yok olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek

Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı*

Bu Mısrî gibi balçığı her bir ayak basmak gerek.

 

*Burçak, değerli olan buğday ile birlikte öğütülür. Yani onun yanında o da gider.

 

 

Salikin mürşidine hizmet’i şahane gerek (Hak yolcusunun)

Eşiğine koya başın, diye şâha “ne gerek”

 

Dünya ve ahiretten geçe, katiyyen âr etmeye (Çekinmeden)

Bu yolun zahmetine o kesin merdâne gerek (Yiğitçe)

 

İsteksiz olmaya tâlib ola ki, meydan ala

Halk içinde adı akıllı ve dîvâne gerek (Meçzup, cezbeli)

 

Musa gibi Hızr’a gemisini deldire o

Eski duvarı yıkıp hem katl-i oğlane gerek* (Oğlanı öldürmek)

 

Gemi sağlam olsa onu gaspeder emmare nefs (Buyurgan benlik)

Yeni duvar için eskisi vîrâne gerek (Yıkılması)

 

Eğer öldürmese oğlanı sonu boşa olur (Nefs-i emmare)

Bu bağın bülbülü aşk ateşine pervâne gerek

 

Ey Niyazî bu yola giren kurban eder cânını

En büyük bayram ona vuslât-ı cânâne gerek. (Sevgiliye kavuşma)

 

*Kehf, 18/66-83. Burada kastedilen, hep nefsin öldürülmesidir.

 

 

Varlığın mahveyleyip meydane gel

Varlık yokluktan geçip merdâne gel (Yiğitçe)

 

Gel hakîkat ilmini sen de oku

Bir kadem bas mekteb-i irfâna gel (Adım at/bilgelik okuluna)

 

Karanlığa Hızır ile dal cevher çıkar

Hayat suyundan içip hem kana gel

 

Şer’iatı başa tâc et, İskender ol

Geç otur gönül tahtına, şâhâne gel

 

“Gizli Hazine” sırrını duydunsa

Sakla sırrı, deme her nâdâna gel (Cahile)

 

Vahdetin meydânı, sırrı var iken (Birliğin )

Kesret içre girme sen zindâna gel (Çokluk içinde)

 

Ey Niyazî baş açık dîvânesin

Nice bir dîvânesin uslana gel.

Heva ise yeter gönül gel Allah’a dönelim gel (Boş istekler)

Sivâ ise yeter gönül gel Allah’a dönelim gel (Allah’tan gayrı şeyler)

 

Nice bir sevelim gayr’ı nice bir olalım ayrı

Analım vuslat-ı yâri gel Allah’a dönelim gel (Sevgiliye kavuşmayı)

 

Bize Hak’tan gel olmadan, ecel davulu çalmadan

Cânın Azrail almadan gel Allah’a dönelim gel

 

Özenmez misin o yâre ki aldanmışsın agyâre (Yabancılara)

Seni azdırmış emmâre gel Allah’a dönelim gel

 

Taleb kıl her seher vakti yürekten eyle gel âhı

Sevenler buldu Allah’ı gel Allah’a dönelim gel

 

Soralım gel bilenlere gül kokusu derleyenlere

Vuslatına erenlere gel Allah’a dönelim gel

 

Niyazî’ye olup haldaş olursun yoluna yoldaş

Döküp gözlerimizden yaş gel Allah’a dönelim gel.

 

İster isen bulasın cânânı sen

Gayre bakma, sende iste, sende bul

Kendi aynanda gözle onu sen

Gayre bakma, sende iste, sende bul

Her sıfat ki sende var, izle onu

Ne sırdan aydınlanır, gözle onu

Erişince zâtına, özle onu

Gayre bakma, sende iste, sende bul

 

“Gizli Hazine” apaçık hep sendedir

Yaz ve kış, gece ve gündüz hep sendedir

İki âlemde ne var hep sendedir

Gayre bakma, sende iste, sende bul

 

“Men aref”* sırrına er, ko gafleti (Bırak habersizliği)

Gör ne simgeler bu insan sûreti

Haşrü neşret cenennemi cenneti (Topla, dağıt; kıyameti burada yaşa)

Gayre bakma, sende iste, sende bul

 

Haşr ve Sûr hâlini inkâr eyleme (Sûr üflenince dirilmeyi)

Güllük iken yerini hâr eyleme (Diken)

“Nefs ve ufuklar”ı** bil âr eyleme (Utanma)

Gayre bakma, sende iste, sende bul

 

Hak Zatı anla ki zâtındır senin

Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin

Sen seni bilmek necâtındır senin (Kurtuluşundur)

Gayre bakma, sende iste, sende bul

 

Biçimi terk eyle, mâna bulagör

Ko sıfâtı, bahr-i zâta dalagör (Zat denizine)

Ey Niyazî şarka garba dolagör (Doğuya ve batıya)

Gayre bakma, sende iste, sende bul

 

 

* “Nefsini bilen Rabbini bilir” (Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu) – Hadis.

** “Biz onlara işaretlerimizi kendi nefslerinde ve ufuklarda göstereceğiz” (Fussilet, 41/53).

 

Kudret sahibi padişah, lütfeyle açıver yolum

Bağlandı her yanım ey şâh, lûtfeyle açıver yolum

 

O zat ismin hakkı için, tüm sıfâtın hakkı için

Yüceliğin hakkı için lûtfeyle açıver yolum

 

İsm-i âzam hakkı için, en soylu ışık hakkı için (En büyük isim)

Fahr-i âlem hakkı için lûtfeyle açıver yolum (Evrenin övüncü, Hz. Muhammed)

 

Lûtfunla insan eyledin, vaslınla handân eyledin (Kavuşmanla gülücü)

Hicrinle hayrân eyledin lûtfeyle açıver yolum (Ayrılığınla)

Saldın ava madem beni, insan olup bulayım seni

Bağladı dünya-yı denî lûtfeyle açıver yolum

Şaşırttı bizi nefs-i bed eyledi her yolları sed

Ey lûtfu çok senden meded lûtfeyle açıver yolum

Bu cân yine vuslat diler, sen şâh ile vahdet diler

Varmaya dil nusret diler lûtfeyle açıver yolum

Nerde bir kâmil görürüz bakıp ona yeriniriz

Dönüp sana yalvarırız lûtfeyle açıver yolum

Kulda ne ola Rabbenâ, ki sana doğru yol bula

Sensin tüm dertlere devâ lûtfeyle açıver yolum

Zikrini dost et bu gönle, erişe tâ dilden dile

Yol göstere ilden ile lûtfeyle açıver yolum

N’etsin Niyazî derdmend, etmiş unsurlar kayd u bend

Bilmem ilâhî başka fend lûtfeyle açıver yolum

Görünür oldu her yanda gözüme vech-i cânânım

Niçin sevmesin cân onu ki, onda buldu cânânı

Yıkıldı fikir kale’m yapıldı dînim imânım

Bildim sevgili yüzünü herşeyde sezdim Allah’ı

Fenâyım Hak’da vallâhi, ne beldem kaldı ne şahsım

Bildim ki herşey Hak imiş arada gayrı yok imiş

Ne varsa onda gark imiş ne ben varım ne irfânım

Buluştu bir ten ve bir cân bu mülkü ettiler seyrân

Niyazî’den görünen o, ben ancak ad ile sânım

Şevk ateşine hoş yana geldim

Tevhîd mumunu gördüm yakılmış

Gitti karârım pervâne geldim

Zikir halkasın kurmuş âşıklar

Bende meydanda cevlâna geldim

Mecnûnum bugün Leylâ derdinden

N’eylerim aklı dîvâne geldim

Cânânın derdi açtı yaralar

Bağrım üstünde dermâna geldim

Ümmî Sinan’ın etek tozuna

Sürmeğe yüzüm sultâna geldim

Yaremi bildim yârimden imiş

Burda Niyazî Lokman’a geldim.

Levlâk* sözü mânâsının şânına kurban olayım

Kab-ı kavseyni ev ednâ’sına** kurban olayım

Ben onun ilmine, irfânına kurban olayım

Ben onun Mirac sırlarına kurban olayım

Ebubekr ve Ömer, Osman ve Ali dört yâridir

Peygamberlik bağının onlar gül-i gülzârıdır

Tüm ashab hidayet yolunun ışıklarıdır

Ben onun âline, ashabına kurban olayım

Ben onun ashab ve ahbabına kurban olayım

Hasan Hazretlerine zehir içirdi eşkıyâ

Hüseyin oldu susuzluktan şehid Kerbelâ’da

İkisidir aslı, nesli tüm âl-i Mustafâ

Ben onun âline, evlâdına kurban olayım

Ben onun evlâd ve mensuplarına kurban olayım

Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti

Ümmetine herkesten fazla eder Hak rahmeti

Peygamberler onunla buldu bunca lûtfu, izzeti

Ben onun lûtfuna, ihsânına kurban olayım

Ben onun türlü lûtuflarına kurban olayım

Her ne kadar nebi ve peygamberler ki geldiler

Ümmeti olmaklığı Hak’dan temenni ettiler

Veliler ona, Niyazî, kul ve kurban oldular

Ben onun ayağının tozuna kurban olayım

Yoluna gidenlerin izine kurban olayım.

* “Sen olmasaydın; sen olmasaydın, bu gökleri yaratmazdın” (Levlâke levlâke mâ halaktel eflâk) Kudsî Hadis.

** “İki yay kadar, hatta daha yakın” (Necm, 53/9).

Kalpte sırrım sırda Sübhanımdır Allah Hu diyen

Kudret eliyle yazılmış yüzüne Hak âyetleri

Gönlümün tahtına sultânımdır Allah Hu diyen

Tüm âzâsından gelir Ene’l-Hak zikri na’rası

Cisimde iniltim, figânımdır Allah Hu diyen

Geceleri sabaha dek inletir bu dert beni

Derdimin içinde dermânımdır Allah Hu diyen

Yere göğe sığmayan bir mü’minin kalbindedir*

Damlamın içinde ummânımdır Allah Hu diyen

Ten giysisinden soyunmuş seyreder bu gökleri

Dönüp duran üryan abdalımdır Allah Hu diyen

Her kişiye kendiden yakın olan dost zâtıdır*

Ey Niyazî dilde mihmânımdır Allah Hu diyen

* “Yerler ve gökler beni alamaz, ancak bir mü’min kulumun kalbine sığarım” Kudsî Hadis.

* “Biz size şahdamarınızdan daha yakınız” (Kâf, 50/16).

Hak yolunun hedâsıdır şeri’at

Hak dergâhının o kapısı budur

Ki yolun ibtidâsıdır şeri’at

Ve bununla tamamlanır bu yollar

Bu yolun intihâsıdır şeri’at

Sırât-ı müstakîme davet eden

Münâdiler nidâsıdır şeri’at

Şeri’at nebilerin sünnetidir

Hepsinin ihtidâsıdır şeri’at

Allah’ın Mirac Gecesi içinde

Habîbine atâsıdır şeri’at

Yirmi üç yıl boyunca Cebrail’in

Ona vahy-i Hüdâ’sıdır şeri’at

Dünyada çoktur çeşidi ilimlerin

Hepsinin de ankasıdır şeri’at

Bu katil nefsi öldürmek için

Hakk’ın hükm-i kazâsıdır şeri’at

Cihâd-ı ekber eden gönül ehli

Kalplerinin safâsıdır şeri’at

arîkat kervanının önünce

Rehber ve muktedâsıdır şeri’at

Hakîkat gerçi sultânlıktır ammâ

Önünde onun livâsıdır şeri’at

Şeri’attan velî uzak olmaz asla

Velînin âşinâsıdır şeri’at

Şeri’atla durur şu yer ve gökler

Bu dünyânın binâsıdır şeri’at

Ne bilsin pak şeriatı sapkınlar

O düşmanların düşmanıdır şeri’at

Hem onlar da aklınca sanır ki

Düzen için olasıdır şeri’at

Sakın ey cân sakın onlara uyup

Deme sen de n’olasıdır şeri’at

Şeri’atsız hakîkat oldu sapkınlık

Hakîkat nûr, ziyâsıdır şeri’at

Işık olmazsa aydınlığı da yok bil

Hakîkatle kıyasîdir şeri’at

Cihâna bir velî hiç gelmez, mutlaka

Onun elde asâsıdır şeri’at

Hakîkat cânıdır ancak velînin

Cânından başkasıdır şeri’at

Çıkınca cân beden kaldığı gibi

Çıkınca sır, kalıcıdır şeri’at

Karâr etmez beden olmayınca cân

Hakîkatin bekâsıdır şeri’at

Hakîkat güzel bir dilber gibidir

Onun parlak libâsıdır şeri’at

Sakın soyma onu nâ-mahrem içre

Yüzün suyu, hayâsıdır şeri’at

Hakîkat arş-ı a’lâdır muhakkak

O arş’ın üstüvâsıdır şeri’at

Bütün peygamber ve velilerin

Niyazî reh-nümâsıdır şeri’at.

Sonuç: Şeriatsiz Tasavvuf olmaz. Şeriata kıl kadar aykırı şey, Tasavvuf olmaktan çıkar, sapkın (bâtıl) bir mezhep haline gelir. Tasavvufun gelmiş geçmiş en büyük ustalarından Niyazi Hazretleri, bunu böylece beyan ediyor.

devamı...

YUNUS EMRE`DEN SEÇMELER

Sen Camlıdan Geçmeden

Sen canından geçmeden canan arzu kılarsın (Canan : Sevgili.)
Belden zünnar kesmeden iman arzu kılarsın (Zünnar : Rahip kuşağı.)

"Nefsim bilen kişi" dersin, evet değilsin ("... Rabbini bilir." - Hadis.)
Meleklerden yukarı seyran arzu kılarsın

çocuk eteğin at edinip
Ele çevgan almadan meydan arzu kılarsın* (Çevgan : Sopa.)

Bilemedin sen seni, sedefte ne cevhersin
Mısır`a sultan olmadan Kenan arzu kılarsın (Nefs Mısır`ına Hz. Yusuf gibi gitmeyi.)

Yunus imdi her derde, Eyyub gibi sabreyle
Derde katlanamazsın, derman arzu kılarsın

 

 

Dervişlik Der ki Bana

Dervişlik der ki bana, sen derviş olamazsın
Gel ne diyeyim sana, sen derviş olamazsın

Derviş bağrı baş gerek, gözü dolu yaş gerek (Baş: Yara.)
Koyundan yavaş gerek, sen derviş olamazsın

Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın

Dilin ile şakırsın, çok maniler dokursun
Vara yoğa kızarsın, sen derviş olamazsın

Kızmak olsaydı eğer, Muhammed de kızardı
Bu kızmak sende varken, sen derviş olamazsın

Doğruya varmayınca. Mürşide ermeyince
Hak nasib etmeyince, sen derviş olamazsın

Derviş Yunus gel imdi, ummanlara dal imdi
Ummana dalmayınca, sen derviş olamazsın

 

(*) "Başın top edip çevgane / koyan gelsin bu meydane." - Niyazi Mısrî

Canlar Canım Buldum

Canlar canım buldum, bu canım yağma olsun
Kar ve ziyandan geçtim, dükkanım yağma olsun

Ben benliğimden geçtim, gözüm perdesin açtım
Dost vaslına eriştim, gümanım yağma olsun (Vasıl: Kavuşma, Güman: Şüphe)

Benden benliğim gitti, hep mülkümü dost tuttu
La-mekana kavm oldum, mekanım yağma olsun (Mekansızlığa katıldım.)

İlgilerden kesildim, o dosttan yana uçtum
Aşk divanına düştüm, divanım yağma olsun

İkilikten usandım, birlik hanına kandım
Dert şarabım içtim, dermanım yağma olsun

Varlık çün sefer kıldı, dost ordan bize geldi
Harap gönül nur doldu, cihanım yağma olsun

Geçtim bitmez hevesten, usandım yaz ve kıştan
Bostanlar başın buldum, bostanım yağma olsun

Yunus ne hoş demişsin, bal ve şeker yemişsin
Ballar balım buldum, kovanım yağma olsun

 

Haktan Gelen Şerbeti

Hak`tan gelen şerbeti içtik elhamdülillah (Allah`a şükür.)
Sol kudret denizini geçtik elhamdülillah

Sol karşıki dağları, meşeleri, bağlan
Sağlık safalık ile aştık elhamdülillah

Kuru idik, yaş olduk, ayak idik, baş olduk
Kanatlandık kuş olduk, uçtuk elhamdülillah

Vardığımız illere, sol safa gönüllere
Halka Tapduk manasın saçtık elhamdülillah

Beri gel barışalım, el isen bilişelim
Atımız eğerlendi eştik elhamdülillah (Eşmek : Yürümek.)

İndik Rum`u kışladık çok hayr ü şer işledik
işte bahar geldi geri göçtük elhamdülillah

Yaşadık, pınar olduk, şaşırdık, ırmak olduk
Aktık denize dolduk, taştık elhamdülillah (Hak`ka vasıl olduk.)

Taptuğun tapusunda kul olduk kapısında (Taptuk Emre`nin huzurunda.)
Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah

devamı...

ABDÜLKADİR CEYLANI HZ. `NİN VİRDİNE AİT DUA

(Cenabı seyyid sultan Abdülkadir Geylani Kaddesallahu sırrehu Aziz ve Hakim, Cenabı Hak`ka, Cenabı Resülullah`a dua île itaat ve iltica ederek, aklı selimle bu mübarek Selatü Selam`ı bütün Ümmeti Muhammed`e, insanlık alemine. Mirası Nebi olarak ithaf etmiştir.)

Esselatü vesselamü Aleyke ya Resulullah.
Esseldtü vesselamü Aleyke ya Habiballah.
Esselatü vesselamü Aleyke ya Keremullah.
Ya Hayre Halkullah, ya Emini vahyullah.
Ya Nure Arşullah, ya Hak Habiballah.
Ya Seyyidi veledi Adem, ya Hak ya destur...

Ya beşeri Huda, ya Nuru Yezdan, ya Merdi Meydan
Ya Fettah Haydar, ya imamı Aliyyül Murtaza, ya Hak ya destur...

Ya Haticetül Kübra, ya Fatımatül Zehra.
Ya Hulku Rıza, ya Hulku Cemi.

Ya İmamı Hasan, ya İmamı şahı şehidi Kerbela (Hüseyin),
Ya İmamı Zeynel Abidin, ya İmamı Muhammed Bakır,
Ya İmamı Cafer Sadık, ya İmamı Musa Kazım,
Ya İmamı Rıza, ya İmamı Takı, ya İmamı Nakî,
Ya İmamı Askeri, ya Sahibüz Zaman Mededi Mehdi.

Ya Geylani Kaddes Allahu Sırrehül Aziz
Ya Hayrün Nas, ya Şeyhi Enam,
Ya Hak ya destur...

Allahım, Efendimiz Muhammed`e (A.S.) ezelle ebed arasını dolduracak ölçüde selamın olsun, öyle ki selamın sayı kapsamına girmesin ve belirli bir zamana sığmasın.

Onun dost ve yaranından ve kendisine dosdoğru uyanlardan, gerek şeriatte, gerekse tarikatte onu takip edenlerden razı ol. Hakikat yolunda ona uyan Ashabı kiram ve alimlerden, tarikat ehliyle irfan erbabından hoşnud ol.

Bizi de Ey Mevlamız, onlardan, o bahtiyarlardan eyle. Amin.

Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz ki sen her şeyi layıkıyla duyar ve bilirsin. Tevbemizi de kabul buyur. Muhakkak ki sen tevbeleri çokça kabul eden Rahimsin.

Bizlere yararlı bir Marifet bahçeyle.
Şüphesiz senin her şey e gücün yeter.

Ey Alemlerin Rabbi, Ey Rahman, Ey Rahim : Senden, peygamberimiz Aleyhısselatü Vesselam Efendimizin yüzünü bize göstermeni, rüyada bu devlete bizi eriştirmeni istiyoruz. Ve onun üzerine selatü selamını ta kıyamete kadar indirmeni ve bizimle beraber bulunmanı arzu ediyoruz.

Allah`ım, selatü selamın, kemal güzeli, celal tacı, cemal cazibesi, visal (kavuşma) güneşi, ilahî yurdun izzet ve şerefi, vücut letafeti, her mevcudun hayatı, ilahi saltanatın azizi, ilahi kudretin yüksek sanatının açık misali, seçilmiş kişilerden seçilip beğenilenin açık nişanesi, ilahi yakınlığa mazhar olan has kişilerin hülasası, Allah`ın büyük sırrı, onun en iyi ve en güzel, hakiki ve Allah`ın mükerrem dostu Efendimiz, Mevlamız Muhammed`e olsun.

Allah`ım, biz Muhammed Aleyhisselam ile sana tevessül ediyoruz. Onun vasıtasiyle senden şefaat verme ihsanım bekliyoruz. O büyük şefaat sahibidir ve en saygı değer vesiledir. Parlak bir vasıtadır. Yüce makam sahibidir. Yüksek bir aracıdır. "Kabe Kevseyn Ev Edna" sırrına mazhardır. Bizi onun vasıtasıyle zat, sıfat ve isimlerinin, fiil ve eserlerinin hakikatına eriştir. Ta ki senden başkasını görmeyelim, duymayalım, hissetmeyelim ve vücutta senden başkasını bulmayalım.

İlahım ve Seyyidim: Fazlu rahmetinle bizi Muhammed (A.S.)`ın hüviyetine kavuştur, bizim hüviyetimizi onun kimliğinin aynı kıl; başlangıcında da, sonucunda da bizi ona ulaştır, dostluğunun sevgisine, muhabbetinin safasına, basiretinin nur kapılarına, iç aleminin sırlarının toplayıcı özelliğine, merhametinin acıyıp koruyuculuğuna, nimetlerine eriştir.

Allah`ım, Muhammed (A.S.) makam ve mertebesi hürmetine, senden mağfiret, hoşnutluk ve tastamam bir kabul olunma istiyoruz. Bizi bu hususta bir an olsun nefsimizle başbaşa bırakma. Ey kullarının isteğine en güzel cevap veren : Gerçekten senin rahmetinin eseri olarak Muhammed (A.S.) güvenilir aracı olarak varlık alemine girmiştir.

Allah`ım, selatü selamın, en mükemmel bilgileri kendinde toplayan, Kutbu Rabbani, en üstün iman kaftanının belirgin nişanesi, cömertlik ve iyiliğin menbaı, semavi himmetler sahibi, ledünni ilimlere mazhar olan Muhammed (A.S.)`e olsun.

Allah`ım, selatü selamın varlık alemini yüzü suyu hürmetine yarattığın ve onun sebebiyle eşyaya ruhsat verdiğin, iyilik ve cömertlik sahibi Muhammed Mahmud`a ve onun hanedan ve yaranma olsun.

Allah`ım, selatü selamın Efendimiz, peygamberimiz Muhammed (A.S.) üzerine olsun ki o, senin nurlarının denizi, sırlarının madeni, kullarının ruhlarının ruhu, paha biçilmez inci, emsalsiz güzel koku, mevcudatın aşk ve mayası, rahmetlerin H`sı, derecelerin C`si, saadetlerin S`si, inayetlerin N`sı, külliyatın kemali, ezeli şeylerin başlangıcı, ebedi olan nesnelerin son mührü, seninle meşgul olup eşyayı terkeden, müşahede semerelerinden tadan, kudsiyet esmasından içirilen, geçmiş ve geleceği bilendir.

Allah`ım, selatü selamını, ruhlar arasında bulunan Efendimiz Muhammed`in ruhuna; bedenler arasında olan Muhammed`in cesedine; kabirler arasında bulunan Muhammed`in kabri üzerine indir. Selatü selamın, kulaklar arasında bulunan Muhammed`in kulağı üzerine, hareketler içinde bulunan Muhammed`in hareketi üzerine, sükunlar arasında bulunan Muhammed`in sükunu üzerine, oturanlar arasında bulunan Muhammed`in ayakta durması, ezeli olan açık lisanı üzerine, ebedi yüzük taşı üzerine olsun.

Allah`ım, selatın ve selamın ona olsun, al ve ashabına olsun, bildiğin şeyler sayısınca ve bildiğin nisbet ölçüsünde. Allah`ım, selatü selamın, Efendimiz Muhammed`e olsun ki ona nice ihsanlar ve nimetler verdin, onu mükerrem kıldın, onu üstün tuttun, ona yardım ettin, onun elinden tuttun, onu kendine yaklaştırdın, onu dünyaya indirdin, onu suladın, onu temkinli kıldın, nefs ilminle onu doldurdun, süsleyici ve kaplayıcı sevginle onu yeryüzüne yaydın, sözünle onu süsledin. O, feleklerin övünmesi, ahlakın en tatlısı, senin apaçık nurundur. Kadim kulun, en sağlam urganın, sağlam kalen, hikmetli celalin, keremli cemalindir o. Efendimizdir, mevlamızdır. Muhammed A.S.)`dır. Salatü selamın ona, al ve ashabına, hidayet fenerleri olan arkadaş ve yakınlarına, vücut kandilleri, tertemiz kimselerin yükselme kemali olan yakın dostlarına olsun.

Allah`ım, selatü selamın ona olsun ki, bu salatta düğümler çözülür, üzüntü ve kederler onunla zail olur, yorgunluk ve sıkıntılar merhameten onunla giderilir. İhtiyaçları ikram yollu onunla yerine getirilir.

Ya Rab, Ya Allah, Ey diri olan. Ey Kendi zatiyle kaim olup varlığı kendinden olan, hiç bir şeye muhtaç bulunmayan. Ey celal ve ikram sahibi. Senin lütuf ve faziletlerini istiyoruz.

Ey Kerem sahibi. Ey kıyamet günü müminlere has rahmetiyle tecelli eden.

Allah`ım, salatu selamın, kulun, peygamberin, Resulün Efendimiz, Peygamberimiz, Nebiyyi ümmî. Resulü Arabî Muhammed (A.S.) üzerine ve onun al ve ashabına olsun, çoluk çocuk ve zürriyetine, Ehli Beyt ve yaranlarına olsun; öyle bir salat ki, senin hoşnutluğuna yol açsın. Onun için de güzel bir mükafat olsun ve onun hakkında edaya layık görülsün.

Muhammed (A.S.)`a vesile ve fazilet makamlarım ver, şeref ve yüce dereceler bahşeyle. Onu vaadettiğin Makamı Mahmud`a eriştir.

Ey Merhamet edenlerin en çok merhamet edeni: Allah`ım, aziz kitabınla, Efendimiz Muhammed (A.S.)`ın kerem dolu nübüvvetiyle, onun özge değer ve şerefiyle, babası İbrahim ve İsmail ile, yakın arkadaşları Ebubekir, Ömer ve Osman ile, hanedanından Fatıma, Ali ve bunların oğulları Hasan ve Hüseyin ile, amcası Hamza ve Abbas ile, zevcesi Hatice ve Aişe ile (Allah hepsinden razı olsun) sana tevessül edip yöneliyoruz. Ve senden bunların hürmetine (ihtiyaçlarımızı) istiyoruz.

Allah`ım, bizi bunların sırlarının hakikatine eriştir; marifetlerinin basamaklarında yükselerek hakikatleri anlama imkanım bize lütfeyle. Senden kendilerine en güzel mükafatlar kazanan Muhammed (A.S.) hanedanı hürmetine, büyük saadet ve kurtuluş kapısını açan, senin en yakın sevgine mazhar olan bunların hatırı için, bizi tahkik ehlinden eyle.

Bizi, o peygamberin Makamı Mahmud`unda yükselen izzet ve şerefinle gark eyle. Onun sancağı altında bizi topla.

"Allah`ın Peygamberi rüsvay etmediği günde" peygamberin irfan havuzundan bize içir. Öyle bir günde ki, Resülune müjdeyle buyurursun: "Konuş, dinleniyorsun; iste, verilecek; şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır." Zira senin bu husustaki müjden, şöyle zuhur etmiştir: "Muhakkak Rabbin sana verecek de, hoşnut olacaksın." Sen çok yücesin, her kusurdan pak ve münezzehsin Rabbimiz; sen celal ve ikram sahibisin.

Allah`ım, salatü selamın Peygamber (A.S.)`a, ataları İbrahim ve İsmail`e ve bunların hepsinin arkadaş ve yaranma olsun. Öyle bir salat ki, ezeli lisan onu Melekut bağında tercüme etmiş olsun; yüce makamlarda ve yüksek derecelerde en güzel şekilde çeviriye uğrasın. Ebed lisanı onunla Nasut Aleminin eteklerinde seslensin, günahların bağışlanması için avazını yükseltsin, keder ve sıkıntıları gidermek için avaz avaz terennümde bulunsun, çok önemli ve çözümü zor hususların defedilme çaresi olsun. Öylesine bir salat ve o salatın sebep olacağı feyizler ki, senin ilahiliğine layık olsun, azametli şan ve şerefine uygun düşsün. Ve kendilerini saygı ile andığımız Peygamber (A.S.), onun ataları, hanedan ve yaranlarının ehliyet ve liyakatına uygun gelecek ve bunların soylu makam ve mertebelerine münasip düşecek ve senin buyruğunda geçen "dilediğini rahmetine has kılar" özelliğine denk düşecek bir salatü selam olsun.

Allah büyük, çok büyük bir fazlü kerem sahibidir.

Allah`ım, celalinin izzeti ve izzetinin celaliyle, saltanatının kudreti ve kudretinin saltanatiyle, peygamberin Muhammed (A.S.)`m sevgi ve muhabbetiyle, merhametsizlikten, kötü, şehevi söz ve davranışlardan sana sığınıyoruz. Ey muhtaçlara arka olan, ey güven isteyenlere emniyet sağlayan: Bizi nefsani hatıralardan kurtar, şeytanı şehvetlerden koru, beşeri pisliklerden temizle, muhabbeti sıddıkiyye ile bizi sadeleştirip arındır. Gaflet sedasından, bilgisizlik evhamından uzak bulundur. Ta ki şeklimiz bencilliğimizin yokolmasıyla kaybolup gitsin; insani hırs ve arzularımız eriyip bitsin Kesretin (çokluğun), senin toplayıcı, bir araya getirici vahdetinin (birliğinin) huzurunda fena bulduğu gibi... Bizi İlahi Ahadiyetin ziynetiyle süsle. Samedani hakikatlerin tecellisine mazhar kıl. Bütün bunları Vahdaniyetin müşahedesinde gerçekleştir. Öyle bir makamda ki, orada mekan yok, nereye ve ne yere gibi, nasıl ve nice gibi tabirler yok. Her şey, evet her şey o makamda Allah ile baki kalır, Allah`tan gelir, Allah`a döner, Allah ile beraber olur.

Bizler Allah`ın minnet denizinde Allah`ın nimetiyle gark olmak istiyoruz. Allah`ın kılıcıyla yardım görmek istiyoruz. Allah`ın inayetinden haz duyuyoruz. Allah’ın korumasıyla korunmuş oluyoruz. Bizi Allah`tan uzaklaştırıp meşgul eden her şeyden muhafaza olunmamızı talep ediyoruz. Allah`tan başka gönlümüze gelen her hatıradan sıyrılmak istiyoruz.

Ya Rab! Ya Allah! Ya Allah! Ya Allah! Rabbim Allah`tır. Benim başarım, ancak Allah iledir. Ben ancak O`na dayanırım ve ancak O`na yönelip (inayetini) beklerim.

Allah`ım, bizi kendinle meşgul eyle. Bize öyle bir bağışta bulun ki, onda senden başkasının dahli bulunmasın ve bu bağışın, ilahi ilimlerinle, Rabbani sıfatlarınla ve Muhammedi ahlak ile genişlemiş ve gelişmiş bir vaziyette olsun. Bizi güzel bir zan ile kuvvedendir. Hakkel Yakîn derecesinde bize bir itikat bahşeyle. Temkinî hakikate eriştir. Hal ve durumumuzu tevfikin ile doğrult, saadet ve hüsnü yakîn ile ahvalimizi düzelt.

İstikamet yolunda (iman ve itikat) temellerimizi sağlamıştır; üstün muhkemlik kaidelerinde bizi yükseltip güçlendir. Öyle bir istikamet yolu ki o, peygamberin, sıddıkların, şehidlerin yoludur. Nimetine eriştirdiğin bahtiyarların doğrultusudur.

Maksat ve niyetimizi asil bir şan ve şeref düzeyinde, kerem doruğunun en yücesinde sağlamlaştır. Resullerden büyük azim sahibi olanların azmü niyetine yakın eyle. Ey yakaranlara cevap veren, ey imdat isteyenlerin imdadına koşan: Rahmetinin lütuflarıyle bizi (senden uzaklaştıran) sapıklıktan kurtar. İnayetinin nefhalariyle bizi sevgi güreşinin yapıldığı yerde bir araya getir. Hidayetinin nurlariyle, yakınlık avlusunda arzularımızı yerine getir. Üstün yardımınla bizi kuvvetlendir. Kur`anı Mecid ile belirtilmiş bir yardımla yardımımızda bulun. Fazlu rahmetinle inayette bulun.

Ey merhamet edenlerin en çok merhamet edeni. Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz ki sen, evet sen, her şeyi hakkıyle işiten ve gereği gibi bilensin. Tövbemizi kabul et. Muhakkak sen, evet sen, tövbeleri çokça kabul eden Rahim`sin.

Allah`ım, salatü selamın, Efendimiz Nebiyyi Ümmî Muhammed (A.S.)`e, Onun zevcelerine, soyuna. Ehli Beyt`ine olsun, İbrahim`e ve hanedanına salavatını indirdiğin gibi onlara da indir. Şüphesiz ki sen övülmeğe layıksın, şan ve şeref sahibisin.

Ey, destek direği olmayanların direği, senedi olmayanların senedi. Ey azığı olmayanların azığı. Ey her kırık yerin yegane onarıcısı. Ey her garibin sahibi. Ey her yalnızın gönüldaşı: Senden başka ilah yoktur. Hem dünyada, hem ahirette seni tenzih ve teşbih ederiz. Şüphesiz ki ben zalimlerdenim. Benim dost ve yarim sensin. Müslüman olduğum halde canımı al. Beni salih kulların zümresine ulaştır. Soy ve sopumu benim için ıslah eyle. Hakikat ben sana tövbe ediyorum ve ben müslümanlardanım.

Allah`ım, meleklerin, peygamberlerin, resullerin ve bütün halkın salavatları, Efendimiz, Mevla`mız Muhammed`e onun al ve ashabına olsun. Allah`ın selamı, rahmeti de bunlara olsun. Allahım, bizi onunla, al ve ashabıyla birlikte şefaatine, kefilliğine ve koruyuculuğuna mazhar olarak selam yurduna eriştir. Orası, senin yurdundur. Orası hak meclisidir. Ve kudret sahibi, mülkü çok yüce olan Allah`ın yanındadır. Onlarda oradadır. Ey celal ve ikram sahibi Allah`ım, bu makamın müşahedesiyle bize lütuf bağışında bulun.

Ey keremi bol olan. Ey kıyamet günü müminlere has rahmetiyle tecelli edecek olan Cemali azimini yaklaştırarak bize ikramda bulun. Cemalin kerametiyle tekrim, tebcil, tazim havası içinde bizi koru.

Hamdolsun Kainatın Rabbi Allah`a.

Amin.

devamı...

TASAVVUFA GİRİŞ

Tasavvuf gibi engin ve derin bir konuyu, biz burada ünlü tasavvuf şairi Niyaziyi Mısrî Hz.`nin dilinden anlamaya çalışacağız. Denilebilir ki, tasavvufu Niyazi`den daha güzel şiir diline döken olmamıştır. Ancak dilinin ağırlığı, zaten ağır ve derin olan bu konunun anlaşılmasını daha da zorlaştırmaktadır.

Biz burada Niyazi`nin bazı şiirlerim vererek konuya yaklaşmağa çalışacağız. Şiirlerin önce beyitleri, sonra her beytin altında açıklaması verilecektir. Nakaratların bulunduğu şiirlerde nakarat ilk geçtiği yerde açıklanacak, sonraki tekrarlarında bir daha ele alınmayacaktır. Yorum ve açıklamalar, parantez içinde verilecektir.

* * *

Ey gönül gel Hak`ka giden rahı bul
Ehli derd olup derun-u ahi bul
Canın ilindeki şems ü mahı bul

Âdem isen semme vechullah`ı bul

Kande baksan ol güzel Allah`ı bul

Ey gönül, gel Hak`ka giden yolu bul. Derd ehlinden olup gönül ahını bul. (Çünkü Hak`kı özlemeyen, onun için dert çekmeyen, onu bulamaz. Can ve ten, ruh ve beden demektir.) Ruhunun içindeki, yani ruh alemindeki güneşi ve ay`ı bul. (Burada güneşten kasıt Allah, aydan maksat da Hz. Peygamber olsa gerekir. Çünkü geceleri ay, güneşin ışığım bizlere yansıttığı gibi, Allah hakkında bilgiye de Allah`ın Resulü sayesinde erişebiliyoruz. işin doğrusunu Allah daha iyi bilir.)

İnsan isen (yani insan denmeğe layık, kamil bir insan isen) "semme vechullah"ı bul. (Burada Kur`an`daki bir ayete gönderme yapılmaktadır : "Feeynema tuvellü fesemme vechullah" (2:115). Yani : "Her nereye baksan Allah`ın yüzü oradadır." Niyazi diyor ki, bu ayeti sadece söz olarak bilme, işin tahkikine, gerçeklemesine eriş, nereye baksan Allah`ı gör.) Nereye baksan o güzel Allah`ı bul.

Devlet-i dünyaya mağrur olma sen
Lezzet-i cahına mesrur olma sen
izzetim buldum deyu hor olma sen

Âdem isen semme vechullah`ı bul

Kande baksan ol güzel Allah`ı bul

Dünya zenginliği seni gururlandırmasın. Mevkilerinin, makamlarının lezzeti de seni sevindirmesin. Yüksek şerefe kavuştum diyerek kendini küçük düşürme, başkalarını da küçük görme.

 

 

 

Gerçi Allah`a ibadet de güzel
Zühd ü takva ve kanaat de güzel
Halvet ehline keramet de güzel

Âdem isen semme vechullah`ı bul

Kande baksan ol güzel Allah`ı bul

Gerçi (bütün dindarların yaptığı gibi) Allah`a ibadet de güzel. Dinin gereklerini
dikkatlice yerine getirmek, Allah`tan çekinmek ve onun verdiklerine kanaat etmek de
güzel. Halvet (uzlet, yalnızlık) ehline keramet de güzel. (Nitekim halvete çekilenlerden birtakım olağanüstü haller, kerametler zuhur edebilir.) Fakat bunların hepsinden daha değerlisi, baktığı her yerde Allah`ı görmektir.

Ol sana açmış durur daim gözün
Sen yitirmişsin ha ararsın özün
Bî-cihet göstermiş eşyada yüzün

Âdem isen semme vechullah`ı bul

Kande baksan ol güzel Allah`ı bul

O, seni devamlı gözler. Sen ise özünü kaybetmiş, devamlı onu ararsın. Bütün nesnelerde, yön ayırımı olmaksızın yüzünü göstermiştir.

Arife eşyada esma görünür
Cümle esmada müsemma görünür
Bu Niyazi`den de Mevla görünür

Adem isen semme vechullah`ı bul

Kande baksan ol güzel Allah`ı bul

Arif (yani bilge) bütün nesnelerde Allah`ın isimlerim (esmasını) görür. Bütün
isimlerde görünen ise, isimlenen; yani Hak`kın kendisidir. Arif olan kişi, (herşeyde
Hak`kı gördüğü için) bu Niyazi`nin suretinde, şeklinde de O`ndan gayrısını görmez.

Aşina-yı aşk olandan âh ü zâr eksik değil
Küşte-i bahre demadem ruzigar eksik değil

Aşk`a tanış, aşinâ olandan ağlama eksik olmaz. (Çünkü daima Sevgili`nin özlemi içindedir.) Denizin kaybolması için her an rüzgar eksik değildir. (Rüzgar esince deniz dalgalanır, bu dalgalar denizi örter, gizler. Tıpkı bunun gibi, her an yaratılmakta olan sonsuz sayıda varlıklar, şekiller de Cenabı Hak`kın varlığını örtmüş, gizlemiştir.)

Ol cemal-i mutlakın aşkında arttıkça niyaz
Ol kadar naz arttırır bir gülizar eksik değil

O mutlak güzelliğin aşkından dolayı aşığın yakarışı arttıkça, o gül yanaklı da nazını o

kadar arttırır.

Yeri cennet, baktığı didar olursa aşıkın
Vech-i nurudan ânı yakmaya nâr eksik değil

 

Aşık cennette olup Sevgili`ye baktığı zaman, O`nun yüzünün ışığından aşığı yakacak ateş eksik olmaz.

Bu nişanı âşıkın, rahat ölür gam dirilir
Hayret ender hayreti leyl ü nehar eksik değil

Aşığın işareti, belirtisi odur ki, rahatı kalmaz, Sevgili`den uzak kaldıkça her an
kederli olur. (Buna karşılık Sevgili de ona perdeleri açar, onun için aşığın hayret içinde hayreti, hayranlığı gece-gündüz eksik olmaz.) (Nitekim Allah`ın Resulü, "Allah`ım, benim hayretimi arttır" buyurmuştur.)

Şem-i aşka Mısrîya yandır özün yok ol müdam
Âşıka her yokluğun üstünde var eksik değil

Ey Niyazi Mısrî, özünü aşk mumunun ateşiyle yak, devamlı yok ol. Çünkü
Sevgili için her yok oluşa karşılık, sevgili aşığa daha büyük bir varlık ihsan eder.

İster isen bulasın cânânı sen
Gayre bakma, sende iste, sende bul
Kendi mir`atında gözle anı sen
Gayre bakma, sende iste, sende bul

Sen Sevgili`yi bulmak istersen, onu kendinden başka yerde arama. Onu kendi gönül aynanda gözle. (Yani kalbinde. Nitekim Allah, kudsi hadiste buyuruyor : "Yerlere ve göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.")

Her sıfat kim sende var, izle anı
Gör ne sırdan feyz alır, gözle anı
Erişince zâtına, özle ânı
Gayre bakma, sende iste, sende bul

(İnsan, Hak`kın: l. Ef’aline (yani fiillerine, eylemlerine); 2-Sıfatlarına (yani niteliklerine, özelliklerine); 3. Zâtına (yani özüne) bir aynadır. Zattan sıfatlar, sıfatlardan da fiiller türer. Böylece, belli bir sıfattan türeyen fiiller tevhid edilince (birlenince) o sıfata, sıfatların tevhid edilmesiyle zata erişilmiş olur. Bunlara Tevhid-i Efal ve Tevhid-i Sıfat denir. Zata da Temkin (kalıcılık) kazandırmakla, Tevhid-i Zatgerçekleşmiş olur.) Sıfattan zata geç, hangi sırdan kaynaklandığını, beslendiğini anla. O zat sırrına varınca da durma, devam et, o halin kalıcı olmasını özle.

Kenz-i mahfi, âşikâr hep sendedir
Yaz ve kış, leyl ü nehar hep sendedir
İki âlemde ne var hep sendedir
Gayre bakma, sende iste, sende bul

(Kenz-i mahfi, "gizli hazine" demektir. "Küntü kenzen mahfiyen..."diye başlanan kudsi hadiste, şöyle buyuruluyor: "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, beni bilsinler diye halkı yarattım.") Gizli, açık hazine hep sendedir, yaz ve kış, gece, gündüz hep sendedir, iki âlemde (dünya ve ahiret, madde ve mânâ) ne varsa hepsi sendedir. (Çünkü insan, "nüsha-i câmiâ"dır, cem edici bir kitaptır, herşeyi kendinde toplar.)

 

 

 

"Men aref” sırrına er, ko gafleti
Gör ne remzeyler bu insan sureti
Haşrü neşreyle tamuyu cenneti
Gayre bakma, sende iste, sende bul

(Hz. Ömer`den rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu." Yani "Nefsini bilen Rabbini bilir.") Bu sözün sırrına er, gafleti, bilgisizlik ve umursamazlığı bırak. Bu insan biçiminin neyi temsil ettiğini, simgelediğini gör. (insan, bütün ilahi isimlerin mazharı, yani beliriş yeridir. Melekler ise sadece kuvvet isimlerinin mazharıdır.) Cehennemi, cenneti derle ve yay.

Haşri sûri halin inkâr eyleme
Gülsen iken yerini hâr eyleme
Enfüsü, âfâki bil, âr eyleme
Gayre bakma, sende iste, sende bul

("Sûr", burada çift anlamlı olarak kullanılmıştır. Birincisi, kıyamette Sur üflenince ölüler haşrolur, yani dirilir ve derlenir, ikincisi, bu haşroluş gene suretlerde, şekillerde olmaktadır. Kur`an`da bildirilen herşey gibi, haşr da haktır, gerçektir.) Bunu inkar edip de, yerin gül bahçesi iken, onu ateş ve diken haline getirme. Nefsleri ve ufukları bil, çekinme. (Kur`an`da buyuruluyor : "Senürihim ayâtinâ fil âfâk..." "Biz ayetlerimizi, işaretlerimizi ufuklarda ve kendi nefslerinde göstereceğiz" (41:53). Nefsin Nur-u Muhammedi (Muhammedi ışık), görünen alemin de; Tafsilat-ı Muhammedi(ayrıntılar) olduğu söylenmiştir. Peygamber Efendimiz, bunu şöyle açıklıyor: "Allah önce benim nurumu yarattı, başka herşeyi de o nurdan yarattı.")

Zât-ı Hak`kı anla zatındır senin
Hem sıfatı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necatındır senin
Gayre bakma, sen de iste, sende bul

Şunu anla: Hak`kın zatı, senin özündür. Sıfatları da senin niteliklerindir. (Burada gene Tevhid-i zat ve Tevhid-i sıfata, ayrıca insanın "nüsha-i câmiâ" oluşuna işaret var.) Senin kendini bilmen, senin kurtuluşundur. ("Nefsini bilen, Rabbini bilir." Rabbini bilip tanımaktan da büyük kurtuluş olmaz.)

Sureti terk eyle, mânâ bula gör
Ko sıfatı, bahri zata dala gör
Ey Niyazi, şark u garba dola gör
Gayre bakma, sende iste, sende bul

Biçimi, şekilleri terk et, ruh ve anlam bul. Sıfatlardan geç, zat denizine dal. Ey
Niyazi, doğuya ve batıya dol. (Çünkü o deniz, herşeyi kapsar.)

Evvelimde dinmez idi âh ü efgânım benim
Gece gündüz, bilmez, idi zâr ü giryânım benim

Daha önce (Sevgili`ye olan özlemimden) benim ahım, feryadım bitmezdi. Gece gündüz durmadan ağlardım.

Düştü aşk odu bu cana, yaktı kül etti beni
Kül olunca yanmaz oldu nâr-ı sûzânım benim

Aşk ateşi ruhuma düştü, beni yaktı, kül etti. Kül olunca yakıcı ateşim yanmaz oldu, söndü.

Hâr u hâşâk-ı enaniyet yanalı aşk ile
Arş ü Kürsiden geniş açıldı meydânım benim

Nefsin (benliğin) ateşi ve değersizliği aşk ile yanalı beri, benim meydanım Arş ve Kürsi`den (bir bakıma gök ve yerden) daha geniş açıldı. (Burada, yukarıda geçmiş olan "... mümin kulumun kalbine sığarım" kudsi hadisine işaret vardır.)

Ar ü namus şişesin` yerlere çalıp kırmadan
Vech-i Hak`kı olmadı her yüzde seyrânım benim

(Burada "ar ve namus şişesini kırmak"tan kasıt, asla edepsizlik demek değildir. Şişe, insanın parça benliği, yani nefsidir. Parça (cüz`i) benliği Hak`ka ulaştırmak için, aradaki tüm engelleri, perdeleri kaldırmak lazımdır, însandaki utanç duygusu da bir perdedir, insan kuldur, kusurludur. Hata ve günahlarından dolayı Allah`a karşı mahcuptur (perdelidir), utanç duyar. Ancak öyle bir nokta gelir ki, bu çeşit düşünceler, manevi ilerlemeye bir engel teşkil etmeğe başlar. Bu engel aşılabilirse, "Hak`kın yüzünden gayri herşey yok olur" (Külli şey`in hâliku illâ vecheh; 55:26) ve her yüzde Hak`kın vechesi seyredilmeğe başlanır. Burada, yukarıda ele alınan "semme vechullah"a da (2:115) gönderme vardır. Bu arada, Arapça`da veche`nin sadece yüz demek olmayıp, öz ya da gerçek anlamına geldiğini de hatırlayalım.)

Rahat ile istedim, vaslını kahretti bana
Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim

(Rahatlık olunca vuslat, yani kavuşma olmaz. Çünkü rahatlığın olduğu yerde özlem yoktur. Sevgili, ancak özlem çekip ağlayana güler, yüzünü gösterir.)

Top ile çevgânı sundu bana cânan lütfile
Bendedir amma görünmez top ve çevgânım benim

Sevgili bana lütfetti, top ve çevganı sundu. (Çevgân, topa vurmaya yarayan bir sopadır, "top ile çevgân bendedir" demek, Tevhid ilminde reisim demektir. Tasavvufta, çevgân Allah`ın iradesini, top da insanı temsil eder.)

Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlümü
Şerh olunmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim

Sevgili, gönlümü hayret içinde hayrete düşürdü. (Çünkü onun tecellileri, sonsuzdur. Hz. Peygamber, "Allah`ım, hayretimi arttır" buyurdu.) Şimdi benim hayranlığım, bu dil ile anlatılamaz.

Âlem ol vech-i âmâ`dır, hayret andandır bana
Bu vücudum ay bın` örttü mihr-i rahşânım benim

Kâinat, âmâ`nın yüzü, özüdür, ben o nedenle şaşkınlıktayım. Parlak güneşim, bu vücudumun ayıbını örttü. (Allah`ın Resulüne sordular: "Allah, evreni yaratmadan evvel nerede idi?" Buyurdu ki : "Altında ve üstünde hava olmayan (yani uçsuz bucaksız) bir âmâ`da (ince bulutta) idi." Bu konudaki diğer bir hadiste şöyledir: "Allah var idi, onunla birlikte hiçbir şey yoktu." İmam-ı Ali Hz.`nin buna ilavesi meşhurdur:

"El`an kemâkân" (halen de öyledir). Parlak güneşim doğunca, bu bedenim, ayıplarıyla
birlikte yok oldu, yalnız o kaldı.)

İptida azmeyleyince bu cihan iklimine
Bir libasım yok idi kim örte üryânım benim

Başlangıçta bu cihana gelmeye kalkıştığımda, çıplaklığımı örtecek bir elbisem yoktu. (Burada çeşitli anlamlar var. l. Bir çocuk, dünyaya çıplak gelir. 2. Varolan alem, bir elbisedir. 3. Mürid manevi yolculuğa başladığında çıplaktır, üzerini örtecek Tevhid kaftanını giymemiştir.)

Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana
Onların daha durur, eskidi kaftânım benim

Dostlarıma ve bana, bu yola başladığımızda birer Tevhid elbisesi giydirildi. Ancak onlar onu kullanmadılar, verilen uygulamaları yapmadılar, onun için kaftanları eskimedi ve ilk makamda kaldılar. Bense ilerledim.

Suya vardık onlar ile, kaplarını doldurdular
Ben de vardım, testimi mahvetti ummânım benim

(Vaktiyle bir mürid, bir arif kişiye giderek ondan marifet ilmini öğrenmek istemiş. O sırada deniz kenarında bulunuyorlarmış. Arif, ilme talip olana demiş ki : "Şu kevgiri al, denizden doldur." Mürid çok denemiş, fakat başaramamış. Kevgiri denize daldırdığında içi su doluyor, fakat çıkarır çıkarmaz boşalıyormuş. Sonunda hocası : "Dur da göstereyim," demiş. Kevgiri elinden kaptığı gibi, denize fırlatmış. Kevgir dibe batmış. Efendisi müride dönmüş: "İşte, kevgiri suyla doldurmanın yolu budur."

Aynı şekilde, Niyazi ile dostları su kenarına vardılar. Onlar az birşey aldılar. Herkes kendi kabı kadar su aldı. Niyazi`ye gelince, onun testisi denizin dibine battı, yok oldu. Testi mesti kalmadı. Yani kendini (nefsini) ifna (mahv ve yok) etti. Fena Fillah makamına ulaştı.)

Derler imiş : Halka-i zikre girip dönmez, niçin?
Ben dönerdim lîk gözden mahfi devrânım benim

Zikir halkasına niçin girip dönmez, diye soruyorlar. Ben dönüyordum, lakin dönüşüm, gözlerden gizli idi.

(Burada tasavvuftaki devir, devran ya da devriye kavramına atıf vardır. Kainat, Allah`tan gelmiş ve Allah`a dönecektir. Bu sürekli hareket, bir daire ile temsil edilir. Bu daire bir inen yay (kavs-i nüzul),bir de çıkan yaydan (kavs-i uruc) oluşmaktadır. İniş kısmında Muhammedi veya İlahî nur`dan; önce Akl-ı Evvel (ilk akıl), sonra da sırasıyla Nefs-i Kül (evrensel nefs), Tabiat, Heyula (ilk madde), Cism-i Kül (evrensel beden), Suret (şekil) ve Arş yaratılmıştır. Buraya kadar olan kısım Devre-i Arşiye`dir ki, buna son beyitte rastlayacağız. İniş yayı devam eder : Kürsi, Dokuz Felek (gök) ve Dört Unsur (ateş, hava, su, toprak).

Burada iniş kavsi sona erer ve çıkış kavsi başlar. Topraktan Maden`e, sonra sırasıyla Bitki, Hayvan, Cin, Melek, insan ve sonunda Hak`ka vasıl olan İnsan-ı Kâmil`e varılır.

Kısacası, Niyazi diyor ki : Ben bu iniş-çıkış halkasını dönüyordum da, kimse farkında değildi.)

Halk bir kez dönmeden ben nice kez devreyledim
Bilmediler devrimi yanımda yârânım benim

Yanımdaki dostlarım bile devredişimin farkına varmadılar.

Yâr ile ahdeyledim kâh dağılıp kâh cem olam
Tâ ezel budur ânınla ahd ü peymânım benim

Sevgili ile, kah dağılıp (kesret/çokluk alemine inip), kh toplanmak (vahdet/ birliğe yükselmek) üzere sözleştim. Ta ezelden beri onunla söz ve yeminim budur.

Ânın için kâh cem`im, kâh perişan tâ ebed
Döndü kaldı üstüme cem ü perişânım benim

Onun için ebediyete (sonsuz geleceğe) kadar kâh cem olmuş (toplanmış) durumdayım (vahdetteyim), kâh çokluktayım (çokluk ise perişanlıktır). Bu iki hal de benim üzerime kaldı.

Döndürür daim Muid ismi takoz/ası beni
Nokta-i zatım değil, surette ceylanım benim

Muid (Allah`ın Güzel isimleri`nden - Esmaül Hüsna`sından - "iade eden") isminin zorlaması, manevi baskısı beni daima böyle döndürür. (O halden o hale iade eder.) Ama zatımın noktasında değil (çünkü zatta değişiklik olmaz), benim dönüp dolanışım şekillerdedir.

Devre-i arşiye`den her kim haberdar olduysa
O duyar ancak, Niyazi, ilm ü irfânım benim

(Devre-i arşiye, yukarıda devran kavramında açıklanmıştı.) Onu kim bildiyse, benim de ilim ve irfanımı ancak o anlar.

* * *

Ol menem kim vâkıf-ı esrar-ı ilm-i Âdemim
Kâşif-i genc-i hakikat, hem hayat-ı âlemim

O benim ki : (Kamil) İnsan olma sırlarına vâkıfım. Gerçek (Hak) hazinesini keşfedenim ve âlemin hayatıyım. (Alem benimle — Kamil İnsan ile — değer ve canlılık kazanır.)

Bende mahfi oldu gaybül gaybın esrarı hemin
Bendedir sır-rı emanet, âna kenzi müphemim

Hem bende gizlendi Görünmezin de Görünmezinin sırları. "Emanet" srrı bendedir, ona belirsiz, bilinmez bir hazineyim. (Kur`an`da buyuruluyor ki: "Biz emaneti göklere ve yere teklif ettik, onlar reddettiler. Emaneti (taşımayı) ancak insan kabul etti"(33:72). Niyazi, emaneti taşıyan bir insan olduğunu, fakat herkesin ondaki bu gizli hazineyi göremeyeceğini söylüyor.)

Ben cemâl-i Hak`kı cümle şeyde zâhir görmüşem
Bu merâyâya anınçün baktığımca hürremim

Ben Hak`kın yüzünü/güzelligini her şeyde açıkça görmüşüm. ("Nereye baksan Allah`ın yüzü oradadır" — 2:115.) Onun için bu aynalara baktığım ölçüde sevinçli oluyorum. (Her aynadan bana Hak`kın güzelliği yansıyor.)

Her sözüm miftah-ı küfl-i "Küntü kenz" olmuşdürür
Hem dem-i İsa ile her bir nefeste mahremim

Her sözüm, "Gizli Hazine" kilidinin anahtarı olmuştur. ("Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim..." - Kudsi Hadis. Yani benim her sözüm, Hak`kın sırlarını açar.) Hem Hz. İsa`nın soluğuyla her nefeste sırdaşım. (Hz. îsa, nefesiyle hastaları iyi eder, ölüleri diriltirdi. Benim nefesim de öyledir.)

Cümle mevcudatı verdim ben vücud-u vahid`e

Zât ü esmâ ve sıfâtın ile hâlâ yek demim

Ben tüm varlıkları bir tek bedene verdim. (Hepsini tevhid ettim/birledim, cem ettim/topladım.) Senin özün, isimlerin ve sıfatlarınla hâlâ biraradayım.

Yerde gökte her ne ki var, bağlıdır başı bana
Âşikâre vü nihâne, ben tılsım-ı âzamım

Açık ve gizli, yerde gökte ne varsa, başı bana bağlıdır. Ben en büyük tılsımım
(hazineyi koruyan duayım).

 

Ben o Mısrî`yim vücudum Mısr`ına şah olmuşum
Hâdisim gerçi veli mânâda sır-rı akdemim

Ben o (Niyazi) -Mısrî`yim ki, vücudumun ülkesine padişah olmuşum. (Nefsimi yenmişim.) Gerçi sonradan yaratılmayım ama, ruh olarak, mânâ olarak en eski sırrım. Özüm, kâinat yaratılmadan önceki özden bir parçadır.)

devamı...

MUHİDDİN İBN ARABİ HAZRETLERİ`NDEN TEVHİD IŞIĞINDA ÖĞÜTLER

"Tehlil" (La ilahe illallah) nasıl yapılır?

Abdestli olarak Kıble`ye doğru oturup,

25 Estağfirullah

l kez Fatihayı şerife

3 kez İhlası şerife

3 kez salavatı şerife okuyup, Hz. Peygamber`in ruhu şeriflerine hediye etmeli. Tevhid`i okurken, Lâ’yı göklere doğru çekerek, İlahe`yi sağ taraftan alıp, kalbe İllallah`ı indirmeli. Her yüz bitiminde, bir defa Muhammeden Resulullah ve "ilahi ente maksudi ve rızaike matlubi"(Allah`ım, maksadım sensin ve senin rızan da arzumdur) demeli.

1. İnsan adaleti önce kendi nefsinde uygulamalı, İnsana yakışan ne kadar güzel şeyler varsa, onları doğru bir şekilde kendisine mal etmeli.

2. Faydasız ilim, şifasız ilaca benzer. Güzel ilim, çalışma ile beraber olandır.

3. İnsanın kendi şahsına rahmeti, başkasına rahmetinden daha büyüktür.

4. Peygamberlerden sonra, insanlar üzerinde en büyük hak, ana ve baba hakkıdır. Duada, nefsini, ana babasına takdim emrolunmuştur. Kur`an 71:28 bunu, "Rabbim beni, anamı, babamı, evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de yalnız helakini artır," şeklinde belirtir.

5. Eğer söz sahibi isen, hak ile söyle, hak ile hükmet. Heva ve hevese uyma.

6. Hesap günü, ahiretteki hesap günü olmakla beraber, dünyada nefslerini hesaba çekmeyenler için de geçerlidir. "Hesaba çekilmezden önce kendinizi hesaba çekin" diye emir vardır.

7. Dünyada da cezalar vardır. Bunlar, insanları tevbe ve düşünceye yönelttiği için faydalıdır. Tevbe Suresi 102. ayetinde, günahlarını itiraf edenlerin affedilecekleri belirtilir: "Savaştan geri kalanların bir kısmı da, suçlarını itiraf ettiler. Onlar iyi işi kötüyle karıştırmışlardı. Allah`ın onların tevbesini kabul etmesi umulur; çünkü O bağışlayandır, merhamet edendir."

8. Allah`ın haklarına ve halkın haklarına dikkat et. Kur`an 47:38`de, ".. Allah
zengindir, siz ise fakirsiniz.. " buyuruluyor. İnsan daima Allah`tan istemeye mecburdur.

9. Sakın ola ki iki kişinin arasını bozma. Bu durum dini yıkar.

10. Sağlığını ve boş zamanlarını en kıymetli hazine olarak bil. Allah`ın razı olacağı işlerde, ölçülü bir şekilde değerlendir.

11. Terk ettiğin kabahatleri bir daha yapmamaya kararlı ol. İşlemekte bulunduğun hayırlı işleri de ölünceye kadar sürdür, sakın bırakma.

12. Bilmediklerini bilenden öğren. Bildiklerini de bilmeyenlere öğret.

13. Sadaka mal ile olduğu gibi, Tehlil (La ilahe illallah). Tekbir (Allahu Ekber), Tahmid (Elhamdü Lillah), Havkale (La havle ve la kuvvete illa Billah), Tesbih (Süphan Allah) ile de olur. Bunlar, zikirlerin en üstünüdür.

14. Söylediğin söze dikkat et. Örneğin, bir insan mümin kardeşine kafir dese, o kelime dediği yere gider. Eğer dediği gibiyse, orada kalır, değilse söyleyene geri gelir.

15. Devletin büyüklerine dil uzatma. Hataları olursa onlara aittir. Senin tutumun emirlere uymak, düzeni bozmamak olmalı. Eğer tenkid edeceksen, sıfatı tenkid et, öze dokunma. Methedersen, her ikisini de methet.

16. Üç şeyden kork : Allah`tan, nefsinden, Allah`tan korkmayandan.

17. Allah sana servet ihsan etmişse, onu Allah`ın razı olacağı yerlere sarfet. İnsan nimeti arttıkça, şükrünü arttırmalı. Şükür etmeyenlerin kalbine dalgınlık gelir. Bunların dilleri zikrullaha, kalbleri de huzura kavuşamaz.

18. Üç kişi bir yerde iken, ikisinin gizli konuşması veya üçüncünün bilmediği dil ile konuşmaları doğru değildir.

19. Konuşmalarının anlaşılmasını istiyorsan, herkesin anlayabileceği şekilde konuş. Bu yetenek; ilim adamlarının yanına cahil olarak varmakla, zahidlerin yanına, dünyayı bırakarak gitmekle, irfan ehlinin yanına varınca da susmakla kazanılır.

20. Bir şeyi iyice bilmeden, görmeden işleme, işlediğin işin kalıcı ve faydalı olmasına özen göster.

21. Namazı evinin her tarafında kıl. Zekatını ver. İnsanlardan ayrı düşme. Sabır ve namazla Hak`tan yardım iste.

22. Evlere izinsiz girmeyin.

23. Misafirlerine ikram et. Misafirin hakkı üç gündür. Fazla kalırsa sadaka olur. Misafire ikram, imanın şubelerindendir. Kötülüğü en güzel bir şekilde savmak, sesini kısmak, sabırlı olmak, böbürlenmemek, alçakgönüllü olmak da imanın kapsamındadır.

24. Abdest, başlı başına bir ibadettir. Abdestli bulun.

25. Kimsenin ayıplarını araştırma. Karınla, koçanla iyi geçin. Sakın kendine uydurmaya çalışma. Çocuklarına güzel isimler koy, edep öğret.

26. Vasi, elçi, şahid olmamağa gayret et. Olduğun takdirde, sorumluluğunu en iyi şekilde, bilerek yerine getir.

27. Gizli yapılan faydalı işler, ihlasın en büyük göstergesidir.

28. Arefe ve Aşure oruçlarına devam et. Zilhiccenin ilk on gününde, Muharrem`in ilk on gününde ibadeti çok yap.

29. Günahında ısrar etme, hemen tövbe et. Yemine dilini alıştırma, kararlarında acele etme. Eğer öfkeliysen, sakinleşmeyi bekle; aç isen, açlığını gider.

30. Az ye, az uyu, öz konuş, yararlı iş işle. Herkesi dinle, sana faydalı olanları al ve kendinde hapsetmeden ölçülü olarak dağıtmaya yönel.

31. Her halinde iyi niyetli olmağa gayret et. İbadetin başı, niyettir.

32. Falcılara ve büyücülere gitme. Kendin de böyle işlerle uğraşma. Kazanmaya kudretin varken, sadaka alma. Her an Allah`ın verdiklerine şükret.

33. "Allah" ismi şerifine devam et. Başından elif’i kaldırırsan, Lillah kalır. Yine Allah`ın ismindendir. İkinci lam`ı kaldırırsan Hu kalır ki, o da Allah`ın ismindendir. Başka hiçbir kelimede bu özellik yoktur.

34. Abdest alırken suyu fazla harcama. Her konuda israftan kaçın, ölçülü ol.

35. Yedi büyük günahtan sakın : Allah`a eş koşmaktan, isim peşine düşerek yaşamaktan, nefse zulümden, yetim malı yemekten, hak edilmemiş para yemekten, askerden kaçmaktan, insanlara kötü söz söylemekten, zan ve sanılarda bulunmaktan.

36. Hürmetler karşılıklıdır. Sabırla öfkesini yutanın kalbine emniyet ve imanın dolacağını da unutma.

37. İhtiyacı olanların yardımına, karşılık beklemeden koş.

38. İnsanları hayırlı işlere teşvik edenler, sevaba ortak olurlar.

39. Borcuna sadık ol. Sözünden dönme ve yerine getiremeyeceğin vaadlerde asla bulunma.

40. Vasiyetlerin en faydalısı ve en doğrusu, Kur`an vasiyetidir. Kur`an`ı oku, öğren, öğret.

41. Daima bilgili kişileri dinle. Bir işi bitirince, yeni bir işe başla.

42. Sır tutmasını bil, sırrın sorumluluğu çok önemlidir.

43. Kusurları örtenlerden ol, Allah yardımcın olur. Akraba ve komşularına iyilik et, müslüman olursun. Dostlarına iyilik et, mümin olursun. Allah`ın farz kıldığı ibadetleri yap, abid olursun. Allah`ın taksimine razı ol, zahid olursun.

44. Sana sunulan maddi, manevi değerlerde cimrilik yapma. Ölçülü dağıt.

45. Neyi arzuluyorsan, arzu ettigini önce kendin yap. Örneğin: Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi öğren. Kazanmak istiyorsan, önce çalış. Hürmet görmek istiyorsan, önce hürmet et.

46. Eğer işin sonundan korkar, nasıl sona ereceğini bilemezsen, Kur`an, 3:8`i oku : "Rabbimiz, bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz sen sonsuz bağışta bulunansın." 8:9 : "Rabbimiz, doğrusu geleceği şüphe götürmeyen günde, insanları toplayacak olan sensin. Şüphesiz ki Allah verdiği sözden caymaz."

47. Hata yapanları görüp, ne diyeceğini bilemediğin takdirde, Hz. İsa`nın dediği gibi söyle (Kur`an, 5:117) : "Sen benim içimde olanı bilirsin, ben senin içinde olanı bilmem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak sensin."

48. Eğer, Allah`a yönelerek affını istersen, Muhammed Aleyhisselam ve ensarının dediklerini söyle (Kur`an 2:286) : "Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevla`mızsın, kafirlere karşı bize yardım et."

devamı...

KADİRİ YOLUNUN AÇIKLAMASI

Evrâd: lûgatte Vird’in çoğulu olup, Vird’ler, yani her zaman tekrar edilen ve belirli zamanlarda okunması vazife bilinen dualar anlamına gelmektedir. Biz, buna dil alışkanlığı veya daima dilde bulunması, daima tekrarlanması gerekli hayırlı ve faydalı sözler de diyebiliriz. Kaldı ki, evrâd-ı şeriflerin çoğu Kur’an-ı Kerim’den ayetler, hadis-i şerifler ve salâtü selâm ile süslenmiştir. Yüce tarikatlerin, büyük pîrleri veya daha sonra gelen soylu şeyhleri tarafından tertip olunmuş ayrı ayrı evrâd-ı şerifeleri vardır.

Kadiri evrâd-ı şerifinin Allahümmec’al Efdale Salâvatike ibaresinden sonuna kadar olan kısmı, bizzat Gavsül Âzam Hazretlerince tertip buyurulmuştur. Kadirî dergâhlarında mübarek gecelerde zikrullaha başlanılmadan okunduğu gibi, müridlere de sabah namazlarından sonra veya günün diğer uygun bir zamanında muntazaman okunması telkin ve talim olunmuştur.

Mânâsı ve ne kastettiği bilinmeden okunacak herhangi bir dua ile, bilerek ve anlayarak okunan dua arasında, kabule yakın olması bakımından, elbette büyük farklar olacağını göz önünde bulundurarak, Kadiri evrâd-ı şerifesinin metnini verdikten sonra, öz ve özet halinde şerhini (açıklamasını) yapmayı da maksada uygun ve faydalı bulduk.

Euzü billahi mineşşeytanirraciym.

İlâhi rahmetten kovulmuş olan şeytanın şerrinden, Allahu Teala’nın koruyuculuğu ve himayesine sığınırım.

Bismillahirrahmanirrahiym.

Rahman ve Rahim olan Allahu Âzimüşşan’ın ismiyle başlarım.

Elhamdü lillahi rabbil’âlemiyn.

Bütün hamd ve senâlar, o Allahu Teala’ya mahsus ve aittir ki, âlemlerin Rabbi, eğiticisi ve sahibidir.

Er rahmanir Rahiym.

Dünya hayatında –ayırd etmeksizin– bütün yarattıklarına nimetlerini, ihsanlarını ve merhametini esirgemez. Âhirette ise, yalnız mü’min kullarına rahmet ve merhamet eyler.

Maliki yevmiddiyn.

Hesap ve ceza gününün hâkimidir.

İyyake na’büdü ve iyyake nesta’ıyn.

Ancak Sana ibadet ederiz ve ancak Senden yardım dileriz.

İhdinassıratel müstakıym. Sıratelleziyne en’amte aleyhim

Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna hidayet et.

Gayril mağdubi aleyhim ve leddalliyn. (Amin).

Gazabına uğrayanların ve sapıkların yollarına değil... (Amin).

(Evrâd-ı şerifenin bundan sonra gelen kısmı, Ahzâb Suresi’nin 56. âyet-i kerimesidir)

İnnallahe ve melaiketehu yusallûne alennebiyy. Ya eyyühelleziyne amenu sallu aleyhi ve sellimu teslimâ

“Muhakkak ki, Allahu Teala ve melekleri, en şanlı peygambere salât ederler. Ey imân edenler, siz de ona salât ve selâm edin.” (Bilindiği gibi, Salât’ın iki mânâsı vardır. Birisi namazdır ve diğeri Peygambere duadır, ki bu duaya Tasliye denilir. Salât, Allahu Teala tarafından olursa; halkın rahmet ve nimeti, meleklerin istiğfarı ve Resul-ü Zişân’ın övgüsü demek olur. Selâm ise, ayıplardan ve âfetlerden güvencede olmaktır. Birbirimize karşı alıp verdiğimiz selâm da, bu mânâda bir duadır. Fahr-i Âlem Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde, “Beni bir kez tasliye edeni, Allahu Âzimüşşan on kere tasliye eder” buyurmuş olduklarından, diğer bütün evrâd-ı şeriflerde olduğu gibi, Kadirî evrâd-ı şerifinde de salât ve selâma, geniş bir yer verilmiştir.)

Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ Seyyidina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaiyn

Allahım, salât, selâm ve berekâtın, seyyidimiz, önderimiz Muhammed ile, onun bütün ailesi ve dostlarının üzerine olsun.

Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesifun ve selâmün alel mürselin velhamdü lillahi rabbil âlemiyn

(Evrad-ı şerifenin bu kısmı da, Saffât Suresi’nin 180, 181 ve 182. âyet-i kerimeleridir ki, her duadan sonra okunmaktadır. Zira bir hadis-i şerifte, “Kim, âhirettekilerle ölçülecek sevap isterse, her mecliste son sözü Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesifun ve selâmün alel mürselin velhamdü lillahi rabbil âlemiyn olsun” buyurulmuştur. Bu ayetlerin meâli de şöyledir:)

“Şanı ve izzeti yüce olan Rabbin, onların bütün isnatlarından münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selâm ve âlemlerin Rabbi olan Allahu Teala’ya hamd olsun.”

Es Salâtü vesselâmü aleyke ya Resulallah

Allahu Teala’nın rahmet ve nimeti, bereket ve ihsanı, selam ve övgüsü senin üzerine olsun ve seni bütün âfetlerden selâmette bulundursun, ey Allah’ın Resulü.(Resûl’ün de, üç mânâsı vardır: 1) Elçi, 2) Allahu Teala tarafından kitap ile gönderilen peygamberler, 3) Peygamber-i Zişan Efendimiz. Burada her üç mânâ da kasdedilmekle beraber, daha ziyade üçüncü mânâyı kasd ve kabul etmek lâzımdır. Aşağıda salât ve selâm tekrar edildikçe buna göre mânâ verilmelidir.)

Es Salâtü vesselâmü aleyke ya Habiballah

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Habiballah (Halil, sadık dost demektir. Allahu Teâlâ’nın en sadık dostu olarak, Peygamber Efendimiz Halilallah diye de anılmaktadır. Bu isim, aynı zamanda Efendimizin muhterem dedeleri İbrahim Aleyhisselâm’a da verilmiştir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın sadık dostu.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Nebiyyallah

(Nebi, bilindiği gibi Allahu Teâlâ tarafından kullara hükümleri tebliğ eden şerefli zat demektir. Resûl ile arada şu fark vardır: Nebiler, kitap sahibi olmayabilirler. Oysa, Resûl, kitap sahibi bulunanlara mahsustur. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın Nebisi.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Safiyyallah

(Safi, pâk ve temiz mânasına gelir. Peygamber Efendimizin mübarek isimlerinden olduğu gibi, Âdem Aleyhisselâm’ın da isimlerindendir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın pâk ve temiz kulu.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Hayre Halkillah

(Hayr’ın mânası açıktır ve herkes tarafından bilinmektedir. Halkillah, Allahu Teâlâ’nın yarattığı bütün mahlûklardır. Peygamber Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, Âdemoğullarının efendisi ve bütün yaratılmışların en üstünü bulunduğundan, elbette mahlûkatın en hayırlısıdır. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın yarattıklarının en hayırlısı.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Nure Arşillah

(Allah’ın arşı, Muhammedî nurdan, ışıktan yaratılmış bulunduğundan, Peygamber Efendimiz elbette arşın nurudur. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın arşının nuru.

Es Salâtü Ves Selamü Aleyke Yâ Emine Vahyillah

(Peygamber Efendimiz, Hak Teâlâ tarafından kendilerine vahyolunanların hepsini, aynen ve tamamen ümmetine tebliğ edip öğretmiş olduklarından, vahyin emini mânâsına “Emine vahyillah” olarak tavsif olunmuşlardır. Kaldı ki, risâlet ve nübüvvetlerinden önce de kendilerine “Muhammed-ül Emin” lâkabı verilmiş olduğu, tarihi kaynaklardan anlaşılmaktadır. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah vahyinin emini.

 

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Men Zeyyenehullah

(Zeyyenehullah, Allahu Teâlâ’nın ziynetlendirdiği, süslediği demektir. Gerçekten, Peygamber Efendimiz Hak tarafından mânen ve maddeten, zâhiren ve bâtınen (içte) hiç bir kula nasip ve müyesser olmayan üstün meziyetler ve seçkin özelliklerle süslenmiştir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, Ey Allah’ın ziynetlendirdiği.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Men Şerrefehullah

(Şerrefehullah, Allahu Teâlâ’nın şereflendirdiği demektir. Gerçekten, Peygamber Efendimiz hiç bir resûl ve nebiye nasip olmamış şereflerle şereflendirilmiştir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın şereflendirdiği.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Men Kerremehullah

(Kerremehullah, Allahu Teâlâ’nın ululaştırdığı, hürmet edip yücelttiği demektir. Gerçekten Hak Teâlâ, Peygamber Efendimizi Sübhani yüceltmesine mazhar kılmış ve kendisine hiç bir peygamberine göstermediği saygıyı göstermiştir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın ululaştırdığı, yüceltip hürmet ettiği.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Men Azzemehullah

(Azzemehullah, Allahu Teâlâ’nın büyülttüğü ve yücelttiği demektir. Gerçekten, Hak Teâlâ Peygamber Efendimizi bütün peygamberleri arasında büyültmüş ve yüceltmiştir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın büyülttüğü ve yücelttiği.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Men Allemehullah

(Allemehullah, Allahu Teâlâ’nın ilim verdiği, öğrettiği demektir. Gerçekten, Hak Teâlâ Peygamber Efendimizi ilm-i ledün ile zâhir ve bâtın ilimleriyle, evvel (önce) ve âhir (sonra) ilimleriyle eğitmiştir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın ezelî ilmini talim buyurduğu.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Seyyidel Mürseliyn

(Seyyid, efendi demektir. Mürseliyn de, Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren Resûlü Zişân Efendimize kadar gönderilen büyük peygamber hazretlerine denir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey bütün peygamberlerin efendisi.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ İmamel Müttakiyn

(İmamın mânası önderdir. Müttekiyn ise, günahlardan ve bütün şüpheli hal ve hareketlerden sakınanlar, takva ehli olanlar demektir. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey takva ehlinin imamı, önderi ve rehberi.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Hâtemen Nebiyyin

(Hatem, sonuncu demektir. Nebiyyin de Nebiler mânasına gelir. Gerçekten Kur’an-ı Kerim’de Ahzâb Suresi’nin 40. Âyet-i kerimesinde : “Ve Lâkin Resûlullahi ve Hâtemen Nebiyyin: Lâkin o, Allah’ın peygamberi ve peygamberlerin de sonuncusudur” buyurulmuştur. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allah’ın son peygamberi.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Rahmeten lil Âlemiyn

(Rahmeten lil âlemiyn, âlemlere rahmet olan demektir. Gerçekten Kur’an-ı Kerim’de Enbiyâ Sûresi’nin l07. âyet-i kerimesinde: “Ve Mâ Erselnâke İllâ Rahmeten Lil Alemiyn: Biz, seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik” buyurulmaktadır. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey âlemlere rahmet olarak gönderilen.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Ya Şefiel Müznibiyn

(Şefi, şefaat edici demektir. Müznibiyn ise günahkârlar anlamına gelir. Gerçekten, Peygamber Efendimize Hak Teâlâ şefaat hakkı bahş ve ihsan buyurmuştur. Mahşer gününde, bütün peygamberlerin dizleri üzerine çökerek, nefsleri kaygusuna düştükleri sırada, Resûlü Zişân Efendimiz, Allahu Azimüşşân katında günahkâr ümmetine şefaatçi olacaktır ve bu şefaatleri de haktır. Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey günahkârların şefaatçisi.

Es Salâtü Ves Selâmü Aleyke Yâ Resulü Rabbil Alemiyn

(Resûl ve Rabbil âlemiyn kelimelerinin mânaları yukarıda açıklanmıştı Buna göre:) Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey âlemlerin Rabbinin Resûlü.

Salâvatullahi ve Melâiketihi ve Enbiyâihi ve Hameleti Arşihi ve Cemiyi Halkihi Alâ Seyyidinâ Muhammedin ve Âlihi ve Sahbihi Ecmaiyn

Allahu Teâlâ’nın bereket ve ihsanı, meleklerinin, nebilerinin, arşı taşıyan meleklerin ve bütün yaratılmışların hürmet ve salâvatı, Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâm ile ailesinin, evlâdının, eşlerinin, ashabının üzerlerine olsun.

Allahümme Salli Alâ Seyyidinâ Muhammedin Abdike ve Habibike ve Resûliken Nebiyyil Ümmiyi ve Alâ Alihi ve Sahbihi ve Sellim

Allahım: Senin kulun, peygamberin, sevgilin ve ümmi olarak yarattığın Nebiyyi âlemin olan efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâm ile ailesine, evlâdına, eşlerine ve ashabına sonsuz ihsanların ve övgülerinle, rahmet ve nimetlerinle hürmet buyur.

Allahümme Salli Alâ Seyyidina Muhammedinin Nebiyyil Melih, Sahibil Makamil Alâ Vel Lisanil Fasih

Allahım: Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a sonsuz ihsanlarınla, övgülerinle, rahmet ve nimetlerinle lütuf buyur ki, o senin mânen ve maddeten, zâhiren ve bâtınen güzellerin güzeli olarak yarattığın, Makam-ı Mahmud gibi yüce makamlar bahşettiğin, açık ve anlaşılır bir dil ile emirlerini ve yasaklarını tebliğ ettirdiğin, kerem sahibi nebindir.

Allahümmec’al Efdale Salâvatike Ebeden

Allahım: Sonsuz ihsan ve övgülerinin, rahmet ve nimetlerinin en üstününü ve ebedisini;

Ve Enmâ Berekâtike Sermeden

Hayır ve bereketlerinin, ezelden ebede kadar daima artanını;

Ve Ezkâ Tahiyyâtike Fadlen ve Adeden

Selamlarının, hayır dualarının sayı ve fazilet bakımından en pâk ve arınmışını;

Alâ Eşrefil Halâikil İnsaniyyeti

İnsan olarak yaratılmışlann en şereflisi,

Ve Mecmâil Hakayikil İmaniyyeti

İmân hakikatlerinin toplamı,

Ve Tûrit Tecelliyatil İhsaniyyeti

İhsanlarının ve gaip nurlarının tecellilerinin Tûr Dağı,

Ve Mehbitil Esrarir Rahmaniyyeti

Rahmani sırlarının beliriş yeri,

Ve Arûsil Memleketir Rabbaniyyeti

Vahdet (birlik) sarayının sırlarına mahrem olan,

Ve Vasıtatı İkdin Nebiyyin

Bütün Nebilerinin ahd ve yeminlerinin vasıtası,

Ve Mukaddimi Ceyşil mürseliyn

Resûller ordusunun önderi ve öncüsü,

Ve Kadi Rekbil Enbiyâil Mükerremiyn

Mükerrem kıldığın bütün nebilerinin yedicisi ve sürücüsü,

Ve Efdalil Halkı Ecmaiyn

Bütün yaratılmışların en üstünü,

Hâmili Livâil İzzül Â’lâ

İzzet sancağın olan Livâ-i Hamd’in sahibi,

Ve Mâliki Ezimmetil Mecdil Esnâ

Azamet ve kerem dizgininin sahibi ve kullanıcısı,

Şahidi Esraril Ezeli

Ezel sırlarının şahidi,

Ve Milşahidi Envârı Sevâbikil Üveli

Bütün âlemler yok iken, Allah ilminde mevcut olan nurların müşahidi,

Ve Tercümanı Lisanil Kıdem

Kelâm-ı kadimin (öncesiz kelamın) olan Kur’an-ı Azimüşşan’ın tercümanı,

Ve Menbâil İlmi Vel Hilmi Vel Hikem

İlmin, hilmin (yumuşaklığın) ve hikmetlerin kaynağı,

Mazharı Sırril Cudil Cüziyyi Vel Külliyyi

Dünyada kullarına bahşettiğin cüz’i nimet ve ihsanlarınla, âhirette ihsan ve inayet buyuracağın külli (toplu) nimetlerinin tamamına ait sırların açıklayıcısı,

Ve İnsani Aynil Vücudil Ulviyyi Vessüfliyyi

Ulvi (yüce) veya süfli (adi) insan vücudunun göz bebeği (Bilindiği gibi, gözbebeği görmek için zâhiri sebeptir. Görmek, onunla mümkün olur. Gözün sırrı, süsü ve faydası odur. Onunla bütün yararlara erişilir. Gözbebeği olmazsa, birçok büyük menfaatler ve faydalar ele geçirilemez. Oysa Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, ulvi veya süfli bütün varoluşun, iki cihanda nimetlendiği ve faydalandığı gözbebeğinden elbette daha kıymetlidir.)

Ruhu Cesedil Kevneyn

Dünya ve ahiretin veya gayb (görünmezlik) âlemi ile şuhud (görünürlük) âleminin cesetlerinin ruhu (Dünya ve ahiret ehlinin cesetlerinin ruhu),

Ve Aynî Hayatid Dâreyn

Dünya ve ahiret hayatının (iki cihanın) gözü,

El Mütehakkiki Bi Alâ Rütebil Ubudiyyeti

Kulluk rütbesinin en yüksek ve en yüce derecelerinin gerçekleştiricisi (Kulluğun en büyük rütbe olduğunun öğreticisi),

Vel Mütehalliki Bi Ahlâkil Makamatil İstifâiyyeti

Seçtiğin ve beğendiğin en güzel ahlâk makamları ile ahlâklanmış olan,

El Halilil Âzam

En büyük ve sadık dostun

Vel Habibil Ekrem

En soylu sevgilin,

Seyyidinâ Muhammed Bin Abdillah Bin Abdilmuttalip

 

Efendimiz, Abdülmuttalip oğlu Abdullah oğlu Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a,

Ve Alâ Sâiril Enbiya Vel Mürseliyn

Ve gönderdiğin diğer nebilere, peygamberlere,

Ve Alâ İbadillahis Salihiyn

Ve bütün salih kullarına,

Min Ehlis Semavati ve Ehlil Ardiyn

Göklerde ve yerde bulunanlar arasından,

Küllemâ Zeker Ez Zakirûn

Bütün zâkirler zikrettiği müddetçe

Ve Gafele An Zikrikel Gafilûn

Ve senin zikrinden gâfil olanların da gafletleri müddetince

Ve Sellim ve Radiyallahu Anh, Ashabı Resûlillahi Ecmaiyn

Ve Resulü Zişan’ın ashabına da saadet ve selâmet ihsan buyur ve onların hepsinden razı ol, yâ Rabbi.

devamı...

VAHDETNAME

Daha Hâlık ile mahlûk yok iken

(Yaratan, yartılan)

Biz onu izhar ve ilân eyledik

Âdem için hiçbir mekân yok iken

Hanemize aldık, mihman eyledik

(misafir)

Kendisinin henüz ismi yok idi

İsmi şöyle dursun, cismi yok idi

Hiçbir kıyafeti, resmi yok idi

Şekil verip tıpkı insan eyledik

Yerleri gökleri yaptık yedi kat

Altı günde tamam oldu kâinat

Yarattık içinde bunca mahlûkat

(yaratıklar)

Erzakını verdik, ihsan eyledik

(rızıklarını)

Asılsız fasılsız yaptık cenneti

(süs)

Huri, gılmanlara verdik ziyneti

Türlü vaadlerle herbir milleti

Sevindirip şad ü handan eyledik

(mutlu, güler)

Bir cehennem kazdık gayetle derin

Azap ateşiyle eyledik tezyin

(süsledik)

Kıldan gayet ince kılıçtan keskin

Üstüne bir köprü mizan eyledik

(ölçek yaptık)

Gerçi "Kün" emriyle varoldu cihan

(ol)

Arş`ı Kürs`ü gezdik durduk bir zaman

Boş kalmasın diye kevn ü mekân

(kainat)

Âdem`in halkını ferman eyledik

(Yaratılmasını emrettik)

Arif olan bilir sırr-ı müphemi

(belirsiz sırrı)

İzhar etmek için İsm-i Âzâm`ı

(açığa çıkarmak için)

Çamurdan yoğurduk yaptık Âdem`i

Ruhumuzdan bir ruh revan eyledik

Âdem ile Havva birlik idiler

"Ne güzel bir mekan bulduk" dediler

Cennetin içinde buğday yediler

Sürdük bir tarafa puyan eyledik

Âdem`le Havva`dan geldi çok insan

Nebiler, veliler oldu nümayan

Yüzbin kere doldu, boşaldı cihan

Nuh Neciyullah`a tufan eyledik

Salih`e bir deve eyledik ihsan

Kayanın içinden çıktı nâgehan

Pek çokları buna etmedi iman

Onları hâk ile yeksan eyledik

Bir zaman Eshab Kehf’i uyuttuk

Hazret-i Musa`yı Tur`da okuttuk

Şit`e çulha yaptık bezler dokuttuk

İdris`e biçtirip kaftan eyledik

Süleyman`ı dünyaya sultan eyledik

Eyyub`a acıdık derman eyledik

Yakub`u ağlattık, nalân eyledik

Musa`yı Şuayb`a çoban eyledik

Yusuf`u kuyuya attırmış idik

Mısır`da kul diye sattırmış idik

Zeliha`yı ona çattırmış idik

Hatasından bendi zindan eyledik

Davud peygambere çaldırdık udu

Kazadan kurtardık Lût ile Hûd`u

Bak ne hale koyduk nâr-ı Nemrud`u

İbrahim`e bağ ve bostan eyledik

İsmail`e bedel cennetten kurban

Gönderdik, şad oldu Halilülrahman

Balığın karnını bir hayli zaman

Yunus peygambere mekân eyledik

Bir mescide soktuk Meryem Ana`yı

Babasız doğurttuk orda İsa`yı

Bir ağaç içinde Zekeriya`yı

Biçtirip kanını rizan eyledik

Beyt-i Mukaddes`de, Kudüs şehrinde

Nehr-i Şeria`da, Ürdün nehrinde

Temizlemek için günün birinde

Yahya`yı İsa`yı üryan eyledik

Böyle cilvelerle vakit geçirdik

Bu enbiya ile çok iş bitirdik

Başka bir Nebiyy-i Zişan getirdik

Onun her sözünü Kur`an eyledik

Kureyş kafirlerini ettik bahane

Muhammed Mustafa geldi cihane

Halkı davet etmek için imane

Murtaza`yı ona ihvan eyledik

Ona kıyas olmaz asla bir nebi

Nebiler şahıdır Hakk`ın Habibi

Dünyanın ahiretin odur sahibi

Biz onu Nebiyy-i Zişan eyledik

Bu sözleri sanma her insan anlar

Kuş dilidir, bunu Süleyman anlar

Bu sırr-ı müphemi ârifân anlar

Çünkü cahillerden pinhan eyledik

Hak ile Hak idik biz ezelîde

Ta rûz-u Elest`de, Kalû Belî`de*

Hüdâ mekânında, bezm-i celîde

Cemâlini gördük iman eyledik

Vahdet âlemini bilmeyen insan

İnsan suretinde kaldı bir nâdan

Bizden ayrı değil Hazret-i Sübhan

Bunu Kur`an ile ayan eyledik

Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır

Doğan, ölen, yapan, bozan Hep Hak`tır

Her nereye baksan Hakk-ı Mutlak`tır

Ahval-i vahdeti beyan eyledik

Vahdet sarayına girenler için

Hakk`ı Hakkel yakîn görenler için

Bu sırrı, Harabî, bilenler için

Birlik meydanında cevlan eyledik.

(Harabi’den adapte edilmiştir.)

*Ezelde Cenab-ı Hak, yarattığı ruhlara “Rabbiniz değil miyim?” (Elestü birabbiküm, 7/172) diye sormuş, onlar da “Evet” (belî) diye cevap vermişlerdi.

devamı...

SURETTEN GEL SIFATA

Suretten gel sıfata, orda mânâ bulasın

Hayallerde kalma gel, erden mahrum kalasın

 

Bu yolda acaib çok, sen acaibe aldanma

Acâib orda ola, dost yüzünü göresin

 

Aşk kuşağın kuşan gel, dostun yoluna var gel

Mücâhede çekersen, müşâhede göresin

 

Burda aşkın şehrine üçyüz deniz geçerler

Üçyüz deniz geçip de yedi tamu bulasın

 

Yedi tamuda yan gel herbirinde kül ol gel

Vücudun orda ko gel başka vücud bulasın

 

Hakikattir Hak şehri, yedidir kapıları

Dergâhında yazılı, gidip kudret göresin

 

Evvelki kapısında bir kişi olur orda

Sana söyler teslim ol sen âşıklık bulasın

 

İkinci kapısında, iki aslan vardır orda

Niceleri korkutmuş, olmasın ki korkasın

 

Üçüncü kapısında, üç yılan vardır orda

Sana hamleler eder, olmasın ki dönesin

 

Dördüncü kapısında, dört pirler vardır orda

Bu söz sana rümuzdur gör ki delil bulasın

 

Beşinci kapısında, beş ruhban vardır orda

Türlü Metalar satar, olmasın ki alasın

 

Altıncı kapısında, bir hûri oturur orda

Sana der ki gel beri, olmasın ki varasın

 

Çün sen orda varasın o hûriyi alasın

Bu faydadan ötürü yoldan mahrum kalasın

 

Yedinci kapısında, yediler oturur orda

Sana derler: “kurtuldun gir,” dost yüzün göresin

 

Şu dediğim sözlerim vücud dışında değil

Tefekkür kılar isen hepsini sende bulasın

 

Yunus, işbu sözleri Hak varlığından söyler

İstersen kaynağını, âşıklıkta bulasın

 

Yunus Emre

devamı...

NEFS MERTEBELERİ (BENLİK DÜZEYLERİ)

Cenab-ı Hak, kendi hikmetiyle, zatının sırlarını görünmeyen göklerden yere indirip, has isim ve sıfatlarını açığa vurmak, belli ettirmek için, o sırları insanın özünde saklamıştır. Ancak, nefsinin karanlıklarına gömülen insan, dünyaya gelişinden evvel sahip olduğu değer ve kemalleri unutmuştur. Canı gönülden dünyaya ve nefsin şehvetlerine yönelince, insanlar cehalet sıfatını kazanmış ve eski vatanlarıyla asıllarını tamamen unutmuşlardır. Sonra Allah, onları bu gaflet uykusundan uyandıracak, onlara doğru yolu gösterecek, iç ve dışlarını temizleyip düzenleyecek peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Ta ki karanlık ve şehvet perdelerini kaldırıp nurlar alemini keşfetsinler, ilk asıllarını hatırlayıp ona dönsünler. Bu arzu ve istekle Allah’a bir karış yaklaşanlara, O on metre yaklaşır ve O’na yürüyerek gidenlere, O koşarak gelir.

İslam bilginlerine göre, insanın iki ruhu vardır. Bunlardan birine hayvani ruh, diğerine insani ruh demişlerdir. Onların hayvan ruhu dedikleri, ince (latif) bir cevherdir ki, bedendeki hayat, duygu, hareket ve iradeyi taşır. Bu ruha tekabül eden, onunla ilişkili benlik kavramına, biz nefs-i emmare, hayvani nefs veya şehvani nefs diyoruz. İnsani ruhla ilişkili benlik ise nefs-i natıka, yani konuşan nefstir ki, levvame, mülhimme, mutmainne, raziye, marziye ve kamile mertebelerine erişebilen nefs, insani nefstir.

 

1. Nefs-i Emmare

Bu ilk makamda nefs-i natıka (yani insani nefs), şehvani nefse yenilmiştir. Kötülük işlemeye emredici, zorlayıcı olmuş ve bu yüzden, Emmare adını almıştır. Nitelikleri, cehalet, cimrilik, hırs, kibir, böbürlenme, şehvet, kıskançlık, kötü ahlak, boş şeylerle uğraşmak, alay etmek, incitmek, kavga etmek ve azarlamak gibi kötü hallerdir.

Nefs-i emmare, insana bir yüktür. Her rezilliği yapıp, pisliği temizlemeyi babasına bırakan sarhoş bir evlat gibidir. Gerçi nefs, yani benlik, Allah’ın sonsuz lütfunun eseridir. Fakat dünyaya meyletmesi ve şehvani şeylere şiddetle bağlanması nedeniyle kirlenmiştir. Sırf şehvet olan hayvani duyguların etkisi altında kalmış, ona bağlanmış ve böylece hayvan sınıfına girmiştir. Kendi güzel vasıflarını, hayvanların çok kötü nitelikleriyle değiştirmiş, onlardan yalnız şekil olarak farkı kalmıştır. Şeytan bile ondan kuvvet almıştır. Bu öyle habis bir nefstir ki, içimizde bir düşmandır. Bir diktatör gibi zorlayıcı, dediğini yaptırıcıdır. Dahası, tam altedildiğini, kesinlikle yenildiğini sandığımız bir sırada, hiç umulmadık bir anda saklandığı taşın altından çıkıverir ve olanca azgınlığı ile bizi, çirkin emellerini gerçekleştirmeye zorlar. Ancak her şey olup bittikten sonra işin farkına varırız.

Yolcu, nefs-i emmare makamında iken, şeytan ona yanaşır ve onu doğru yoldan saptırmak için şu telkinlerde bulunur:

“Senin bu yolla ne ilgin olabilir? Bu yola girenlerin hepsi ölmüştür. Yalnız sözleri ve kitapları kalmıştır. Muradının Hak yoluna girmek olduğunu bilirim. Fakat bu yola kimin eliyle gireceksin? Hani, nerede o gayret ve gözlem (müşahede) sahipleri, nerede o hal ve kerametleri gösteren zatlar? O eski devirlerde imiş. Şimdi onlar gibi bir tane bile bulamazsın. Senin için en sağlam yol, yalnızca o ölülerden yardım dilemek ve şeriatla başbaşa kalıp, onunla yetinmektir.”

Şeytan, bu sözleriyle gerçeği gizlemek ister. Zaten küfür, “örtmek” ve kafir de “örten” demektir. İnsan-ı Kamil, yani yetkin mürşid ve öğretmenler, her çağda vardır. Peygamber Efendimiz, iki vasfı kendinde toplamıştı: Nübüvvet (peygamberlik) ve velayet (velilik, evliyalık) nitelikleri. Kendisi hatemü’l enbiya, yani peygamberlerin mührü, sonuncusudur. Nübüvvet onunla sona ermiştir. Fakat velayet vasfı, kıyamete kadar, onun kutsal mirası olarak devam edecektir.

Eğer salik, şeytanın bu telkinlerine kulak asar, tarikat yolundaki gayret ve çabasını azaltır, onda bu yolda soğukluk belirir ve süluka girmişken onda bir çekingenlik oluşursa, şeytan gene kendisine gelir ve der ki: “Allah, bağışlayıcıdır. Ruhsatları, yani yapılmasına izin verilen şeyleri yapanları sever. Nefsine karşı şiddetli davranmayı terket, ona yumuşak davran ki, o da sana itaat etsin.”

Eğer salik böyle yaparsa, helal ile haram arasındaki şüpheleri artar ve harama yaklaşmaya başlar. Kuşkuları çoğaldıkça kalbinin kararması artar ve bu kararma sonucunda haramları işlemeye yönelir.

Ancak eğer salike Allah’ın imdadı yetişirse, bütün bu kuruntuların şeytandan geldiğini bilir. “Ruhsatlara (izin verilenlere)sarılmak, tembellerin işidir. Onlarla amel etmek, acizlerin işidir. Şeriat edebi ve tarikat ilkeleriyle yürümeye çalışmak şarttır,” deyip hareket eder. İşte salik bunu yapabilirse, nefsi ikinci makama, yani Levvame makamına yükselir. Şehvani nefsin hapishanesinden, ilahi ruhun uzayına kanat açar. Sonunda da kibiri alçakgönüllülüğe, kindarlığı sevgiye, kırıcılığı yumuşaklığa, şehveti iffete dönüşür.

2. Nefs-i Levvame

İkinci makamdaki nefs-i natıka, kötülükleri emretmekten pişmanlık duyduğu ve kendini çok kınadığı (levmettiği) için kendisine Levvame adı verilmiştir. Emmare nefsin bazı alışkanlıklarının kalıntıları, gene bu nefste vardır. Ancak bu nefs, hak ile batılı tefrik, yani doğru ile yanlışı ayırdetme yeteneğine sahiptir ve taşıdığı olumsuz nitelikler (sıfatlar), kendisini huzursuz eder. Ancak kendini bunlardan tamamen kurtarmaya gücü yetmemektedir. Fakat şeriata sevgisi fazla ve tarikata bağlılığı devamlıdır. Namaz, oruç ve sadaka vermek gibi salih amelleri fazladır. Ne var ki bunlara gizli riya (ikiyüzlülük) karışır.

Bu nefsin sahibi, işlediği güzel amellerin halk tarafından bilinmesini ister. Onları hem Allah için, hem de gösteriş için yapar. Ancak bu huyundan tiksinir ve bu yüzden rahat etmez. Fakat ondan kurtulmak da elinden gelmez.

Bu makamda olanlar, kendi benliklerinden yok olma ve Allah’la var olmayı istemiş ve ecelleri gelmeden, kendi iradeleriyle ölüp yok olma yoluna girmişlerdir. Hz. Peygamber, “Ölmeden evvel ölünüz,” hadis-i şerifi ile, nefslerinizi öldürmeye çalışın emrini vermişlerdir. Nitekim Hz. Musa da ümmetine, “Nefslerinizi öldürünüz,” demişti (faktülu enfüseküm: Bakara, 2:54).Burada nefs’ten kasıt nefsaniyet, yani emmare’lik, bencillik ve ben-merkezciliktir.

Bu makamda durmayıp, yola devam etmek gerekir. Çünkü ikinci makamda büyük bir tehlike ve yıpratıcı bir yorgunluk vardır. Bu makamda kalanlar, rahat ve selameti bulamazlar.

İkinci makamın iki büyük tehlikesi, kibir ve öfkedir. Bunlardan öfke, şeytanın yaratıldığı ateştendir. Nitekim Hz. Ayşe annemizin kızgınlığı zamanında Hz. Peygamber ona, “İşte, şeytanın yeri diye buyrulan ateş budur,” demiştir.

Bu öfke hali, sahibinin çok tehlikeli ve uğursuz bir düşmanıdır. Bu kötü huyun özü ise, kibirlenmedir. İlaçların en yararlısı, nefsinden bu kibri yok etmektir.

Öfke ve kibirin üç ilacı vardır:

1. Kibirin yok olmasıyla, öfkenin kendiliğinden silinip gittiği görülür. Kibrin doğurucusu kesilmedikçe, yok olması imkansızdır. Kibrin doğurucusu ise, karnın doymasıdır. Onunla kibir kuvvetlenir ve öfke de kudurma derecesine varır. Onun için açlıkla uykusuzluk, muhakkak huy edinilmeli, kibir, acıkma ile kökünden kesilmeye çalışılmalıdır.

2. Öfkelenme heyecanının en kuvvetli ilacı, nefsinin zayıf olduğunu düşünmek ve bu nedenle başkasına saldırmaya kendinde hak görmemektir.

Nefsini, öfkenin sonucu ve Allah’ın intikamı ile korkutmalıdır. Hilim, şefkat, yumuşaklık gereklidir, fakat öfkeyi yenmek daha da gereklidir.

3. Öfkenin bir ilacı da şudur: Kızma anında ayakta olan hemen oturmalı, oturuyorsa kalkmalı, mümkünse bir abdest almalı ve arkası üstü yatıp şu duayı okumalıdır: “Yarabbi, beni ilimle zenginleştir, hilimle süsle ve bana ibadet ve takva ikram et, sıhhat ve afiyet ihsan eyle. Amin.”

Bütün varlıklar, saliki kıskandıkları için, onu Cenab-ı Hakk’ın huzurundan alıkoymaya ve engellemeye çalışırlar. Buna karşılık o kişi, hiçbir şeye iltifat ve itibar göstermemeli, hiç kimseden korkup çekinmemelidir.

Bu makamdaki insana şeytan, amellerini süslü gösterir ve böylece kalbine kendini beğenme duygusunu sokar. Bundan sonra da suret-i haktan görünüp der ki: “Sen artık her şeyi öğrendin. Bundan sonra senin ne ilim öğrenmeye, ne alim ve ariflerin sohbetine katılmaya, ne de vaizlerin vaazını dinlemeye ihtiyacın var. Keşke o vaiz, alim, kendi nefsine öğüt verse de senin amellerinin onda birini yapsa.”

İşte bu kandırmaca sonunda kişi, öyle kendini beğenmiş hale gelir ki, alimden bir tek nasihat almaz olur. Aklına göre ibadetini yapıp, cehalet karanlığında helak olur gider. Görüyoruz ki, şeytanın hile ve aldatmaları çoktur. Eğer gücü yeterse, salikin amelini bozar. Eğer bunu başaramazsa, yolcunun kalbine o amelden daha üstün, daha değerli öyle bir amel sokar ki, onu yapmaya kesinlikle gücü yetmez. İkinci ameli ona över ve yapmaya zorlar. Ta ki, salik onu yapmaya çalışırken birinci amelden de kesilir ve Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olur. Böylece her iki ameli de kaybeder.

Örneğin şeytan salikin kafasına, imkanları yetersiz olduğu halde Hacc’a gitme fikrini sokar. Hazırlıksız olarak Hac yollarına düşen salik, o yollarda perişan olur. Kalbi kararmaya başlar, namazlarını kazaya bırakır, dedikodu yapmaya, sövmeye, başka kötülüklere girişir. Memleketinde iken kalbi ferah, huyu güzel, gönlü şen, merhametli, yumuşak huylu, başkalarını kendinden üstün görür iken, başına gelenlerden, çektiği zorluklardan dolayı halkı yermeye, küçük görmeye başlar. Göğsü daralır, kalbi sıkıntılı, nefsi cimri, hırslı ve kınayıcı olur. Böylece şeytan muradına erer.

Eğer Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve yardımı erişir de saliki şeytanın ilham ettiği bu vesveselerden korursa, o kişi, şeriat adabı ve tarikat erkanına sımsıkı bağlanarak çalışmak suretiyle, üçüncü makama yükselebilir.

 

3. Nefs-i Mülhimme

Üçüncü makamdaki nefse, hiçbir aracı olmaksızın Cenab-ı Hak’tan doğrudan doğruya ilhamlar aldığı için, Mülhimme adı verilmiştir. Levvame’den daha üstün olmakla birlikte, bu da tehlikeli bir makamdır ve kamil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç vardır. Aksi halde, bir önceki makama geri dönüleceğinden korkulur.

Yolcu, her dileğini ve her hatasını, kusurunu yalnız kaldıklarında rehberine söylemeli, ondan gizlememelidir. Hatırına, mürşidini inkar ya da ona itiraz etmek geldikçe, hiç çekinmeden aynen ona söylemeli ve tövbe etmelidir. Çünkü mürşidine olan inancı sağlam ve kuvvetli oldukça, kalbi kuruntulardan emin olur ve kutsal aleme yükselişi güçlü olur. Kamil mürşidin eteğine tam yapışırsa, hatıra gelen iyi ve kötü fikirlerin hepsini aynen ona anlatırsa, onun verdiği ilaçları kabul edip canla başla tatbik eder ve kalben ondan razı olursa, manevi alandaki yükselişi hızlanır ve dördüncü makama çabuk varır.

Gerçek şudur ki altında bulunan iki makamdan daha üstün olmakla birlikte, bu makam da şeytanın ve nefsaniyetin ilhamlarından güvencede değildir. Hak’tan da ilhamlar aldığı için, bu ikisini birbirine karıştırır. Nefsin ve şeytanın bu aşamadaki çabası, müridin mürşidden bağını koparmaya yöneliktir. İlahi ilham süsü vererek, mürşidi müride çirkin gösterir. Oysa mürşid, insanlara bir ayna olduğundan, müridin onda gördüğü hal, kendi nefsinin çirkinliklerinden başka bir şey değildir. Bu fırtınalı denizde yolcunun sarılacağı cankurtaran simidi, şeriattır. Özellikle namazı, usulüne tam uygun olarak kılmak gerekir. Eğer bundan kendine bir kibir ve üstünlük duygusu gelirse, Allah’a yakın olanlar zümresine yükselemez ve yalnızca iyiler zümresi arasında kalır. Fakat namazı kasten terkeden, zındık olur ve namazın manevi zevkinden yoksun kalır. Sevginin bir şartı da şudur ki, seven muhakkak sevgilisinin her emrine itaat eder ve boyun eğer.

Bu makamda salike, yokluk (kendini bilmeme) hali gelir. Bu hal içinde salik, bütün bildiklerini unutur, yanlış görür, yanlış anlar ve yanılır. Duyu organları, ona yanlış algılar, idrakler verir. Ancak bunun, beşinci makama ait olan fenafillah (Allah’ta yokluk) hali ile ilgisi yoktur.

Üçüncü makamda şeytan, gene yolcunun peşini bırakmaz. Suret-i haktan görünerek ona der ki: “Sen artık her şeyi bildin, gördün, anladın. Arif bir kişi oldun. Daha bu zahmetli, yorucu amelleri yapmak senin neyine? Bundan böyle sana yakışanı şudur: Dış görünüşe ait bütün ibadet ve işleri, hiçbir şeyden anlamayan zahir ehline bırak, görünür ibadetten daha önemli ve gerekli olan murakabe ve müşahede (Allah’ı düşünmeye dalmak ve görmeye çalışmak) gibi iç ibadetlerle vaktini değerlendirmeye bak.”

Şayet mürid bu telkinlere kanıp ibadet ve mücahedeyi terkederse, kalbi kararmaya başlar ve şeytan, orada yer tutma olanağı bulur. Bunu başarınca gene ona yaklaşır ve der ki:

“Rabbin senin gerçeğindir, sen de O’nun gerçeğisin. Artık sen erdin. Fani kullara mahsus yasaklar ve kısıtlamalar, senin üzerinden kalktı. O halde, her ne diler ve neyi arzu edersen yap. Her şey sana mübahtır. Katiyyen sorumlu olmazsın.”

İşte o zaman karanlık perdeleri, yolcunun gözlerini ve kalp gözünü öyle örter ki, gerçeği hiç göremez olur. Hırsızlık, hainlik, zina, içki gibi her çeşit haramı işlemekten çekinmez. İnancı tamamiyle bozulur. Allah’tan korkmaz olur. Şeytanın öyle bir oyuncağı haline gelir ki, Allah’ı bırakıp şeytanı önder yapar. İşte şeytanın sözüne uyanın hali ve acıklı sonu budur. Eğer bu kişiye Allah’ın lütuf ve yardımı erişirse, ibadet ve mücahedede sebat eder ve aşkla devam ederse, nefsi dördüncü makama yükselir.

4. Nefs-i Mutmainne

Dördüncü makamda nefs-i natıka tatmin olmuş, kalbi emin olmuş, itminan (doyum) bulmuş, duyduğu üzüntü Cenab-ı Hakk’ın hitabıyla dinmiştir. Bu yüzden ona Mutmainne denir.

Salik bu makamda şeriattan bir zerre kadar ayrılmaz. Peygamber Efendimizin ahlakını uygulamaktan zevk alır, onun eylem ve davranışlarına uymakla kalbi tatmin bulur. Söylediği her söz, Kur’an-ı Kerim’e ve hadis-i şeriflere tamamen uygundur. Bu yüzden onu dinleyenler, dinlemeye doyamazlar, çünkü Cenab-ı Hakk’ın kalbine akıttığı gerçekler ve incelikler, onun sözlerinde dile gelir. Etrafındakileri irşad eder ve çok zaman kendi zikir ve ibadetiyle uğraşır. Övülecek sıfatların çoğunu kazanmış, cömertlik, tevekkül, teslim, sabır, ümit, doğruluk, yumuşak gönüllülük, güler yüzlülük, şükredicilik, kusurları örtücülük, hataları bağışlayıcılık ve kalp sevinci ile nitelenmiştir.

Kendi eliyle meydana gelen olağanüstü hallere ve çeşitli kerametlere itibar etmez, onları ihsan eden Cenab-ı Hakk’a sarılır. Çünkü bunlara meyletme ve onları sevmenin utanç verici ve kötülüğe götürücü olduğunu bilir. Kamil zatlar, kendilerinden beliren kerametleri bilmezler. Veya bilseler de iltifat etmezler, onları gizlemeye çalışır ve katiyyen kimseye söylemezler.

Allah’ı gerçekten seven kamil kişi için, şeriata uymayan fikirlerin hepsi de sapıklıktır. Çünkü batın ehli, dış aleme uygun olmayan iç görüşü sapık bulmuşlardır. Şeriatın her dış hükmünün bir sırrı, iç karşılığı vardır. Ama onun görünür, açık hükümlerine uymayan kişi, ne kamil, ne de arif olabilir. Şeriatın gizli hazineleri, ona açılmaz. Belki dinsiz olup sapıklıkta kalır.

Dördüncü makama erişen kimse ise, büyük çaba ve zorluklardan sonra şeytanın bileğini bükmeyi başarmıştır. Her iş ve hareketinde Allah’ın emirleri ve Peygamberin Sünneti’ne uyar. Bunlar, kabarıp taşan fırtınalı denizlerde, tutunacak tek sağlam dal ve can simididir. Böylece bu makama gelen yolcu, şeytanı kesinlikle yenmiştir. Bu nedenle de daha önceki makamlarda görülen tehlikeler, bu makamda kalmamıştır. Bundan sonraki makamlara ilerlemek, artık çok daha kolaydır.

Kur’an-ı Kerim, “Ey Mutmaine nefs, Raziye (O’ndan razı) ve Marziye (O da senden razı) olarak Rabbine dön,” (Fecr, 89: 27-28)ayetiyle bunu beyan etmiştir. Şeytan bu makamdaki kamile yaklaşamaz, yaklaşsa da hiçbir yönden yol bulup kalbine giremez ve dilese de onu kesinlikle yolundan saptıramaz. Nitekim şeytan birgün, yolda yürüyen Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne yanaşıp: “Ya Abdülkadir, ben Allah’ım, haram ettiğim her şeyi sana artık helal kıldım. Dilediğini, arzu ettiğini yap,” der. Hz. Pir, ona şu cevabı verir: “Yalan söylüyorsun. Sen şeytansın. Çünkü Cenab-ı Hak hiçbir şekilde, yasak ettiği şeylerin yapılmasını istemez ve yapın diye emretmez.”

 

5. Nefs-i Raziye

Beşinci makamda nefs-i natıka, bütün hallerinde rızanın kemal derecesini kazandığı için ona Raziye adı verilmiştir.

Bu makamdaki nefsin nitelikleri, yasaklardan sakınmak, temiz kalple sevmek, huzur, keramet, teslim ve rızada kemal göstermek, Allah’tan başka her şeyi terkedip unutmaktır. Kişi, dünyadaki olayları itirazsız, heyecansız ve gönül hoşluğu ile kabul eder. Nefsine hakim olduğu için yasak ve mekruh şeylere yönelmez. Cenab-ı Hak, onun duasını hiç geri çevirmez, mutlaka kabul eder. Fakat haya ve edebinin çokluğu, onu dua etmekten alıkoyar. Allah’tan bir şey istemeye utanır. Ancak güç durumda kalırsa dua eder ve bu dua, muhakkak kabul olunur. Allah katında azizdir. İç alemde öyle bir saltanat tahtı üzerine kurulmuştur ki, bütün dış alem onun emrini bekler.

 

6. Nefs-i Marziye

Altıncı makamda bulunan nefs-i natıkadan Cenab-ı Hak razı olduğu için ona, Marziye adı verilmiştir. Bu makamdaki insan, Allah’ın ahlakıyla bezenmiştir. İnsani istekleri terketmiş ve güzel huylu olmuştur. Günahları affeder, kusurları örter, daima iyi düşünür. Herkese şefkatli, eli açık ve vericidir. İnsanları tabiat zindanından, nefsin karanlıklarından ruhun aydınlığına çıkarmak için çalışır, sever ve onlara meyleder. Bu sevgi sırf Allah içindir ve bu nedenle de makbuldür. Nefs-i marziye, Yaratan’la yaratılanın sevgisini birleştirir.

Bu makamın sahibi her işinde ortalama davranır. Ne fazlasına gider, ne de eksiğine iner. Bu ortalama hal görünüşte kolay, fakat yapılması gayet zordur. Bu güzel meziyete sahip olmayı herkes arzu eder. Fakat ortalama halde yürümek zor olduğu için, onu uygulayabilen çok azdır. Ancak bu makamın sahiplerine özgü bir lütuf ve meziyettir.

Altıncı makamda bulunan kamile, başlangıçta büyük hilafetin (halifeliğin) müjdeleri belirir. Sonunda da bunun hilatları(kaftanları, değerli hediyeleri) giydirilir. Kul, Allah’tan aldığı bilgilerle, her şeyde var olan ince ve derin sırları bilir. Cenab-ı Hak, “Ben Adem’e bütün isimleri öğrettim,” (Bakara, 2:31) buyruğu ile, bu sırları kullarına işaret etmiştir. Bu makamda bazı gizli sırlar vardır ki, kelimelerle ifade edilemez. Hal ehli olmayanların bunları kavraması mümkün değildir, çünkü dış dünyada kıyas edilebilecekleri bir benzerleri yoktur.

 

 

 

7. Nefs-i Kamile ya da Safiye

Yedinci makama yükselmiş olan nefs-i natıkaya, bütün olgunlukları üzerinde taşıdığı, yani manevi kemalatın son basamağına vardığı için Nefs-i Kamile, nefs tamamiyle arınıp saflaştığı için de Nefs-i Safiye adı verilir.

Yedinci makam, bütün diğer makamların en yükseği ve en üstünüdür. Artık iç saltanat mükemmelliğe ermiş, mücahede tamamlanmıştır. Rizayet yapmaya ve nefsi körletmeye gerek kalmamıştır. Her konuda orta derecede davranmak yeterlidir. Bu makam sahibinin hiçbir isteği kalmamış, her dileği yerine gelmiştir. Ancak Cenab-ı Hakk’ın rızasını dilemeye devam eder.

Bu makamdaki kamil kişinin bütün hareketleri, iyilik ve ibadettir. Hoş nefesi, kudret ve inayettir. Yumuşak konuşması, ilim ve hikmettir, lezzet ve tatlılıktır. Mübarek yüzü huzur ve sevinç vericidir.

Bu makamın sahibi bir an bile ibadetsiz kalmaz. O, bütün vücut organları, dili, eli, ayağı veya sırf kalbiyle ibadet eder ve bir an bile Cenab-ı Hak’tan gafil kalmaz.

Bu zat, çok tövbe ve istiğfar eder. Çok alçakgönüllüdür. Halkın Allah’a yönelmesi, onu çok memnun eder. Halkın gafleti, Allah’tan uzaklaşması ise onu çok üzer ve kızdırır. Allah’ı isteyenleri ve sevenleri, kendi çocuğundan fazla sever. Gerek sevgisi, gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir. Her şeyi yerli yerinde yapar: Her halinde adaletle hareket eder. Her dileği, Allah’ın dileğine uygundur.

 

Son Üç Makama Dair

Beşinci, altıncı ve yedinci makamlar, tasavvufta çok sözü edilen bazı oluş ve belirişlerin makamlarıdır. Örneğin nefs-i raziyede ilme’l yakin mertebesinde bulunan talip, nefs-i marziyede ayne’l yakin mertebesine ve nefs-i safiyede de hakke’l yakin mertebesine erişir. Gene, raziye fiillerin, marziye isim ve sıfatların, safiye ise zatın tecelli makamıdır. Bu haller, çok az sayıda insana nasip olur.

 

İlme’l Yakin, Ayne’l Yakin, Hakke’l Yakin

Yakin, Allah’a kesin olarak yakın olma şeklinde tanımlanabilir. Bunun birinci basamağı, bu konuda bilgilenmek, ikinci safhası bunun delillerini görmek (müşahede etmek), üçüncü aşaması ise gerçekten öyle olmaktır.

Bunu bir benzetişle anlatalım: Bir ateş, bir kömür parçasını duvardan yansıyan ışığı ile aydınlatırsa, bu ilme’l yakin’e benzer. Eğer o kömür ateşin yanına yaklaşır, onun ısı ve ışığı ile vasıtasız aydınlanırsa bu, ayne’l yakin’e misaldir. Eğer o kömür ateşin içine düşer, o ateşle yanarsa, bu da hakke’l yakin misalidir. Gerçi salik, mücahede ile altıncı mertebeye kadar yükselebilir, fakat yedinci makama ulaşması, ancak Cenab-ı Hakk’ın ihsan edeceği cezbeye bağlıdır. Bu hakke’l yakin mertebesi, her şeyi nefsinde toplamış ahadiyet (birlik) mertebesidir. Birçok insanlar, olgun ve erişkin bir kimse olabilmek için Allah’a inanmanın yeterli olduğunu sanırlar. Oysa bu bir hatadır. Çünkü yalnız Allah’ın birliğine inanmak yetmez. Salike gerekli olan, vahdaniyeti (Allah’ın birliğini) görmek ve her şeyde onun varlığını idrak etmektir. Yalnız bilme fayda vermez, eksiktir. Müşahede (görebilme) gereklidir. Müşahede ise mücahedesiz (çaba ve gayretsiz) elde edilemez.

 

Fiillerin, İsim-Sıfatların ve Zatın Tecellisi

Beşinci, altıncı ve yedinci makamların diğer bir özelliği de, bunlardan beliren tecellilerdir.

Fiillerin tecellisi şudur: Cenab-ı Hakk’ın fiilerinden bir fiil, o kulun kalbinde doğar, onda tecelli eder. Bütün eşyada cereyan eden ilahi kudretin bir yönü, o kulunda belirir. O kul da, durduran ve yürütenin yalnız Cenab-ı Hak olduğunu görür. Bu durumu ancak o makamın sahibi bilir.

İsimlerin tecellisinde, Cenab-ı Hak, güzel isimlerinden bir ismini kulunun kalbine doğurur. O kul da bu ismin kudreti ve nurları altında öyle yenilir ve afallar ki, o anda Cenab-ı Hak o ismiyle çağırılsa, o kul cevap verir.

Sıfatların tecellisi de şudur: Cenab-ı Hak, kendi sıfatlarından birini kulunun kalbinde belirtir. Bu kulun bütün insani sıfatları yokolmuş, Cenab-ı Hak onun kalbinde, kendi sıfatlarından birisiyle görünmüştür. Örneğin Cenab-ı Hak ona işitme sıfatıyla görünürse, o kul canlı cansız bütün varlıkların konuşmalarını işitir, söylediklerini anlar.

Zat tecellisi, Cenab-ı Hakk’a çok yakın olmaktır. Salik artık sırf ibadet yolu ile, alçakgönüllülük, acizlik, zayıflık ve fakirlikle vasıflanmıştır. Nefsi bu vasıflarla Allah’ı, Allah’lık vasıflarıyla da kendini bilir. Bu kamilin nefsi, zillet ve yokluğu bulduğundan, kulluk aynası, ilahi aynaya karşı durur ve birinde ne varsa, ötekinde de o görünür. Nitekim kudsi hadiste Cenab-ı Hak, “Yer ve göklere sığmam, fakat gerçekten inanan kulumun kalbine sığarım,” buyurmuştur.

 

Tevhid-i Ef’al, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zat

Yukarıda anlatılanlarla bağlantılı olarak tasavvufta geçen konulardan biri de, fiillerin (ef’al), sıfatların ve zatın birlenmesi(tevhidi)’dir.

Tüm evreni bir kitaba benzetirsek, bazı mutasavvıflar, kainattaki her nesneyi ve her olayı, Allah’ın diliyle yazılmış birer kelimeye benzetmişlerdir. Bu muazzam Kainat Kitabı’nın yapıtaşlarını, insanların dilindeki gramer ve dilbilgisi cinsinden anlatmaya çalışmışlardır. Her dilde temel sözcükler; eylem ifade eden fiiller, nitelik belirten sıfatlar ve çoğu kez sıfatlarla ilgili bulunan isimlerden oluşur. Bu zatların düşüncesine göre, Allah’ın isim ve sıfatları, O’nun zatından; fiilleri, yani hareketleri de isim ve sıfatlarından türemiştir. Bu sözcükleri, ilahi kudretin beyaz ışığını renklere ayıran, çeşitli yer ve biçimlerde odaklayan prizma ve mercekler olarak da düşünmek mümkündür. Her isim ve sıfattan, ona özgü sonsuz sayıda eylem ve hareketler belirir, türer. Yaratılış olayının son aşaması fiiller olduğundan, manevi yükselişin de ilk aşaması, bu fiillerin hepsinin Allah’tan kaynaklandığını, O’nun tarafından yaratıldığını bilmektir. Bundan sonra ise isim ve sıfatların tevhidi, yani bunların hepsinin Allah’a ait ve O’nun tecellileri olduklarının anlaşılması gelir. Son olarak, bu tecellilerin ilk kaynağının, yani Allah’ın zatının da bir olduğu kavranır.

 

Kainat Kitabının Çözülüşü

Basit ve yalın ifadelerle anlattığımız yukarıdaki hususlar, Kainat Kitabı’nın anlaşılmasında ancak çok genel ve soyut(mücerret) bir yol gösterici olabilirler. Bu anlatımların gerçeğinin yaşanması ise, çok başka bir şeydir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, görünen varlıklarda nice manalar bulunduğunu insanlara bildirmiştir. Gerçekten insanın konuştuğu kelimelerin herbirinde bir anlam vardır ki, kendinden öncekilere ve sonrakilere göre anlamı başkadır. Bunun gibi, görünen varlıkların herbirinde bir sır (gizlilik) vardır ki, o sır her insana başka türlü görünür. Tüm çıplaklığı ile görülebilmesi ise pek zor ve pek ender bir olaydır. Cenab-ı Hak o sırları, yalnız nefsini bilen arif kullarına bildirmiş ve bilge olmayan kullarından gizlemiştir.

Elinizdeki kitap da böyle değil midir? Bu kitaptaki kelimeleri ilim adamları okuduğunda, manasını anlarlar. Fakat cahil insanlar ona baktığında, ne okuyabilir, ne anlayabilir ve ne de ondan bir lezzet alabilirler. Ancak bu kitabın yazılı satırlarını görebilirler.

İşte, tabiat alemi de buna benzer. Ne var ki, tabiat kitabını okumak, bu kitabı okumaktan çok daha zordur. Bu Kainat Kitabı’nı okuyabilmek, veya okumuş olsak bile anlayabilmek, öyle herkesin harcı değildir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetname’si esas alınarak hazırlanmıştır.

devamı...

NEFİS ŞEYTANLA BİRDİR

Kendi tatlı canına

Nefsin yavuz yoldaştır

Nefsine uyma şâhım

Aldar seni, kallaştır

 

Hayır der şerre iletür

Doğru tamuya çeker

Küfrü imân gösterir

Yol kesici, kalmaştır

 

Nefis şeytanla birdir

Çokları nefse esir

Nicenin nefs elinden

Ciğeri dolu yaştır

 

Kim ki nefsine uydu

Kendini oda koydu

O nefsine uymayan

Bil ki devletli baştır

 

Nefs kadîm Hakk’a âsi

Yoktur ateş korkusu

İşi benlik davası

Emmâredir, serkeştir

 

Nefsin hacca vardığı

Mescidlere girdiği

Aç yalın yürüdüğü

Maksadı bir sapaştır

 

Hak rızasından kaçar

Hevâ yolunda uçar

Kibir, kin, buhl ü hased

Bunlar nefse yoldaştır

 

Nefs ölümünü anmaz

İşin sonunu sanmaz

Öğüt versen hem almaz

Sanki bir katı taştır

 

Riyâdır hep taati

Hod benliktir âdeti

Terk ettir âdetini

Evliyâya ulaştır

 

Kanaat kılıcıyla

Kes nefsinin başını

Nefse uyup canını

Zor mihnete sataştır

 

Uyma nefsin itine

Eriş mürşid katına

Nefsine uyar isen

Var boş yere dolaş dur

 

Nefsi bırak, aşka uy

Dervişlikten doy hem, doy

Dervişlikten doyanın

Varı yolda taraştır

 

Bağla nefsin itini

Yemesin halk etini

Emîn olma nefsinden

Deme nefsim yavaştır

 

Keser tamah damarın

Vurur nefsin boynunu

Gör âşıklar nefs ile

Dün gün nice savaştır

 

Bu Eşrefoğlu Rumî

Nefsini öldüreli

Nereye baksa Dost yüzü

Gözlerini tutaştır

 

Eşrefoğlu Rumî

devamı...

İÇERİ

Şer-i şerif inkâr olunmaz amma

Şeriat var şeriattan içeri

Tarikatsız Allah bulunmaz amma

Tarikat var tarikatten içeri

 

Gördüğün şeriat şeriat değil

Gittiğin tarikat tarikat değil

Hakikat sandığın hakikat değil

Hakikat var hakikatten içeri

 

İnsan-ı Kâmil`e gel eyle dikkat

Hakk`ın cemâlini edersin rüyet

Sade Hak var demek değil marifet

Marifet var marifetten içeri

 

(Harâbî’den adapte edilmiştir.)

devamı...

ZİKRİN GEREĞİ

İnsanların yaratılmalarının hikmeti : Allahı tanımak, ona ibadet ve kulluk ederek anmaktır. Zariat suresinin 56. ayetinde bu husus açıkça ifade edilmektedir. Allahı bilmek ve anmak, farzdan evvel farz derecesinde sayıldığından, zikrin önemi açıkça ortaya çıkmaktadır.

Ahzab Suresinin 42. ayetinde : "Ey Mü`minler, Allah`ı çok zikrediniz, sabah ve akşam teşbih ediniz" buyurulmaktadır. Zikir İçin belli bir sınır yoktur. Bütün farzlarda olduğu gibi, zikrin terkinde de geçerli hiçbir Özür yoktur. Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz buyurmuş ki; "Kalpler demirin paslandığı gibi paslanır, onun cilası Kur`an okumak ve Allah`ı çok zikir etmektir." Buyuruyorlar ki : "Bir şeyi çok seven, onu çok anar. Allah sevgisi de onu anmakla, zikirle belli olur."

İbni Abbas (R.A.) Hazretleri demişler ki : "Allahu Teala kullarına neyi farz kıldıysa, muhakkak o farz için sınır da tayin etmiştir." Özür halinde o farzı yapma­yanları mazur görmüştür. Fakat zikir için sonu gelen bir hudut koymamış, terki için de özür kabul etmemiştir, insanların bütün hallerinde zikri emir buyurmuşlardır. Bundaki amaç, her an Allah`ı anmak ve unutmamaktır. Cenabı Hak, Bakara Suresinin 152. ayetinde Ümmeti Muhammed`e: "Siz beni zikir ediniz ki, ben de sizi anayım" buyur­maktadır. Ahzab Suresinin 41. ayetinde de : "Kalp dili ile zikrediniz ki kurtulasınız" buyurmuşlardır. Kehf Suresinin 28. ayetinde: "Ve o kimseye itaat etme ki kalbini zikrimizden gafil bırakmışız, keyfinin ardına düşmüş ve işi haddini aşar olmuştur" buyurularak, zikrin önemi belirtilmiştir. Ayrıca pek çok ayeti kerime ile bu önemli ibadetin gereği açıklanmıştır.

Kulluk görevimiz, Allah`a şükretmeyi gerektirir. Bize sunulan sayısız nimetler için şükretmek, o nimetlerin şükrüne sebep olmaktır. Zikirle Allah`ın ikramlarına ula­şılır. Şeytanın şerri yok edilir. Allah`ın rızasını kazanan kullar arasına girmek nasip olur,

Resulullah`a sordular : "Kıyamet günü Allah yanında derece itibarı ile hangi kullar daha üstündür?" Buyurdu ki : "Allah`ı çok zikredenler." Resulullah gene buyu­ruyorlar ki: "Ademoğlunu azaptan kurtaracak, zikrullahtan daha tesirli bir ameli yok­tur." Gene bir hadisi şerifte: "Allah zikir meclisleriyle meleklere övünür" diyerek, Al­lah`ı anmanın değerini, güzelliğini, mutluluğunu belirtmişlerdir.

Allahü Teala`nın 99 Esması vardır. Her kim bunları ezberler ve okursa, cennete girer, denilmiştir.

Resullullah buyurdular ki ; "La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh, lehül mül­kü ve lehül hamdü ve hüve ala külli şeyin kadir : Her kim bu tevhidi günde yüz kere okursa, on köle azat etmiş kadar sevap kazanır. Yüz günahı silinir, geceye kadar şey­tandan korunur."

Her kim bir günde yüz defa Sübhanallahi ve bihamdihi tesbihini okursa, deniz köpüğü kadar günahı olsa dökülür.

Muhyiddin Arabî Hazretleri diyor ki: "Boynunuzu Cehennem`den azad ettirmek ve nefsinizi Allah`tan satın almak için, 70 bin defa Lâ İlahe İllallah deyiniz."

Bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir: "Dört şey var ki, bunlar kimde bulunursa Allahu Teala onun için cennette ev yapar ve Allah`ın Azam nurunda olur: l. Lâ ilahe illallah zikri, 2. Elhamdülillah demek, 3. Estağfirullah demek, 4. Bir belaya uğrayın­ca, İnna Lillah ve İnna İleyhi Raciun demek."

Gene bir hadisi şerifte denilmiştir ki : "Kıyamet gününde Allahu Teala yedi kı­sım insanı, kendi gölgesinden başka gölge bulunmayan o günde, gölgesinde gölgelen­direcektir, O yedi kısımdan biri de tenhada Allah`ı zikredip, o esnada Allah korkusundan gözlerinden yaş akıtandır." Resulullah Efendimiz, "Allah`ım, senin zikrin için kalp kulaklarını aç, taatle beni rızıklandır ve kitabınla da amel nasip eyle. Allah`ım, beni, şükrünü arttıran, zikrini çok yapan, nasihatine uyan ve vasiyetini tulan kullarından eyle" şeklinde dua etmişlerdir.

Kulda Allah sevgisinin gerçekleşmesi, onun Resulüne beslenen sevgi şartı ile tamamlanır. Resulullah sevgisi, can sevgisinden de öne geçmedikçe imanınız olgunlaşmaz. Onun sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek, temiz ahlakını ve yaşa­yışını örnek almadıkça, imanınız kemale ermez, imanın mertebeleri, Resulullah Efendimize olan bağlılık derecesine göre yücelir. Resulullah Efendimiz buyurdular ki: "Sefa ve vefa ehli olanların alameti, bana olan muhabbetini esirgemeyip, cömertçe vermek; bu muhabbeti kendi bütün sevdiklerinin üzerinde, üstün ve seçkin görmek ve kalbi, Allah zikrinden sonra beni anmakla meşgul kılmaktır."

Ashabı Kiram`ın sorusunu cevaplayan Resulullah Efendimiz, "Gerek zamanımda, gerek başka diyarda, gerekse zamanımdan sonra gelsin, muhabbet ehlinin, şevk ve sevgi sahibi olanların aşk, şevk ve muhabbetlerini bilirim. Getirilen salatlar benim üzerime arz olunur," buyurmuşlardır. Selat ve selamın müminler için ne denli önemli olduğu böylece açıklanmıştır.

devamı...

YAKARIŞ

Bismillahir Rahmanir Rahim.

Yarabbi, salât ve selâmın, Peygamber Efendimizin ve onun kıyamete kadar sürecek olan olgun vârislerinin, takipçilerinin üzerine olsun.

Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım, Sana sığındım. Bismillahir Rahmanir Rahim sırrındaki korumanla beni koru.

Evvel ve Âhir olan Allah’ım, beni gayb esrarının hazinesine dahil et; ki bütün kuvvet ve kudret, o gayb hazinende saklıdır.

Halim ve Settar olan Allah’ım, beni öyle bir yolda yürüt ki, Sen o yolun yolcularını koruyarak bütün gözlerden sakladın, iki dünyanın kaza ve belâsından kurtardın; onların damarlarında yürüyen kan Sen oldun.

Âlemleri kudreti ile kuşatan Allah’ım, beni Mecid (Ululuk) isminle, güvencene, mânevi kuşatmana aldığın bekâ sâkinlerinden kıl.

Ey her şeyi gören ve her şeyi söylemeden işiten, beni izzetinle aziz eyle. Benim nefsimi, dinimi, eşimi, evlatlarımı, evimi, malımı koruyuculuğunla muhafaza et. Senin emrin ve iznin olmaksızın, hiç kimseye hiç kimseden ve hiçbir yerden zarar gelemez.

İstemediğini men eden ve istediğini de defeden Allah’ım, ayetlerinin ve kelimelerinin hürmetine, insan kılığındaki şeytanların şerrinden beni koru. Şeytana uyup zalim olanlardan, nefsine uyup zorba olanlardan koru.

Senden ve Senin rızandan beni ayırma. Ayırmaya çalışanları benden uzak tut.Yarabbi, senin yardımın olmadan bizi zalimlerin elinden kim kurtarabilir? Ey her güzelliğin pınarı ve her tür temizliğin kaynağı olan Allah’ım, bana dua ve yakarış lezzetini tattır.

Ey selâmet sahibi, beni ve sevdiklerimi bütün düşmanların hücumundan, üstün gelmesinden, zorbalığından koru.

Ey her yüceliğin ve her büyüklüğün sahibi, bana cemal, celâl, ikbal kıyafetini giydir; beni kemal tacı ile taçlandır. Cismime ve ruhuma bu sırrı göster.

Ey her dostluğun kaynağı ve her değerin sahibi olan Allah’ım, senden bana bir dostluk ihsan et ve aşıla ki beni gören bütün kullarının kalbinde, sana, bana ve birbirlerine karşı sevgi uyansın.

Ey güzelliklerin yaratıcısı olan Allah’ım, dilimin düğümünü çöz. Her sözümde hatalardan uzak olayım. Merhametin ve üslup güzelliğinle, sözümü anlatmayı ve anlamayı nasip eyle. Seninle gören, seninle bilen, seninle alıp seninle veren kalp sahiplerinin sıfatı ile beni sağlam kıl.

Ey Cebbar ve Kahhar olan Allah’ım, kuvvet ve şiddetinle, kudret ve izzetinle beni esirge ve sakla. Senden gayri kimse, kimseye yardım edemez; ancak senin yardımının vasıtası olur.

Ey her zorluğu kolay kılan, her kapıyı açan Allah’ım, benim üzerime kapalı olan kapıları aç, bana her zorluğu kolaylaştır.

Ey Lâtif ve Rauf olan Rabbim, kalbime öyle bir iman koy ki, o inançla doyumlu, emin ve sâkin kalpli müminlerden olayım.

Ey her sabrın ve her şükrün sahibi olan Allah’ım, beni Kur’an’da övdüğün, rahmet olunmuş Muhammed ümmetinden eyle.

Ey âlemleri saklayan ve her tevekkül ehline vekil olan Allah’ım, beni koru, hıfzeyle.

Ey kayyumiyetiyle yerleri ve gökleri direksiz tutan; ey fâni âlemde daim olan Allah’ım, Hak yolunda iki ayağımı sabit kadem (sağlam) kıl.

Ey büyükler büyüğü, ey yardımcıların yardımcısı olan Allah’ım, bana yardım et, beni bütün düşmanların fenalığından, incitişinden esirge.

Ey her hayra talip, her düşmana galip olan Allah’ım, beni gerek söz, gerekse fiillerimde Nebiyyi Ekrem Efendimizle sağlamlaştır.

Ey kullarını nzıklandırıcı, rızık konusunda kâfiri, mümini ayırmadan, herkesin çabasına göre rızık bağışlayıcı olan Allah’ım, beni helâl nimetlerinle nimetlendir. Bana cömert bir rızık nasip et. Senin rızık verdiğini bilerek yiyeyim ve öylece kullarına da yedireyim.

Ey kadîm sıfatların sahibi olan Zat-ı Ahadiyet, habibin Muhammed Aleyhisselam sana: “Allah’ım, bana eşyanın hakikatini göster” (Allahümme erinel eşyae kema) diye dua ettiğinde, sen ona şöyle cevap vemiştin: “Habibim, gördüğün şu eşya, bu varlık, zâhiri açısından Lâ ilâhe, bâtını itibariyle İllallah’tır. Ümmetime söyle, eşyaya baktıklarında zahirinin Lâ ilâhe, bâtınının da İllallah olduğunu bilsinler.” Beni de bunu bilen marifet sahibi takva ehlinden eyle- Ümmet-i Muhammed içinde beni kâmil bir veli kıl, beni yüce makamlara çıkar. Velî ve Âlî isimlerini üzerimde tecelli buyur.

Yarabbi, Gani isminle bana ikram eyle. Kerim isminle benden bütün insanlara ve varlıklara hürmet ve ikram, bütün varlıklardan da bana hürmet ve ikram nasip eyle. Dünya ve ahiret mutluluğuna, Muhammedî evliyalık makamına eriştir.

Ey Tevvab ve Hakîm olan Allah’ım, beni fenalıklardan geri çevir. Bilerek ya da bilmeyerek bir kusur işlersem beni, bütün günahları yegâne affedenin Allah olduğunu bilen, rahmetine erişen ümmetinden eyle.

Ey Rahman ve Rahim olan Allah’ım, son ömrümde, son günümde, son saatimde, masivallah’tan (Allah’tan başka şeylerden) geçmiş olan evliyaullah ile (Allah dostları ile) birlikte son nefesimi vermeyi bana nasip eyle. O ulu velilerinin yoluna giren en basit bir sâlik bile, Kur’an’daki “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” müjdesinin korumasındadır.

Yarabbi, günah sebebiyle nefs her nerede ve ne zaman yoluma engel olmak isterse, rahmetinden ümidimi kestirme.

Ey Semi olan (yani biz söylemeden sesimizi işiten) ve Karîb (yani ruhumdan da bana yakın) olan Allah’ım, beni Adn cennetinin sâkinlerinden eyle. O Adn cenneti, benim kalbimdir; senin gayrin olan herşeyi kalbimden sürüp atmama yardım et. Kalbimi hevâ (boş şey) ile değil, nurunla (ışığınla) doldur.

Yarabbi, beni bu şerefli Esma (isimlerin) hakkı için, her şeyde senin yardımına mazhar olan kullarından kıl. Öldüğümde beni ümmetinle ve sevdiklerimle haşret. Kur’an’ın nuru ile kalbimi ve kabrimi aydınlat. Ve kıyamet gününde hesabı kolay olan kullarından eyle.

Habib-i Ekrem’ine, onun aile ve ashabına olan salât ve selâmın, kainattaki zerrelerin sayısınca olsun. Amin.

Lillahil Fatiha.

devamı...

GEYLANİ HAZRETLERİNDEN ÖĞÜTLER

Sabırlı kulların bu dünyada çektiği cefa, Yüce Allah’ın gözünden kaçmaz. Siz bir an olsun O’nun uğruna sabır yolunu tutun, yıllarca sevabını alırsınız. Ömür boyunca “kahraman” lakâbıyla gezen, onu bir anlık cesareti sonunda kazanmıştır.

Ey evlat, önce nefsine öğüt ver, onu yola getir, sonra da başkalarını... Senin henüz ıslaha muhtaç hallerin var, bunu sen de biliyorsun. Bunu bildiğin halde başkalarının ıslâhı ile uğraşma yolunda nasıl başarılı olabilirsin? Gözlerin bir adım öteyi görmüyorken, körleri neyle yola getirme sevdasındasın?

Size gereken, Yüce Yaratan’ı sevmek ve O’ndan başka kimseden korkmamaktır. Ve bütün işleri O’nun rızasını gözeterek yapmak.. Bunlar “Kalp”le olur, dil gürültüsüne getirip, söze boğmakla olmaz. Sonra mihenk taşına vurulunca utanırsın. Kuru davaya kimse inanmaz. Halk arasında söylediğin sözleri yalnız kaldığında söylüyor musun? ... Aynı duyguları tek başına kaldığın zaman da duyman mümkün oluyor mu?... İşte bunları yapabiliyorsan mesele yok... Kapı önünde “Tevhid”, içeriye girince “Şirk”, yakışır mı? Bu, nifak, iki yüzlülük alametidir, içi bozuk olmanın ta kendisidir. Acırım sana, sözün kötülükten sakınma hakkında, kalbin ise fitne çıkarmaya istekli. Şükrü dilinden bırakmıyorsun, ama kalbin daima itiraz halinde.

Geliniz aşırı, uygun olmayan arzularımızı bir yana atıp Yaratan’ımıza koşalım. Bu yolda biraz perişanlık çekelim.

Ne olur sanki biraz zahmet çeksek? O’na vardıktan sonra bütün çekilen sıkıntılar unutulur. İçimize ve dışımıza hükmeden nefsimizi Hak yoluna çevirelim. Rabbimizin Elçisine, Sevgilisine başvuralım. O’nun eteğini bırakmayalım.

Bütün amacın yemek, içmek ve arzularının tatmini olmasın. Bunların hepsi amaç değil, Yüce Allah’a ulaşmak için birer araçtır. Bütün hedefin, sana en çok gerekli olana ulaşmak olmalı. Sana en gerekli olan ise Yaratan’ındır. O’nu ara. Herşeyin bir bedeli olur. Dünyaya bedel Ahiret, yaratılmışlara ise bedel Yaratan’dır. Dünyayı kalbinden atarsan yerini Hak alır.

Yaşadığın günü ömrünün son günü bil, işlerini ona göre ayarla. Bu duygu sana yeter.

“Allah’tan başka ilâh yoktur” dediğinde bir “Dava” peşine düştün demektir. Her davada şahit isterler, şahidi olmayan davasını kaybeder. Ayrıca bu uğurda gelecek her türlü sıkıntıya göğüs gerip, sabır göstermek de birer şahid sayılır. Bunları yaparken ihlâslı olmak gerekir.

Hiçbir söz amelsiz ve ihlâssız kabul edilmez. Kâinatın Efendisi’nin yolu ihlas’tan ibarettir.

Dünyalık toplarken dikkatli ol. Gece odun toplayan gibi olma. Elini uzattığında neyi alacağını önceden kestirmelisin. Gece odun toplayan eline geçeceği bilemez. Seni de ona benzetiyorum. Ayık ol, sonra felaket büyük olur.

Hak’la çekişme, nefsin için O’nu kötüleme. Malım azaldı diye O’nu itham etme, insanlar sana yüz vermiyor diye O’nu suçlama. Suçu önce kendinde ara. Her işin kendi keyfine uygun olmasını istiyorsun, en büyük hüküm senin mi, O’nun mu? Sen mi fazla biliyorsun, yoksa O’mu? Merhametin O’nunkinden fazla mı?

Sen ve bütün yaratıklar O’nun kuludur. Herşeyde yalnız O’nun hükmü geçer, bunu sakın unutma.

Yaratan’ın rızasına erme yolunda yapmacık hareketler fayda getirmez, bu yolda yersiz arzu ve boş temenni ile yürünmez. Hele içi başka, dışı başka birinin eline hiçbir şey geçmez. Bir de yalancılık ortaya çıkarsa, felâket o zaman başlar. Eğer bu hallerin azı sende varsa, hemen tevbe et ve tevbeni bozma. Tevbe etmekten ziyade, tevbeyi bozmamak esas hünerdir.

Böbürlenmeyi bırakın. Yüce Allah’a karşı büyüklük satmak da neymiş? Kullara da kibirli davranmayın, haddinizi bilin. Varlığınıza tevazuyu yerleştirin. Önceden ne olduğunuzu düşünün; bir damla su.

Sonrası ne olacak, mâlum... Bir hendeğe yuvarlanacak bir ağırlık. Hali böyle olana büyüklük taslamak yaraşır mı?

Hırsa kapılmayın, kötü arzular sizi esir etmesin. Dünyalık adamların kapısını aşındırmayın. Ezilip büzülürek onlardan dünyalık dilenmek size yakışmaz, sabırla doğru yoldan nasibini arasan daha iyi olmaz mı? Ya bir de yaptığın dilenciliğin sonu boşa çıkarsa... Sevgili Peygamberimizin “En büyük belâ, nasipte olmayanı aramaktır” buyruğunu hiç duymadın mı? Nasipte olmayanı kullar hiçbir zaman veremez. Dünya oğullarının buna hiç bir zaman gücü yetmez.

Ey ilim iddiasında bulunan, hani ağlaman? Yüce Allah’ın korkusundan gözlerin yaşarıyor mu? O’ndan korkman ve günahları itirafın nerede? Nefsinle cenk etmek ve onu terbiye etmek yok mu? O’nu Hak tarafına çağırman nerede?

Bunların hiçbiri sende yok. Bütün derdin kasa, masa, yemek ve eğlenmek. Aklını başına al. Dünyadaki nimetlerden sana gelecek bir kısmetin varsa gelir, üzülme, içini ferah tut. Bekleme yükünden kurtulursun, hırsın ağırlığı seni yormaz. Eğer bu şekilde davranmazsan, bütün bu uğraşmalarından sana ne kalacak dersin? Sadece bir yorgunluk ve ağır bir hesap...

Doğruluk olmadan bilginin sana ne yararı dokunur? Doğruluğun olmadığı için bilgi sana belâ olur. Öğrendin, namaz kıldın, oruç tuttun; sebebi sana mal versinler, iyiliğini görsünler, seni övsünler oldu. Sana yakışır mı bu düşünceler?

Farzet ki halkın sana ilgisi arttı, bunun ölüm anındaki sıkıntıya faydası olur mu acaba? Seni sevenlerle aranda uçurumlar olacak o anda. Topladığın malları başkaları paylaşacak, hesabı ve cezası da sana kalacak.

Yazık sana! Cehennemlik işleri yaparken cenneti umuyorsun. Geçici şeylerle avunuyor, onları seviyor ve senin sanıyorsun. Ama onları yakında elinden alacaklar.

Yaratan hayatı sana emanet olarak verdi. O’nun rızası yolunda yaşamanı emretti. Sen ise kendi isteğin, heveslerinin peşinde hayatını tükettin. Sana verilen zenginlik, makam, sıhhat, birer emanettir. Bütün bunları Yaratıcı’nın rızasına uygun yolda kullan.

Ey evlat, ana rahminde seni kim besledi? O halde iken ne kadar acizdin, bu hale seni getiren kim? Sen ise kendi varlığına ve halka dayanmaktasın, parana, mevkiine, bilgine güveniyorsun. Güvendiklerin bu gün var, yarın yok olabilirler. Yüce Allah’tan başka her kime güveniyor veya kimden korkuyorsan, o senin ilâhındır. Yakında bütün güvendiklerin yok olur, kullarla aran açılır, sana karşı kalpleri katılaşır, kapıları yüzüne vururlar, seni kapı kapı dolaştırırlar. Çağırsan yardımına koşan olmaz.Bütün bunlara sebeb Hak’tan başkasına güvenmiş olman, O’nun nimetlerini başkalarından bilmiş olmandır.

Yüce Allah’ın dininde olmayan şeyleri yapmaya çalışma. Elinde iki şahit olsun; biri Kutsal Kitabımız, diğeri Resulallah’ın Sünneti. Bunlar seni Rabbine ulaştırır. Ama sen bu şahitleri bırakıp nefsinin peşinden gitmeye devam ediyorsun. Elinde iki şahidin var; biri zayıf aklın, diğeri de şahsi arzun. Şüphesiz bunlar seni ateşe iter. Firavun gibilerin arasına katar.

Ey kalplerini öldürüp nefslerini diriltenler: Kalbiniz çoktan ölmüş. Kalbini diriltmek isteyen, oraya Hakk’ın zikrini aşılasın. Hakk’a yakın olmaya çalışsın. Gözlerini yalnız O’nun saltanatına ve her şeydeki tasarruf ve tecellisine çevirsin.

Ey içi bozuk, yakında öleceksin, ölmeden sonra yaptıklarına çok pişman olacaksın ama, çok geç. Dilin güzel söze alıştığı için konuştu ve aldandı, ama kalbin hiç bir şeyden anlamaz bir halde. Bu durum seni kurtarmaz. Güzel konuşmayı kalp yapmalı, yalnızca dilin iyi söz söylemesi faydasızdır.

Ey Allah yolcularını bulamayan, varlığını ve yaratılmışları Hak varlığına perde eden kişi, ağla. Başkasına bir ağlarsan, kendine bin defa ağla.

Sakın yaptığın işlerde ve bulduğun mânevi halde kendi gücünü görmeyesin. Bu hal kişiyi azdırır ve Yaratan’ın rahmet nazarından uzak kılar. Sakın sözünü dinletme ve kabul ettirme hevesine de kapılmayasın. Önce temeli at, sonra üzerine binayı çık. Kalbini derin kaz ki, oradan hikmet pınarları fışkırsın. Sonra ihlâs ve iyi işlerle o binayı yükselt. Bu işlerden sonra halkı o köşke davet et.

Başkasında bulunan bir hatayı defetmek istersen, nefsinle yapma, imanınla yap. Kötülükleri ancak îman yıkar. Bu durumda Rabbin sana işlerinde yardımcı olur. O kötülüğü yok etmek için sana arkadaş olur, o kötülüğü ezer, ortadan kaldırır. Eğer bir kötülüğü nefsin için, halkın seni tanıması için ortadan kaldırmaya niyet edersen, rezil olursun. Her işte Hakk’ın rızası aranmalıdır.

İslam gömleğin yırtık, iman elbisen pis, kalbin cahil, için kederle dolu. Gönlün, İslamiyet’e açık değil. İç âlemin harap, dışın mâmur, bütün sayfaların günah karası. Sevdiğin ve arzuladığın yalnızca dünya. Kabir kapısı açık ve ahiret sana doğru gelmekte. En kısa zamanda aklını başına topla, yalnız dünya azığı toplamaktan vazgeç de, ahiret azığını toplamakta acele et...

devamı...

NAMAZI KILIN

Bismillahir Rahmanir Rahim.
La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah.

 

Allahu Teala, hem ilk insan, hem de ilk peygamber olan Adem Aleyhisselam`a namazı talim etti. Ondan önce ise melekler namaz kılıyorlardı. Bu da namazın ne kadar büyük ve kadim, öncelikli bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.

Adem Aleyhisselam`dan Peygamber Efendimize kadar gelen bütün peygamberler, namaz ile geldiler.1

Secde aynı idi, şeriat ve ibadet farklı idi. Hepsi de namaz emri ile geldiler, kendi ümmetlerine bunun gereklerim açıkladılar.

Ancak daha sonra gelenlerin yaptıkları tahrif ve "reform"lar sonucu, namaz geçmiş ümmetler tarafından terk edildi. Son din olarak îsîam dininin indirilmesindeki sebeplerden biri de, işte namazın bu geçmiş ümmetler tarafından terk edilişidir. Gene de bu ümmetlerin namazlarının kalıntısı, Hintlilerin Yoga`sında ve Uzak Doğu`nun din/felsefelerinde gözlenebilir.

Dört Kitap`ta, yani Tevrat, Zebur, încil ve Kur`an`da namaz hep vardır. Namazın temel unsuru olan secdeyi, ilk üç kitabın bugünkü tahrif edilmiş şekillerinde bile bulmak mümkündür.2

Biz, Kur`an`da namazsız bir yer aradık. Kur`an`da ve hadiste "namaz kılmayın" diye bir hüküm aradık, bulamadık. Sonunda namazı kılmak zorunda kaldık. Halen de kılıyoruz.

Bütün veliler, evliyalar, ancak namaz ile yol bulmuşlardır. Allah`a ancak namaz ile yaklaşmışlardır. "Namaz, müminin miracıdır." Keza, "namazı olmayanın miracı yoktur." Namazı olmayan hiç kimse, ermişlik taslamasın, manevi büyüklük iddialarına kalkışmasın. Ne kendisini, ne de başkalarım boşuna yormasın, aldatmasın.

 

Şeytanın Zürriyeti

 

İnanan ve iman eden bir kimse eğer namazı kılmıyor ise, kazancı, doğan çocukları haramdır. Şeytanın malıdır.

Kur`an`da "insan şeytanları"ndan söz edildiğini görüyoruz. Bu konuda açıklayıcı mahiyetteki bir hadisi şerifin meali şöyledir :

Adem Aleyhisselam,, Havva validemizle evlendiğinde, Allah`ın emri ile zürriyetler başlamış. Adına Şeytan dediğimiz, bunu kıskanmış ve Allah`a müracaat etmiş:

— Adem`e soy sop, zürriyet verdin, benimse zürriyetim yok.
Cenabı Allah Şeytan`a cevap vermiş:

— Adem`in zürriyetinden, evlatlarından kim nikah ile evlenirse, Adem`in soyundan olacaktır. Kim ki hanımının yanına gider de nikahlı olmazsa, iki rekat namaz kılmazsa, bizim ismi şerifimizi aklına getirmezse, onlardan doğacak çocukların hepsi, şeytan`ın zürriyetidir.

Bunu duyan Şeytan, sevincinden oynamaya başlamış :

— Benim zürriyetim, Adem`inkinden daha çok olacak !

Şimdi öyle görünüyor ki, ekseriyetin şeytani tarafı, Rahmani tarafından fazladır.

Biz şimdi insanlığımızı ve islamlığımızı düşünerek, Kur`anı Azimüşşan`dan,
Peygamber Efendimizin şeriatının hükümlerinden ayrılmamaya çalışalım. Yapabildiğimiz kadar Allah`ın ve Allah`ın Resulünün emirlerini yerine getirmeye çalışalım. Bizi yaratan Allah`a her an hamdü senada bulunalım.
 

 

İyi de yaparsan kendine,
Kötü de yaparsan kendine,
Her ne yaparsan kendi kendine.
Kendim ettim, kendim buldum, kime ne?
Aradığımı buldum, sana ne?

 

(1) Kur`an`da geçmiş peygamber ve ümmetlere secde emri : 38:24 (Davud), 7:161 (israil Oğulları), 3:42 (Meryem), 18:107, 19:59 (evvelkiler).

Namaz emri : 10:87, 20:10 (Musa), 14:40 (ibrahim), 19:57 (ismail), 31:17 (Lokman), 19:32 (isa), 21:73 (ibrahim, İshak, Yakub).

(2) Tevrat`ta ibadet, namaz ve secde : Çıkış 33:10, 34:8; Tekvin 24:52. Eski Ahit`te : l Krallar 18:42; Nehemya 8:6, 9:3; Danyal 6:10, 8:18, 10:9; Ezra (Üzeyr) 9:5; 2 Tarihler 7:3; Mezmurlar (Zebur) 5:7,95:6,138:2.

Kıble kavramı: Mezmurlar 5:7,138:2, l Krallar 8:30,35; Danyal 6:10. l Krallar l8:42`de Uya Peygamberin uyguladığı özel secde şekli, M.S. 2-10. yüzyıllar arasında revaç gören, Yahudi geleneği içindeki Merkabe (Arş, ya da binek/araba, taht) mistikleri tarafından sürdürülmüştür.

İncil`de secde için : örn. Matta 26:39, Markos 14:35, Luka 22:41.

 

devamı...

EMİR BUHARİ HZ’DEN YASİN SURESİ

Emir Buhari Hazretleri: “Besmeledeki Be harfi Allah’ın bekâsını, yani devamlılığı, Sin mü’minler üzerine selâmı, Mim ise ariflere muhabbeti bildirir” demiştir. “Ve yoldaşı besmele olana başka yoldaş gerekmez. Besmele ile Ehlullah mertebesine ulaşılır. Besmelenin sırrını çözen Cenab-ı Zülcelâl’le beraberdir. Bismillâh diyen Allah’ın Sabur sıfatına ulaşır. İnsan besmele ile ihlâs bulur, yeryüzündeki herşeye hükmeder. Besmelenin sırrına ulaşan mü’min, yalnız Cenab-ı Allah’a ibadet eder. Âlemlerin ve “Kün” (ol) sıfatının sırrını besmele ile çözer ve Hakkel Yakîn’e ulaşır” buyurmuşlardır. Emir Buharî Hz.Yasin-i Şerifin ledün âyetleri hakkında şu açıklamaları yapmışlardır:

1-4. Yâsîn, vel Kur’anil hakîm. İnneke leminel mürselîyn alâ sıratın müstakıym.

“Hikmet sahibi Kur’an hakkı için, Ey Resulüm, muhakkak ki sen tarafımdan kullarıma elçi olarak gönderilmiş Peygambersin. Doğru yol üzeresin.” Bu ayet Mekke müşriklerinin inançsızlıklarına karşı indirilmiştir. Yâsin, Kur’an-ı Mübin’de insan, Cenab-ı Peygamber, Kur’an ve ilâhi esmâ anlamında bildirilmiştir. Cenab-ı Allah’ın gizli kalan dört bin esmâsından biridir. Cenab-ı Allah’ın bin esmasını yalnız melâike-i kiram bilir. Bin esmâsı, Levh-i Mahfuz’dadır. Üç yüzü Zebur’da, üç yüzü İncil’de, İsm-i Âzâm’ı ve 86 esması da Kur’an’dadır. Hergün bu ayeti 33 defa ve namaz tesbihinin arkasından okuyan mümin, Cenab-ı Allah’ın razı olup sırat-ı müstâkime ulaştırdığı kullar arasına girer.

5. Tenzîlel azîzirrahîm

“Kur’an, Aziz ve Rahim olan Allah’ın indirdiği bir kitaptır.” Bir anlamı da şudur: “Sana indirilen bu kitap öyle bir kitaptır ki, Âlemlerin yüce Yaratıcısı gâliptir. Asilerden intikam alıcı olduğu gibi, itaat edenlere karşı da Rahim Esması ile tecelli eder.”

Not: Her gün beş vakit namazın arkasından 138 kere okuyana ledün sırları lütfedilir (40 gün).

6. Litünzire kavmen ma ünzire âbâühüm fehüm gâfilun

“Babaları Allah’ın azabı ile korkutulmamış bir kavmi (Kureyş’i) korkutasın diye gönderildin. Çünkü onlar habersiz gâfıllerdir.”

Hz. İsmail’den itibaren gönderilen şeriatlar ve nezirler Arap kavmini islâh edememiştir. Sen bu Kur’an’la onları doğru yola çağır.

Not: Bu ayetin her gün 99 defa okunması, nefsin ıslahına yardımcı olur.

7. Lekad hakkal kavlü alâ ekserihim fehüm lâ yü’minun

Doğrusu çoğunun üzerine azap gerçekleşmiştir. Çünkü Allah onların imanı istemeyeceklerini bilir ve onlar iman etmezler.”

Not: Günde 21 defa okuyanı Cenab-ı Allah Gafur sırrına ulaştırır.

8. İnnâ ce’alnâ fiy a’nâkıhim ağlâlen fehiye ilel ezkânı fehüm mukmehûn.

“Biz o kâfırlerin boyunlarına boyunduruk geçirmişiz ki, bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Başları yukarıya doğru kalkmış (küfür batağında)dırlar. Hakk’a yönelemezler. Nefslerinin demir zırhında hapsolmuşlardır. Onlar cehennemin yakıtıdırlar.” Marifet ehlinin çok okuduğu bir ayettir.

9. Ve ce’alna min beyne eydiyhim sedden ve min halfihim sedden, feağşeynâhüm fehüm lâ yübsirun.

“Biz onların ahiret işlerine ve dünya işlerine (önlerine ve arkalarına) sed çektik. Gözlerini erittik, göremezler. Ve Hakk’ı bilemezler. Hak olanı anlayıp iman edemezler.” Kureyş müşriklerinin Efendimiz’e hazırladıkları kötülüklerin kendilerine döndürülüşünü açıklayan bu âyet, geniş anlamda ümmet-i Muhammed’in kötülüklerden ve kötülerden korunma güvencesidir.Hz. Peygamber, Ebu Cehil ve adamlarının arasından: “Feağşeynahüm fehüm lâ yübsirûn” diyerek geçip gitmiştir.

Not: Mü’minin şerden korunma ayetidir. Sabah namazından önce okunmalı.

10. Ve sevâün aleyhim e’enzertehüm em lem tünzirhüm la yü’minün

“Kalpleri ve gözleri mühürlenmiş oldukları için, onları korkutsan da iman etmezler. Onlar için iman etmek, havada uçmak kadar zordur. Onlar ilâhî ilimden nasipsizdirler.”

Not: Nefs-i Emmare’den kurtulmada bu ayetin etkisi çoktur. Akl-ı selimin gelişmesine, Muhammedî Nur’un artmasına sebeptir. İstikamet üzere olan mü’minin çok okuduğu ayetlerdendir. (Ledün sırrı taşır).

11. İnnemâ tünzirü menittebe azzikre ve haşiyerrahmâne bilgayb, febeşşirhü bi magfiretin ve ecrin keriym

“Resulüm, sen ancak Kuran’a tâbi olan, onunla amel eden ve görmediği Rahman’a içten saygı besleyen kimseyi sakındırırsın. İşte o kimseleri hem dünyadaki günahlarının bağışlanmasıyla, hem de ahirette cennetle müjdele. Senin uyarmaların, Allah’ın ism-i şerifini dilinden düşürmeyenler içindir. Onlar cennet ehlidirler.”

Emir Buharî Hz. bu âyet için şöyle buyuruyorlar: “Bu ayet-i Celileyi 55 gün, günde 5’er defa okuyan kimse, kendi geleceğinden haberdar olur.”

72. İnnâ nahnü nuhyilmevtâ ve nektübü mâ kaddemû ve âsârehüm ve külle şey’in ahsaynâhü fîy imâmin mübiyn.

“Gerçekten biz ölüleri diriltiriz, onların önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserleri yazarız. Zaten biz herşeyi açık bir kütükte, İmam-ı Mübin’de sayıp tesbit etmişizdir. Herşey oluşundan önce Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Allah’ın ilmi içindedir. Olduktan sonra bütün izleri ve gölgeleriyle yazılır. Böylece insanlar yaptıklarından sorumlu olurlar.”

Bu ayetin dünya ve ahiret hayatı yönünden pek çok nimeti vardır. Gaybın sırlarını sezen Ehlullah’ın okunmasını tavsiye buyurdukları ayetlerdendir. Buharî Hz., gece namazından önce bir tesbih sayısınca okunmasını işaret etmişlerdir. Cenab-ı Peygamber’in varisleri olan bu Evliyayı Kiram’ın lütfettikleri bu nimetlerden yararlanmayı Cenab-ı Allah bizlere nasib etsin.

Hidayet Allah’tandır. Hamd yalnız Cenab-ı Allah’a mahsustur. İnsan-ı Kâmil olan Buhari Hazretleri, Yâsîn Suresi’ndeki hazineleri açmış ve ehl-i sünnete, yol ehline sunmuştur. Allah bu lütuftan anlamayı, onunla amel etmeyi ve şükrünü yerine getirmeyi nasib etsin.

 

Amin...

devamı...

VAHDETİ ANLAYALIM

Allah vardı ve O’nunla beraber bir şey yoktu (Hadis). Hz. Ali: “Bu an, o andır.”

Nefsine arif olan, Rabbine arif olur (Hadis).

İnsanlar uykudadır. Ölünce, uyanırlar (Hadis).

Ölmeden önce ölünüz (Hadis).

Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın O’dur (Ayet).

Attığında, sen atmadın, lâkin Allah attı (Ayet).

Yerleri, gökleri ve ikisi arasındakileri Hak olarak meydana getirdik (Ayet).

Nefslerinizde mevcut olan O... Hâlâ görmüyor musunuz? (Ayet).

Her ne yana dönerseniz, Allah’ın yüzünü görürsünüz (Ayet).

Dilediğine nuruyla hidayet eder (Ayet).

Her nerede olursanız, sizinle beraberdir (Ayet).

“Allah” de, ötesini bırak (Ayet).

Dilediğini yapar (Ayet).

Yaptığından sual sorulmaz (Ayet).

Beni gören, Hakk’ı görmüştür (Hadis).

Rabbimi, genç bir delikanlı suretinde gördüm (Hadis).

Dünyada âmâ (kör) olan, ahirette de âmâ olur (Ayet).

Allah, dilediğini kendine seçer (Ayet).

Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, Rabbim çekip götürmesin (Hadis).

Rabbin dilediğini yaratır ve dilediğini yapmakta özgürdür... İnsanların ihtiyârı yoktur (Takdirindekini yapmak zorundadırlar) (Ayet).

Ne hâl ile yaşarsanız, o hâl ile ölürsünüz; ve ne hâl üzere ölürseniz, o hâl üzere diriltilirsiniz ve o hâl üzere haşrolursunuz (Hadis).

Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın (Hadis).

Hakikat, dünyada iken yaşanacak bir olaydır. Hakikati yaşamadan ölenler, ölüm sonrasında bu yaşamı elde edemezler. Hakikata karşı âmâlıkları sonsuza dek sürer. Ötendeki değil, karşındaki Hakk’ın fiilinden razı olmak, şirkten arınmaktır. Ya “Allah kulu” olduğunu farkedersin; ya da “tanrının kulu” olarak, geçer gidersin.

Şeriat ve tarikattan gaye, Hakikate ermek, marifeti yaşıyabilmektir. Tarikat, hakikate erdirip hakikati yaşatamıyorsa, “yol” vasfını yitirmiş demektir. Seni senden arındırmayan, “tarikat” değil, “dernek”tir. Nur odur ki, seni, Hakikata erdire, şartlanmalarından, değer yargılarından, duygularından arındırıp; “Allah” gibi düşündüre, insan gibi değil.

Korku atılmadıkça, vehmin terki mümkün değildir. Vahdet idrak edilmeden, vehimden kurtulunmaz. “Allah”ı anlamadan vehmi atan, firavun olur. Firavun, bireysel nefse dönük, sorumsuz yaşayan kişidir. “Allah”ı nefsinde bulanda, bireysel menfaatlere dönük istek ve arzular kalmaz. “Allah ahlâkıyla ahlâklanmak”, bireyselliğin duygu ve değer yargılarından arınmaktır.

“Allah”ta kendini yok etmek, yani “fenafillah” muhaldir (olmayacak şeydir). “Allah” dışında ikinci bir varlık yoktur ki, o, “yok” edilsin. Geçerli olan, O’nun varlığı dışında varsaydığın benliğinin, gerçekte hiç bir zaman varolmadığını idrak etmektir. Şayet, sen “yok”san, elbette ki karşındaki kişi de “yok”tur. Öyle ise, karşındaki gerçek “var”ı kabullenebilecek ve hazmedebilecek misin? Yoksa, karşındaki O’nu inkar ederek mi geçip gideceksin bu dünyadan, âmâ olarak geçip giden nice ve niceleri gibi?

Tüm mânâ terkipleriyle, her an, türlü isimler altında dilediğini, dilediği gibi yapmakta olan kim? Sen mi, O mu? O ise; Tanrın, senden razı olsun. Sensen, razı mısın yaptıklarından? Reva mı?

Tek’in nazarıyla, Tek’ten “çok”a bakışı muhafaza edip, sürekli olarak piramidin tepesinden aşağıya bakarak varlıkları seyretmek, yakîn ehlinin halidir. Ya “çok”tan, “yok”a bakılır; ya da Tek, kendi esma ve fiillerini seyreder. Neredesin?

devamı...

BU AYETLERİ DEĞERLENDİRELİM

“Yedi gök, yerküre ve bunun içindekiler Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu överek tesbih etmesin.

Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.”

— Kur’an, 17/44.

Ayet-i kerimede belirtilmiş olduğu gibi, tüm varlıklar her an Allah’ı tesbih etmekte, yani zikretmektedirler. Bu zikir, insanlar tarafından görülüp algılanamamaktadır. Bununla birlikte, onu en azından anlamak yönünde bir adım atamaz mıyız?

İşe kalbimizden başlayalım. Kalbimiz, tıpta “sistol” ve “diastol” adı verilen bir ritm içinde çarpmaktadır. Ve biz farkında olsak da olmasak da, dakikada ortalama 80 defa “Al-lah — Al-lah..” demektedir.

Nefes alıp verişimiz de böyledir. Ciğerlerimiz her nefeste “Al..” diye dolmakta, “..lah” diye boşalmaktadır.

Hayatımız, kalbimizin ve ciğerlerimizin bu zikrine bağlıdır. Onlar olmazsa hayatımız da olmaz.

Buradan giderek, doğadaki bütün ritmik hareketleri bir zikir olarak görmek mümkündür. Tabiattaki bütün varlıklar, devamlı tekrarlanan hareketler içindedir ve bu hareketler, her tekrarlanışta bir zikir oluşturmaktadır. Her ritmik hareket, bir zikirdir.

Dünya, kendi etrafında 24 saatte bir kere dönmekte ve böylece bir gün oluşmaktadır. Bu günün bir kısmı gündüz, bir kısmı gecedir. Dünyanın “Allah” zikri uzun süren bir zikirdir.

Dünyamız, güneş etrafında yılda bir kere dönmektedir. Bu sayede mevsimler oluşmaktadır. Şu halde dünyanın ikinci zikri, daha da uzun süren, bir yıl süren bir zikirdir. Bu hareketiyle dünyamız, yılda bir defa “Al-lah” zikrini tekrarlamaktadır.

Güneş etrafında dönen diğer gezegenlerin de kendilerine göre değişik süreler alan “gün”leri ve “yıl”ları vardır.

Bunlar, her tekrarda bir zikir oluşturmaktadırlar.

Havada uçan bir kuş, her kanat çırpışta bir zikir yapmakta, bu zikir üzerinde kanatlanıp uçmaktadır. Âdeta “zikirden kanatlar” takınmıştır.

Tabiatta uzun süreli zikirler olduğu gibi, çok kısa süreli zikirler de vardır. Bunları incelemeye, ses dalgalarından başlayalım.

Ve allemel ademe’l esmae külleha (2/31): Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti.

Ve leinit teba’te ehvaehüm min ba’di maa caeke minel ilm (2/145): Sana hakikatın ilmi geldikten sonra, onların istek ve arzularına, hayalindekine tâbi olursan zalimlerden olursun.

Ve leneblüvenneküm bişey’in minel havfi vel cui ve naksın minel emvali vel enfüsi vessemerat (2/155):

Korktuklarınızla ve açlıkla ve malınızla, nefsî menfaatinizle ve elinizdekilerle imtihan ederiz... Bunlara katlanabilenlere müjdele.

Bel nettebiu ma elfeyna aleyhi abaena (2/170): Biz, babalarımızın şartlandırmasından sapmayız.. Babaları akılsız ve gerçekten sapmış ise, hâlâ onlara uymakta devam mı edecekler?

Ve men yü’tel hikmete fekad utiye hayren kesira (2/269): Kime Hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir. (Bunu, Öz’e ermişlerden gayrısı anlayamaz.)

Küllü nefsin zaikatül mevti (29/57): Her nefs ölümü tadacaktır.

Ve ma hazihil hayatüd dünya illa lehvün ve leib (29/64): Dünya yaşamı oyun ve eğlencedir.

Men şekere feinnema yeşkürü linefsih (27/40): Şükreden, nefsine şükretmiş olur.

Tebarekelleziy ceale fissemai bürucen (25/61): Semada burçları meydana getiren, yücedir.

Ricalün la tülhiyhim ticaretün vela beyun an zikrillah (24/37): Ricali (Allah erlerini), ticaret ve insanlarla alışveriş, Allah zikrinden alıkoymaz...

Fesecedu illa iblis, kane minel cinni (18/50): İblis, cin olduğundan, insana secde etmedi.

Ya ma’şerel cinni kadisteksertüm minel’ins (6/128): Ey cin topluluğu, insanların çoğunu hükmünüz altına aldınız...

Va’bud rabbeke hatta ye’tiyekel yakin (15/99): Rabbine kulluk et, Yakin gelene kadar.

İnne Rabbeke fa’alun lima Yürid (11/107): Mürid (İrade Sahibi) olan Rabbin, kesinlikle dilediğini yapar.

Ve men yüdebbirül emr (10/31): Kimdir bütün olup bitenlere hükmeden, diyecekler (Allah’tır).

Kad eflaha men zekkaha (91/9): Nefsini arıtan kurtuluşa erdi.

Ve ma teşaune illa en yeşaallah (76/30): Sizdeki istek, Allah’ın isteği sonucudur.

Hel eta alel’insani hıynün mineddehri lemyekün şey’en mezkûra (76/1): Öyle bir zaman vardı ki, insanın adı anılmazdı.

Ma esabe min musibetin filardı vela fiy enfüsiküm illa fiy kitabin min kabli en nebreeha (57/22): Yaşayacağınız olumsuz olayların tümü, yaratılmadan önce Kitap’ta programlanmıştır.

La tülhiküm emvalüküm ve la evladüküm anzikrillah (63/9): Allah zikrinden alıkoymasın malınız ve çocuklarınız için yaptıklarınız... Hüsrana uğrarsınız bunu yaparsanız.

devamı...

ZİKİR VE DUA

Zikir Tenhada mı Yapılmalıdır?

Zikrin ne olduğunu tam anlamamış kişilerin, zikir yapılırken uyulması zorunfu şart olarak öne sürdükleri bir husus vardır. Zikri tenhada, kimsenin olmadığı bir yer­de, sessizlikte yapacaksın. Bu son derece yanlış bir zorlamadır. Ve asla şart değildir...

Tenhada bir yerde, yalnız başına olunan bir yerde, tefekkürle yapılan zikrin el­bette bir çok faydalı yönleri vardır ve bu asla inkar edilemez.

Ancak ne var ki imkanı olmayan bu yüzden zikir yapamaz, yapmamalıdır gibi bir anlam da çıkarılmamalıdır.

Her yerde, her zaman zikir yapılabilir demiştik. Nitekim, gerek Kur`anı Kerim`deki, ayakta, otururken ve yatarken zikredilmesi gerektiğini bildiren ayet ve gerekse de çarşı pazarda "la ilahe illallahu vahdehu la şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdu yuhyi ve yumitu ve huve hayyun la yemûtu, biyed`ihil hayr, ve huve alâ külli şeyin kadir" zikrinin yapılmasının hadsiz hesapsız sevap getirdiğini anlatan hadisi şe­rif muvacehesinde, deriz ki, her yerde, her zaman zikir yapılır ve yapılmalıdır.

Esasen bu çok önemli bir konudur.

Zikir yaparken mutlaka tefekkür şart mıdır? Veya namaz kılarken — ki o da duadır ve zikirdir — aklına başka şeyler gelmesi, namazı bozar mı?

Zikir veya namaz sırasında akla başka şeyler gelirse, okunulan dua ve zikirle­rin gene de faydası dokunur mu?

Kesin olarak söyleyelim ki, zikir veya namaz kılarken akla gelen şeyler, yapı­lan çalışmaya asla zarar vermez.

Beyin, aynı anda sayısız konuda ve yönde faaliyet göstermektedir ki, bunların her biri de kendisi ile alakalı bölümlerce îfa edilmektedir. Ve hepsi de yerini bulur.

Mesela, yolda yürürken, bir yandan tesbih çekip, bir yandan başka şeyler düşü­nür, bir yandan da çevrenizi seyredersiniz. Bu faaliyetin her biri beyinde ayrı ayrı bi­rimlerde değerlendirilir ve hepsi de yerini bulur. Keza, diyelim ki evde bir yandan bir şeyler okur, bir yandan tesbih çekersiniz, bir yandan odada konuşulanlar kulağınıza gelir, bir yandan televizyona gözünüz kayabilir. Bunların hepsini de aynı anda yapabi­lirsiniz. Bu, beyninizin gelişmişlik derecesi ve çok yönlü çalışabilme özelliğiyle ilgili­dir. Manevi yönü olan kişiler, bütün bunlara üstlük, bir de manevi irtibatlar halinde olup, onların da hakkını rahatlıkla eda edebilirler.

Burada mühim olan, beyinde yapılan çalışma ve onun neticesinin otomatik bir biçimde ruha yüklenmesi olayıdır. Siz ister farkında olun, ister hiç farketmeyin, değiş­mez. Nitekim, meyhanede içki içerken, rakı kadehi elde zikre başlayan kişi, devamı sonunda hacca gidecek duruma erişmiştir sekiz ayda. Dolayısıyla, zikir için tenha şart değildir.

Zikirde Niçin Kelimeler Arapça?

Zikir`den söz edildiği zaman hemen akla takılan ve sorulan bir soru da şudur:

— Niçin biz bu kelimeleri Arapça olarak söyleyelim? Aynı kelimelerin Türkçe karşılığını söylesek olmaz mı? Allah, sanki Türkçe anlamaz mı ki biz Türkçe okuyamıyoruz?

Elbette bu sorunun cevabını da vermek bize düşer. Öyle ise, dilimiz döndüğünce bunun da izahını yapalım.

Bilelim ki sesle duyduğumuz bir kelime, yapılan işin en son safhasıdır. Olay beyinde o anda içten (yani manevi boyuttan veya manevi aleme ait bir varlıktan) ge­len; ya da dıştan (yani çevremizdeki algılamakta olduğumuz herhangi bir varlıktan) gelen bir etki ile başlar.

Bu gelen etki neticesinde, önce beynin biomanyetiği, bioelektriği ve sonra da bioşimik yapısı tesir alır. Bioşimik yapı aldığı tesir ile kendisindeki verileri bir araya getirdikten sonra, çıkan neticeyi tekrar bioelektirik kata dönüştürerek, ilgili sinir sistemini ve hangi organla ilgili bir durum sözkonusu ise olayı ona aktarır… Ve biz o organdan yansıyan bir organ olarak, sonucu algılarız.

Şayet, beynin bu ana çalışma sistemini kavrıyabildiysek; anlıyacağız ki, önemli olan kelimenin harf dizilişinden oluşan lisan değil, kelimeleri meydana getiren frekans/titreşimdir.

Salt enerji kökenli varlıklar, belli bir anlam taşıyan ve o ana yönelik görev yapan varlıklar olarak, “melek” kavramı ile dinde açıklanmıştır. Nitekim “melek” kelimesinin aslı “melk”ten gelir ki, güç, kuvvet, enerji anlamındadır.

İşte, evrensel manada her frekans/titreşim bir anlam taşıdığı gibi, beyne ulaşan her kozmik ışın, frekans da bir anlam ihtiva eder.

İnsan ise, kendi öz gerçeğini, Allah’ı tanımak için varedilmiş, yeryüzündeki en geniş kapsamlı birimdir.

İnsanın kendini bu bedende sanması, Kur’an tabiri ile “aşağıların en aşağısında varolması”; buna karşılık özünün hükümleriyle yaşaması ise, “cennet hayatı” diye tanımlanmasına sebeb olduğu için insana tek bir görev düşmektedir: Kendi öz yapısını tanımak.

Bunu da din, "Nefsini bilen Rabbini bilir" diye formülleştirmiştir.

İşte, madde boyutunu asıl sanan beyin, kesitsel algılama araçlarının (beş duyu) kaydından ve onun getirdiği şartlanma blokajından kendini kurtarabildiği takdirde; mana alemi gerçegini farkedecek, idrak edecek ve o gerçek boyutta, gerçek yerini almak için, gerçek varlığını hissetme arzusu duyacaktır...

Bu arzu onun manevi yapısıyla ilintisini güçlendirecek ve neticede farkedecektir ki, kendisinde meydana gelen tüm olaylar, anlamların açığa çıkışından başka bir şey değildir.

Yani beyin ruhsal anlamları bildiğimiz boyuta transfer eden ve bu arada da bir yandan bu kavramları bedene yüklerken, diğer yandan da dışarıya yayan muazzam bir cihazdır.

"Zikir" ancak bu anlattıklarımızın kavranılmasından sonra anlaşılabilecek, idrak edilebilecek, Arapça orijinal kelimelerle yapılan bir çalışmadır.

Zira, her bir kelime, harf: belli bir frekansın/titreşimin beyinde ses dalgalarına dönüşmüş halidir..

Her frekans bir anlam taşıdığına göre; kelimeler, belli anlam taşıyan frekansların ses dalgalarına dönüşmüş halidir ki; bu da "zikir kelime ve kavramlarını" oluşturur.

Yani, belirli evrensel anlamlar, evrende titreşimler halinde mevcut olduğundan: bunların ses frekansına dönüşmüş haline de kelimeler dendiğinden, o anlamların titreşimine en uygun kelimeler Arapça olduğu için, zikir kelimeleri Arapça olmuştur.

Dolayısıyla, siz o kelimeyi değiştirdiğiniz zaman, asla o frekansı tutturamaz ve asla o istenilen frekansın ihtiva ettiği anlama ulaşamazsınız.

İşte bu sebepledir ki:

Kişi, Allah Resülünün, Kur`anı Kerim`in insanlara idrak ettirmek istediği sırlara ermek ve evrensel gerçeklere vakıf olmak istiyorsa, zikir kelimelerini geldiği gibi (ya­ni Arapça orijinalinde olduğu gibi) tekrarlamak mecburiyetindedir.

Ve en az hayatında bir kere, kesinlikle Kur`anı Kerim`i Arapça orijinal kelime­leriyle beyninde tekrar etmek ve bunu ruhuna, yani manevi bedenine yüklemek zorun­dadır. Ki, ölüm-ötesi yaşamında sonsuza dek kendisinde bulunan bu bilgi kaynağından yararlanabilsin.

Ayrıca bundan çok daha basit bir sebebi de vardır bu kelimelerin Arapça olarak orijinaline uygun biçimde tekrar edilmesi zorunluluğunun. Bu Arapça kelimeleri, eğer, Türkçe`ye çevirmeye kalkarsanız, bazen bir sayfa, bazen daha fazla yazmak zorunda kalırsınız, o anlamı verebilmek, o manayı kavrayabilmek için. Oysa, bunu tek kelime olarak tekrar imkanı mevcuttur.

Bilmem anlatabildik mi, "zikir" daima niçin geldiği orijinaliyle yapılmalıdır?

Kur`anı Kerim Nasıl Anlaşılır

En büyük Zikir olan Kur`anı Kerim bahsine gelmeden önce; kısa bir şekilde Kur`anı Kerim`in nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde, fazla derine girmeden, sadece ana hatları ile durmak istiyorum. Zira, bize "Onu anlayasınız diye" denilerek inzal ol­muştur.

Bütün mahlükat, şartlandırılarak, ezberletilerek bir şeyler yapabilir. Ancak, sa­dece insan, idrak ve tefekkür gücüne sahip varlık olarak ve bu özelliği dolayısıyla. "Allah`ın Yeryüzünde Halifesi" olmak şerefine nail olmuş; bu gerçeği idrak edip gereğini yaşayabilenlere de "Şerefli Müslümanlar" denilmiştir. Elbette ki, takliden bir şey yapabilenler de "yakîn"leri ölçüsünde bundan hisselerini alırlar.

Kur`am Kerim`i anlamak için, önce "tahir" olmak, yani "arınmış" olmak gere­kir. Çünkü "arınmamış olanlar dokunmasınlar" deniliyor. "Tahir"in zıddı olan "necis"in, yani necasetin, yani pis-kirli olma halinin ne olduğunu, bakın nasıl tarif ediyor aynı Kitab: "Kesinlikle necis olanlar, müşriklerdir," Yani, necis olma halini meydana getiren, "şirk" (ortak koşma) düşüncesidir.

İşte bu iki ayet bir bütünleme ile şunu ifade etmektedir :

"Şirk düşüncesiyle kirlenmiş olan müşrikler, bu pis düşünceden arınmadan Kur`an`a el sürmesinler; çünkü şirk düşüncesiyle, Allah`ın vahdaniyetini, Tek`liğini, ahadiyyelini anlatan bu Kutsal Kitab`ı anlayamazlar."

İnsanların, birimsellikten doğan bir biçimde, gökle hayal ettikleri Tanrı`ya ba­kış açılarına karşın; Allah`ın vahdaniyetini, ahadiyetini, sonsuz, sınırsız, tek oluşunu en açık seçik bir biçimde vurgulayan ve Tek`ten çok`a bakış açışını açıklayıp öğretme­yi gaye edinmiş olan Kur`anı Kerîm`in anlaşılması, elbette ki kolay değildir.

İşte bu sebepledir ki, Kur`anı Kerîm`i anlamak istiyorsak, önce şirk düşüncesinin pisliğinden arınmak mecburiyetindeyiz.

Nedir Şirk düşüncesi?

Tanrı (ilah) kabulü. Tanrı (ilah) vardır zanni şirk düşüncesinin temelidir.

İslam dininin, insanı şirk kavramından kurtaracak anlayışı ise, Allah Resulü Muhammed Mustafa Efendimiz Aleyhisselam tarafından şöyle tarif edilmiş ve formüllenmiştir:

"Tanrı (ilah) yoktur, ancak Allah vardır." Bu demektir ki özetle :

Sizin düşündüğünüz gibi, bir tanrı ve tanrılık kavramı kesinlikle mevcut değil­dir; Allah vardır ve O`nun oluşturduğu kendi sistemi mevcuttur.

"Zikrin faziletlisi La ilahe illallah`tır." "La ilahe illallah, diyen cennete girer, hırsızlık yapsa da, zina yapsa da." Gibi hadisi şerifler, hep Kelimei Tevhid formülünün manasının yüceliğine dik­kati çeker. Yani bir kişi bütün bunları yapsa dahi, Kelimei Tevhid formülünün taşıdığı anlamı kavradığı zaman artık bu yaptıklarına tövbe eder; tanrı (ilah) var tahayyülünden ileri gelen, yaptığı yanlış işlerden vazgeçer; Allah`a yüzünü döner; gereğini yaşar ve bu da ona cenneti getirir demektir.

Evet, cenneti nasıl yaşamağa başlar insan? "Onlar dünyada iken cennet nema­larını almaya başlarlar" buyuruluyor.. Ne demektir bu?

İnsan idrak eder ki, sonsuz-sınırsız Allah, her zerrede, tüm varlığı ile mevcut­tur; ve dolayısıyla kendi benliğinde, özünde, her zerresinde kemaliyle, Zat`ına yakışır şekilde "O" vardır. Yıllardır ötelerde sandığı; özünden, benliğinden yüz gösterivermiştir kendisine.

"Ben taşrada arar idim, O can içre canan imiş" mısraları dökülüverir ağzından. Sonra bakar görür ki, her zerrede yüz gösteren "O".

"Başını ne yana çevirirsen hep Allah Vech`ini (yüzünü) görürsün."

Ayetinin sırrını idrak eder, ve her yerde, her şeyde O`nu sevmeye başlar. Kimseye kızmaz, küsmez; kimsenin hakkını yemez; kimseye dil uzatmaz; kimseyi isteme­diği bir işe zorlamaz; geçici değerlerle vakit harcamak yerine, kalıcı hizmetlerle vaktini değerlendirip, hem fiilleriyle, hem diliyle, hem bilinciyle hep sevdiğini zikreder hale gelir. Eskiden, İslamiyet kendisine çok zor gelirken: şimdi kendisine çok basit ve çok kolay geliverir.

Zaten nedir ki...

Kelimei şahadeti, dille tekrarlamak bir yana, haliyle yaşamağa başlamıştır... Farz olan beş vakit namaz. Nedir ki... Sabah velev ki kalktığında, elini yüzünü yıkar­ken, ayağını da yıkayıp almış olur abdesti ve alt tarafı, iki dakikadır, iki rekat sabah namazı. Öğlen de, bir fırsatını bulamaz mı dört dakikacık... Dört rekat da farz öğle namazı; maddenin tüm stresi içinde, dört dakikalık sonsuzluk tasavvuruyla yaşanan. dört rekat öğle namazı...

İkindi namazı için... Farz edilen dört rekat namaz için bulunamaz mı dört daki­ka... Senin gerçek boyutun olan o sonsuzluğa açılan pencere... Akşam eve gelmişsin; günün bütün dünya dertlerinden kendini soyutlayabilmek için; dini yüzünü yıkayıp, abdest alıp üç dakikalık, üç rekatlık özündeki sonsuzluğa yönetiş, o sonsuzlukta hu­zur... Ve nihayet yatmadan önce, günün bütün problemlerinden arınıp, kendi gerçek alemine dalmayı kolaylaştıracak dört rekatlık, farz olan yatsı, işle üzerine farz olan.

İslamiyete göre bu kadar az ve basit. Topunu toplasan günde 17 dakikacık!... 1440 dakika içinde sadece 17 dakika…

Ama istiyorsan, daha fazlası, diyorsan: beni, sonsuz bir gelecek bekliyor, be­nim orada daha pek çok şeylere ihtiyacım olacak, idrakine gelmişsen; dilediğin kadar arttırırsın yararlı çalışmalarını...

Namazdan sonra ne var? Hac...

İşte bu da son derece önemli bir konu.,. Hazreti Resul Aleyhisselam buyuru­yor ki:

"Hacca gitmekte acele ediniz. Çünkü hiç biriniz ileride karşısına hangi engelle­rin çıkacağını bilemez".

Ve gene şiddetle uyarıyor ki:

"Kim gitmesine engel olacak şiddette bir hastalık, yahut haccı yasaklayan za­lim sultan, yahud da yoksulluk olmadığı halde hacca gitmeden ölürse, o kimse ister Yahudi, ister Hiristiyan olarak ölsün."

Bu, din kurucusunun hükümleri göstermektedir ki, hac, acilen yerine getirilmesi zorunlu bir ibadettir. Niye?

Çünkü, hacda, o güne kadar biierek ya da bilmeyerek yapmış olduğun tüm suçla­rın (kul hakkı da dahil) tamamiyle silinmekte; "anandan doğduğun günkü kadar günah­sız olarak" dönmektesin; ve "acaba affoldu mu" diye düşünmeni de Hazreti Resul, "en büyük günah" olarak değerlendiriyor. Böyle bir fırsat kaçırılır, terkedilir rni? Ölümün, hele günümüz şartları içinde, ne zaman geleceği belli değilken; bir an önce, bizi azaba sürükleyecek tüm menfî yüklerden arınıp sıfırlanmak varken: bunca olumsuz yükle, gü­nahla ölüm-ötesi aleme geçmek, mantık işi mi? Hele, bunu yapmamaktan dolayı bir Hı­ristiyan veya Yahudi inançsızlığını göze alarak ölmek söz konusuyken..

İkinci olarak, bir de haccın manevî yanı var. Hiç olmazsa, çok kısa bir süre de olsa; sanki kefen giyer gibi, dünyadan soyunarak ihramları giyip; madde dünyasından ve onun tüm geçici değerlerinden arınıp; sonsuzluğun tarifi mümkün olmayan değerlerinin içine dalmak. Bilinç boyutunun sonsuzluğunda, benliksiz bir biçimde kulaç at­mak. Kabe`de dahi Vechullah`ı görebilmek. Ve Yar ile sohbet etmek..

İleri gidiverdiysek affola. Ama sızıverdi testiden işte.

Neyse, geldim Oruc`a ve Zekat`a:

Oruç, insana sanki yapısındaki melekî boyutu hissettirmek için konulmuş özel bir farz. Büyük rahmet, sen yemeden, içmeden, seks yapmadan ve seks düşünmeden, başkalarının hakkında kötü düşünmeden, kötü konuşmadan da durabilen; ve böyle ya­şayabilen bir meleksin idrakini hissettirmek için konmuş bir farz. Senede 365 gün içinde, sadece 29 gün. Sana bu beden olmadığım, bir bilinç varlık, düşünsel varlık ol-duğunu, melekî boyuta ait bir varlık olduğunu rarkettinnek için konulmuş bir farz.

Ve zekat... Anladıysan, her zerrede, her birimde varolanın gerçekte sadece "O" olduğunu, paylaş onlarla hiç olmazsa varlığının kırkta birini, diyen anlayış...

İşle en basitiyle İslam.,

" Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz!" Buyuran Efendimiz Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem`İn bildirdiği Kur`an`ın bize en öz manada anlatmak istedikleri ve bizden taleb ettiklerini anlayabildiysek, bunun ardından "Günah"ı anlayalım, sonra da istigfarın ne olduğunu ve na­sıl bir düşünceyle yapılması gerektiğini...

"Dağlar gibi kuşatmış benlik günahı seni

Günahını bilmeden gufranı arzularsın."

Ve İşte bundan sonradır ki, arlık Kur`am Kerîm`e "el sürebiliriz" ve zikre, duaya başlayabiliriz..,

devamı...

FAYDALI DUALAR

Bismillahir Rahmanir Rahim.

Ya Hayyu Ya Kayyum

Ya Fettahu Ya Rezzaku

Ya Azizu Ya Hakimu

Ya Alimu Ya Veliyyu

Ya Latifu Ya Cebbaru

1. Ya Bediüs Semavatı Vel Ard. Ya Zülcelâli Vel İkram. Ecirni Minennar. Ecirni Minennar. Ecirni Minennar. Ya Aziz, Ya Kerim, Ya Rahman, Ya Rahim, Ecirni Minel Azabil Elîm.

2. (Hazreti Fatma’ya Sevgili Peygamberimizin tavsiye ettiği dua:)

Ya Evvelil Evvelin, Ve Ya Ahiril Ahiriyn, Ve Ya Zülkuvvetil Metin, Ve Ya Rahmanil Müstahsiyn, Ve Ya Hüve Erhamer Rahimiyn.

3. Allahümme Salli Alâ Muhammedin Ve Alâ Âli Seyyidina Muhammed, Bi Adedi Külli Dâin Ve Devâin Ve Barik ve Sellim Aleyhi Ve Aleyhim Kesira.

(Bu salavat 3 defa okunur. İlk iki defasında Kesira diye biter, 3.’de Kesiren Kesira diye okunur.)

4. Allahümme Salli Alâ Seyyidina Muhammedin Ve Alâ Ali Seyyidina Muhammed. Ve Alâ Seyyidina Cebrail Ve Mikail Ve İsrafil Ve Azrail, Ve Hameletil Arşi Ve Melâiketil Mukarrebine Ve Cemi Enbiyai Ve Evliyai Vel Mürseline Alâ Külli Ecmain.

5. Rabbena Âtina Fiddünya Haseneten Ve Fil Ahireti Haseneten Ve Kınâ Azaben Nar, Edhilnel Cennete Meal Ebrar, Ya Azizü Ya Gaffar, Ya Rabbel Alemin.

(Ey Rabbimiz, bize Dünya ve Ahirette iyilikler ver, cehennem azabından kurtar, cennete iyi kullarınla ithal eyle; Ey Büyük, Ey affedici, Ey Âlemlerin Rabbi Allah’ım.)

6. Salli Ve Sellim Ve bârek alâ Habibike Muhammed Mustafa, Ve Alâ Cemi Enbiyai Vel Mürselin, Vel Evliyai Vel Ulemai Veşşühedai Vessalihin, Amin, Vel Hamdülillahi Rabbil Alemin, El Fatiha (Amin).

Mü’minler için istiğfar:

Allahümmağfirli veli valideyye velilmü’minine vel mü’minât, vel müslimîne vel müslimat, el ahyâi minhüm vel emvât, birahmetike yâ erhamerrâhimin.

“Günde 25 defa bu istiğfarı okuyana bütün mü’minler adedince sevap verilir.” – Hadis-i Şerif.

Sıkıntıların defi için :

Allahümme salli ve sellim ve Barek Alâ seyyidina Muhammed (1 kere)

Yâ Erhamerrâhimin (3 kere)

Bismillâhirrahmanirrahim (1 kere)

Lâ ilâhe illâ ente Subhaneke innî küntü minezzâlimin

(Besmele ile beraber 33 veya l00 kere)

Enni messeni yedurrü ve ente erhamürrâhimin (Besmeleyle 33-100 kere)

Sübhânallahi velhamdülillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber. (Besmeleyle 33-100 kere)

Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azim (Besmeleyle 33-100 kere)

devamı...

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİNİN HAYATI

İbrahim Hakkı Hazretleri 1703 yılında Erzurum’a bağlı Hasankale ilçesinde dünyaya geldi. Babası Molla Osman Efendi, gördüğü bir rüyada emredilmesi üzerine bir mürşid aramak maksadıyla Siirt’e ve oradan Tillo’ya gelmiş ve İsmail Fakirullah Hazretlerinin hizmetine girmiştir. İbrahim Hakkı da 9 yaşında iken babasının arkasından amcasıyla Tillo’ya gelmişlerdir. Okuma çağında olan İbrahim Hakkı, o günün şart ve araçlarına göre çok ileri durumda sayılabilecek fen bilgilerini Fakirullah Hazretlerinden almıştır. Daha sonra Veysî tarikatına intisap eylemiştir.

Büyük düşünür İbrahim Hakkı, fıkıh ve hadiste, şiir ve edebiyatta, tıp ve gökbiliminde, hasılı bütün ilim dallarında büyük bir kudret ve yetenek kazanmıştır. Yaşadığı çağda doğunun biricik ilmî faziletini gösterir.

Mürşit ve hocası Fakirullah Hazretlerinin ölümünden sonra, irşat ve öğretim görevlerini devraldı. İbrahim Hakkı burada edindiği bilgileri yeterli görmeyip, ilmî tetkik ve araştırma için 1742 yılında İstanbul’a giderek Sultan Mahmut’un özel misafiri oldu. Saray kütüphanesinde bulduğu önemli eserleri tetkik ederek El İnsaniye adlı kitabını 150 eserden yararlanmak suretiyle yazdı.

İstanbul’dan sonra Kahire’ye uğrayarak burada bir yıl kaldı. Sonra da Tillo’ya döndü. İbrahim Hakkı Hazretleri 1780 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine İsmail Fakirullah Hazretlerinin yanına defnedildi.

Hakikat ve tasavvufla ilgili divanı, İbrahim Hakkı divanı ile çeşitli bilgileri kapsayan Marifetname’si basılmıştır.

Diğer eserleri şunlardır:

 

1. Mecuatül İrfaniye 13. Mecmuatül Vahdaniye 25. İsbatül Vücud

2. El insaniye 14. Kitabül Âlem 26. Sülukü Tariki Fena

3. Tuhfetul Kiram 15. Ruzname 27. El İnsanül Kâmil

4. Nuhbetul Kelâm 16. Nasihatname 28. Mahremül Esrar

5. Teddratul Ahbab 17. Felekname 29. Tevhidüs Sıfat

6. Urvetül İslâm 18. Vuslatname 30. Hüsnül Arifin

7. Meametul Meani 19. Tevhidil Kur’an 3l. Asayı Musa

8. Kenzül Fütuh 20. Sefinetun Nuh 32. Naş-i Can

9. Definetür Ruh 21. Ruhüş Şuruh 33. İnayetname

10. El Amelül Felakiye 22. Cülulüm 34. Uzletname

11. Şerhül Basita 23. Cilalül Kulub 35. İbretname

12. Mürşidil Metalibin 24. Şifaüs Sudur 36. Kavsidül Lugatül Farisiye

Eserlerinden en ünlüsü ve bir nevi ansiklopedi vasfını taşıyan Marifetname, çağın bütün mânevi ilimlerini, kendi bilgilerini ve bu arada, astrolojiye olduğu kadar uzay ilmine de vakıf bulunduğunu gösteren bütün bilgileri ihtiva etmekte olup, hem doğu, hem batı ilim dünyasında aynı ilgiyi görmüştür.

İbrahim Hakkı Hazretleri, Fakirullah Hazretlerinin hem talebesi, hem de damadı olmuştur.

Mübarek ruhları için

El Fatiha.

devamı...

FATİHA, AYETEL KÜRSİ VE YÂSİN-İ ŞERİF’İN FAYDALARI

Kur’an, şifadır. Kur’an ayetlerinin pek çok derde deva olduğu, bir gerçektir. Bu özelliğe sahip ayetler arasında, Fatiha Suresinin tamamı, Ayetel Kürsi (2/256) ve Yâsin Suresi vardır.

Aşağıda, Fatiha Suresi, Ayetel Kürsi ve Yâsin’in birçok faydalarından bir kısmı belirtilmiştir. Yer darlığı nedeniyle, bu konuda ancak bir özet verebiliyoruz.

Fatiha’nın Faydaları

Fatiha, dine, doğruluğa, Allah’a yönelmeye, başarılı olmaya, yardım görmeye, düşmana üstün gelmeye, ibadette ve itaatte bulunmaya, merhametli ve şefkatli kalmaya, yeterli bulunmaya, sevimli olmaya, kötülükten korunmaya, güven içinde kalmaya, mülk edinmeye, irade ve ilim sahibi olmaya, malda artış elde etmeye, mevki sahibi olmaya, güzel bir hayat sürmeye, ev halkını korumaya, zarar ve fesattan uzak olmaya, ilmin inceliklerini anlamaya, marifet sahibi olmaya yardım eder. Fatiha’yı çok okuyan, canında ve malında bereket bulur. Allah, onu açlık ve fakirlik gibi üzücü ve ezici şeylerden korur. Allah’tan meşru olarak ne isterse, mutlaka kendisine verilir. Bütün bunlar, Fatiha’ya devamla elde edilir. Aynı zamanda bunlar, ehil bir zattan müsaade almakla gerçekleşir. (Hazinetül Esrar, s. 413.)

Farz namazlardan sonra 20 defa Fatiha’yı okumaya devam eden kimse, her gün l00 kere bu sureyi okumuş olur. Allah onun rızkını genişletir, durumunu iyileştirir. İç âlemini ışıklandırır, işlerini kolaylaştırır. Gam ve kederini giderir. İzzet ve şeref kazandırır. Fatiha ile birlikte bereket iner, ihtiyaçları karşılanır. Fatiha’da, erbabı için nurlar ve sırlar vardır.

Her farz namazdan sonra Besmele ile birlikte 7 kere Fatiha Suresini okumaya devam eden kimseye Allah, hayırların kapısını açar. Din ve dünya işlerinde yeterli sebep yaratır. Fatiha’yı 7 defa okuyup bir pamuk parçasının üzerine üfleyen ve sonra onu bir yara üzerine kapatan kimseye Allah, Fatiha bereketiyle şifa verir. (Dürretül Âfâk.)

İmam El-Hakim’e göre bu Surede bin zâhir, bin de bâtın olmak üzere iki bin hassa vardır. Sabah namazının sünnetiyle farzı arasında 41 kere Fatiha okumaya devam eden kimse, ne gibi bir makam ve mevki dilerse onu elde eder. Fakir ise zengin olur, borçlu ise borcu ödenir. Hasta ise şifa bulur. Zayıf ise güç ve kuvvet kazanır.

Garip ise izzet ve şeref elde eder. Halk arasında kıyaslanamayacak kadar itibar kazanır. Hem ulvi (yüce), hem süfli (aşağı) âlemde sevimli olur. Sözü dinlenir, işi beğenilir. Düşmanı yanında kuvvetli ve heybetli görünür. Dostu yanında son derece sevilir. O buna devam ettikçe, Allah tarafından devamlı bir emniyet içinde bulunur.

Bulunduğu makam ve mevkiden azledilen kimse, sabah sünneti ile farzı arasında, bir noksanlık yapmadan 40 gün, günde 41 defa Fatiha’yı okuyacak olursa, Cenab-ı Hak onun makam ve görevini veya daha iyisini verir. Eğer kısır kalmış ise, Allah ona salih bir evlat da verir. Belirtilen tertip üzere ağrı ve sızı hissedilen yaraya, özellikle göz ağrısına, halis bir niyet ile okunursa, Allah şifa verir.Fatiha’nın böyle şifa olması, tıbbi bütün çarelere başvurduktan sonra, tıbbın aciz kalması halinde başlar. Bu öyle bir sırdır ki, bunu ancak Allah’ın yardım ettiği kimseler bilebilir. Bu sırrı gizlemek gerekir. Ancak lâyık olana, gönülden inanıp kabul edene açıklanabilir. (El-Hakim, Esrar-ı Fatiha.)

Her farz namazının ardından l00 kere Fatiha’yı okuyan kimse buna devam ederse, hızla maksadına ulaşır. Kim de sabah namazından sonra Fatiha’yı, harfleri sayısınca (125 defa) okursa, gayri meşru istekler dışında arzuladığı şeyi elde eder.

Fatiha’yı 125 bin defa hatmetmekte büyük faydalar vardır.

Fatiha’yı Resuller, Bedir savaşına katılan mücahitler ya da Tâlut’un askerleri sayısınca (üçü de 313’tür) okuyan kimse, arzu ettiği meşru dilekleri elde eder ve ihtiyacı olan korunmayı sağlar.Gece gündüz bu Sureyi okumaya devam edene Allah hem zâhiri, hem de bâtında ledünni ilim ilham eder.

Resulullah Efendimiz buyuruyor ki: “Kim döşeğine uzandığında Fatiha’yı okur ve beraberinde üç İhlas ile bir Muavvizeteyn (Felak ve Nas Sureleri) okursa, ölümden başka her şeyden güven içerisinde olur.”

Diğer bir hadis-i şerifte ise buyuruluyor ki : “Fatiha, mü’minlerin maksadına açılan kapıdır. Kim onu abdestli olarak yedi gün, günde 70 kez okur da tertemiz bir suya üfler ve onu içerse, Allah kendi fazlü kereminden ona ilim ve hikmet verir, kalbini fâsit (bozuk) düşüncelerden temizler. Onun zekâsını arttırır, hafızasını güçlendirir, artık bir daha unutmaz olur.”

Ayetel Kürsi’nin Faydaları

(Şeyh Muhakkik Celâl Divanî Hz.’nin beyanına göre:)

Kim Ayetel Kürsi’yi harfleri sayısınca (170 defa) okursa, ne gibi bir mertebe talep ederse herhalde onu bulur. Rızık isterse geniş bir nimete erişir. Borcundan kurtulmak isterse ödeme imkânı bulur. Zindanda ise, Allah oradan kurtuluş sebeplerini yaratır. Düşmanlarının şerrinden kurtulur. Özellikle bu sayıyı farz namazlardan sonra okursa, talebi süratle yerine gelir. Gece ortasında abdestli bir durumda kıbleye yönelecek olursa, kabul olunmaya pek yaklaşmış olur.Ayetel Kürsi’yi kelimeleri sayısınca (50 defa) yavaş yavaş okursa, mübarek kılınır ve şeytanın çekip çevirmelerinden korunur.

(Şeyh İmam Ebül Abbas El-Bûnî (Bevnî)’nin beyanına göre:)

Ayetel Kürsi’yi harfleri sayısınca (170 defa) okuyan, ömrü boyunca hiçbir kötü şeyden korkmaz, kimse ona karşı kötülük yapmaya güç bulamaz. Ne söz, ne hareket ile dokunamaz. Şeytan’ın çevirmelerinden korunmuş olur. Bu sayıda okumaya devanı eden kimseye, varlık âleminde bulunan şeyler itaat eder. Hiçbir şey ona zarar vermeye güç yetiremez. Farz namazlarından sonra okuyan, halk arasında ve ruhâni varlıklarkatında sevimli olur.

Kimin bir ihtiyaç ve dileği olur da ona ulaşmaya yol bulamazsa, 170 defa Ayetel Kürsi’yi okuduktan sonra 3000 defa “Ya Kâfi, Ya Ganiy, Ya Fettah, Ya Rezzak” demesi halinde, Allah’ın izni ile arzu ettiği sebep kapıları kendisine açılır.

Ayetel Kürsi’yi harfleri sayısınca (170 kez) okuyan kimse, arzu ettiğinin sevgisine lâyık olur. Rızık ona doğru gelir.

Sevdiği bir kadın varsa, meşru yoldan onunla evlenir. Bununla düşmanını kahredebilir. înatçı ve kıskancı defedebilir.

Hile yapanın düzenini bozabilir, borcunu ödeme imkânı bulur. Zenginlik arzu eder veya bir şeye erişmek isterse, Cenab-ı Hak bu isteklerini yerine getirir.

Kim bu ayeti Peygamber Efendimizin isimleri sayısınca (201 defa) okuyup, dünya ve ahiret işleri ile ilgili bir hacetini Allah’tan isterse, onun bu ihtiyacı karşılanır. Ayetel Kürsi’yi 313 defa okursa, kendisine ölçülemeyecek kadar hayır hasıl olur. Allah ona hayır kapılarını açar.

(Tefsir-i Tesir yazarına göre:)

313 sayısının büyük sır ve hikmeti ve garip özellikleri vardır. Bu sayı, 124 bin peygamber içinde resul olanların sayısıdır. (Her resul, ayrı bir vahye mazhar olmuştur.) Tâlut, 313 kişi ile Câlut’a karşı savaşa çıkmıştı. Bedir savaşına katılan Eshab-ı Kiram da 313 kişi idi.

(Şeyh El-Bûnî diyor ki:)

Yüce Kur’an’da en üstün ayet, Ayetel Kürsi’dir. Ayetel Kürsi İsm-i Âzam, yani Allah’ın en büyük ismidir. Cenab-ı Hak, bu ayetin başında “Allah Hu lâ ilâhe illâ Huvel Hayyül Kayyum” buyuruyor. Kim bu üç ismi anıp devam ederse, süratle faydasını bulur.

Rızık istediğinde, Lâ ilâhe illallahür Rezzak de.

Şeref arzu ettiğinde, La ilâhe illallahül Muizz söyle.

İlim talep ettiğinde, Lâ ilâhe illallahül Alim de.

Sevgi ve muhabbet talep ettiğinde, La ilâhe illallahül Vedud zikrine devam et.

Bir zalimden intikam almak istersen, Lâ ilâhe illallahül Müntekim’e devam et.

Bilmiş ol ki, Ayetel Kürsi’nin şanı çok büyüktür, faydası umumidir. Kim onunla dua ederse, Cenab-ı Hak kabul buyurur.

Bu ayetin özelliklerinden biri de şudur : Her farz namazından sonra okunursa, kul hakkı ve millet hakkı dışında, Allah okuyanın bir sonraki farz namazına kadar olan bütün günahlarını ve kusurlarını bağışlar. Uyumadan önce okuyan kimseyi, uykusu sırasında şeytandan korur. Kim de onu öfkelendiği zaman okuyup sol tarafına üflerse, şeytanını hapsetmiş olur, öfkesi de yatışır.

(Şeyhül Ekber Muhyiddin-i Arabi Hz.’nin buyurduğuna göre:)

Kim Ayetel Kürsi’yi harfleri sayısınca (170 defa) okursa, halk ve seçkinler arasında büyük bir dereceye erişir. Cenab-ı Hak onun üzerine hayır ve fayda kapılarını açar. İlim hazinelerinin, gizli bilgilerin pencerelerini aralar. Tedavi etme yollarını ona öğretir. Böylece Cenab-ı Hak, ona hem zâhirî, hem bâtınî ilim ve hikmet verir. Arzu ettiği üzerinde tasarrufa sahip olur.

Kim de Ayetel Kürsi’yi her gün bin defa okur ve bunu vird haline getirirse, dünyevi arzusuna kavuşur, maksadına erişir. Kim gece gündüz bin defa okur ve buna 40 gün devam ederse, ruhâni âlemin kapısı ona açılır, melekler onu ziyaret eder ve o kişinin bütün dilekleri yerine gelir. Bunda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Aynı zamanda, rüyada Peygamber Efendimizi görme şerefine erişmek mümkün olur, ondan birtakım ihsanlar ve talimat alınır.

Yâsin-i Şerifin Faydaları

Benzer şekilde, Yâsin Suresi’nin de pek çok faydaları vardır. Aşağıda, bunlardan iki tanesini özetliyoruz:

Emir Sultan Hz. şöyle buyurmaktadır: Eğer bir kimse Yâsin-i Şerifi gizlenmek ve bir düşmanın şerrinden kurtulmak veya başına gelecek felaketlerden korunmak niyeti ile okuyacak olursa, bu dileklerinden hangisini arzu etmiş bulunursa yerine gelir.

Nitekim Ebül Hasan Şâzeli Hz. şöyle buyurmaktadır:

“Her kim tehlikelerden azad olmak ve kendini gizlemek istiyorsa, aşağıdaki duayı okuyup etrafına üflemesi lazımdır.” Söz konusu dua şöyle:

“Bismillahir rahmanir rahiym. Lâ ilâhe illa huvel hayyül kayyum. Bismillahillezi lâ ilâhe illa huve zülcelali vel ikram. Bismillahillezi la yedurrü ma ismüh şey’in fil ardı ve lâfissema ve huves semiül alim. Allahümme inni euzü bike min Şerri.....”

Mânâsı ise şu şekilde özetlenebilir:

“Rahman ve Rahim olan Allahu Zülcelâl’in adıyla. O mutlak ilâh ki diri ve kayyumdur, yani her şey O’nunla vardır ve ayakta durur. Allah’tan başka yaratıcı olmadığı gibi, O Celal ve Kerem sahibinin mübarek adı bir kimseyle beraber olursa ona ne gökte, ne yerde kimse zarar veremez. O, işiten ve bilendir. Ya Rabbel Âlemin, .................’ın şerrinden sana sığınırım.”

Bu duayı sonuna kadar okuduktan sonra üç defa tekrar ederse ve Yâsin’i okurken her mübin’e varışta ya üç veya yedi defa tekrar ederse, gök ve yer ehlinden hiçbir varlık ona zarar veremez. Şöyle ki, dünya baştan aşağı ateş içinde kalsa veya suya gark olsa, itikadı bütün olan bir kulu ne ateş yakar, ne su zarar verir. Ayrıca: “Ve cealna min beyne eydihim sedden, ve min halfehüm sedden, fe agşeynahüm fehüm la yübsirun” ayetini her mübin’den sonra yirmi bir defa okuyan kimseye, bu âlemde hiçbir kul zarar veremez. Kazdıkları kuyuya, Yâsin-i Şerifin bereketi ile düşmanları düşmüş olur.

Bir kimse yolculuğa çıkmak istese ve evinin soyulacağından veya eve girileceğinden şüphe etse, kapısının kilidini kapatırken bir defa Yâsin Suresini okuyup, kilidin üzerine üfleyecek olursa, en usta kilit açıcıları bile o kilidi açmakta başarılı olamaz; hatta içinden böyle bir arzu bile geçiremez. Hazinelerin kilitlerine dahi aynı minval üzere bu muazzam sure okunsa ve her mübin’e gelindiğinde: “Ve cealna...” ayetiyle Asr Suresi kırk defa okunsa, her türlü hıyanetten, tüm elem ve acılardan kurtulmuş olunur. Yukarıda bahsettiğimiz hazine bile, tıpkı emanet bir şey gibi, Yâsin Suresinin bereketi ile bütün saldırılardan emin olur, korunur.

devamı...

NAMAZ BABI

Mâlumunuz üzere 5 vakit namaz, tüm insanlık âlemine farz kılınmıştır. Bunları her mü’minin vaktinde eda etmesi şarttır.

Öğle ve yatsı sünnetlerinin 4’er rekat olarak kılınması faydalıdır ve farz yerine geçer.

Geçmiş namazlar, beş vakit namazdan sonra vakit buldukça kaza edilmelidir. Bundan sonra aşağıdaki nafile namazları kılmakta fayda vardır:

Gece saat 12’den sonra 2 ilâ 12 rekat Teheccüd namazı kılmak gerekir.

Sabah saat 7 ilâ l0 arası İşrak namazı, 2 ilâ 12 rekattır.

Sabah l0 ile 12 arası Duha namazı, 2 ilâ 12 rekattır.

Akşam namazından sonra 2 ilâ 6 rekat Evvabil namazı kılınır.

Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahattin Hz.’nin Sâminî kolunda, 5 vakit namaz dışında fırsat buldukça çokça Kur’an-ı Azimüşşan okunur. Haftada bir gün Hatm-i Hâcegân, ihvanlar arasında ve bir halife maiyetinde toplanıp çekilir. Bunlar bittikten sonra şecere, Hz. Fahr-i Kainat Efendimiz’den başlar. Hz. Ebubekir Sıddık’tan son halifeye kadar sayılır. Üç İhlas, Felak ve Nas Sureleri birer defa ve bir defa da Fatiha-i Şerifle Hatim duası, Salavat-ı Şerif okunur. Fırka-i Naciye olarak rabıtayi şerifle, Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesselem huzurunda imiş gibi, yeşil çadır, yeşil bayrak ve yeşil sancak altında, gelmiş ve geçmiş Ümmet-i Muhammed ve ehli iman ve ehli insanların ruhlarına hediye edilir. Tarikata intisap eden kişinin 24 saatte bir defa bunu yapması lâzımdır.

 

Lillahil Fatiha.

 

Not: En üstün ders, gece Teheccüd namazından sonra yapılan derstir. Şeceremizi bir şema üzerinde görelim:

Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem)

Ebubekir Sıddık Hz.

Şah-ı Nakşibend Hz.

İmam-ı Rabbani Efendi Hz.

Abdullah Dehlevî Efendi Hz.

Mevlâna Mehmet Halit Zülcenâheyn Hz.

İsmail Fakirullah Efendi Hz.

İbrahim Hakkı Efendi Hz.

Hoca Bekir Efendi Hz.

Ali Septi Efendi Hz.

Mahmud Sâminî Efendi Hz.

Tâberi İmamı Hoca Osman Bedrettin Efendi Hz.

Hoca Mustafayı Naci Efendi Hz.

Musa Kâzım Efendi Hz.

Hacı Ahmet Efendi Hz.

Hacı Ahmet Efendi Hz.

devamı...

MÜSLÜMANIM DİYEN KİŞİ

Müslümanım diyen kişi şartı nedir bilse gerek

Tanrı`nın buyruğun tutup beş vakit namaz kılsa gerek

 

Tanla durup başın kaldır ellerin suya daldır

Tamudan azadlı odur kullar azad olsa gerek

 

Öğle namazın kılasın her ne dilersen bulasın

Nefs düşmanın öldüresin nefs her daim ölse gerek

 

O ikindiyi kılanlar arı dirlik dirilenler

Onlardır Hakk’a erenler, dâim Hakk’a erse gerek

 

Akşam durur üç fariza dağ gibi günahın erite

İyi amellerin mezarda mum ve çırağ olsa gerek

 

Yatsı namazın ol hâzır hâzırları sever Kadir

İmanın eksiğin bitir iman önder olsa gerek

 

Her kim bu sözden almadı beş vakit namaz kılmadı

Bilin müslüman olmadı ol tamuya girse gerek

 

Görmez misin Mustafa’yı nasıl bekledi vefâyı

Ümmet için o sefayı ümmet ona erse gerek

 

Bekler isen din gayretin verme gel nefse muradın

Yunus Nebi salavatın’ aşk ile götürse gerek

 

Yunus Emre

devamı...

DUR SABAH NAMAZINA

Sana derim ey veli, dur erte namazına

Eğer değilsen ölü, dur erte namazına

 

Ezan okur müezzin, çağırır Allah adın

Yıkma dinin bünyadın, dur erte namazına

 

Uçar yükselir kuşlar, tesbih okur ağaçlar

Himmet alan kardaşlar dur erte namazına

 

Namaz kıl yarar olsun, ahrette gerek olsun

Mezarda çerağ olsun, dur erte namazına

 

Çıka gide can dahi, şöyle kala ten dahi

Derviş Yunus sen dahi dur erte namazına

 

Yunus Emre

devamı...

SEVGİ VE KARDEŞLİĞE DAVET

(Maddi ve manevi birbirimizi sevmek, birbirimize destek olmak, Allah`ın emri
üzerine hareket etmek.)

Hepimiz birlik, beraberlik istiyoruz, bunu hep söylüyoruz, ama, bir türlü uygulamaya geçmedik. Ancak, sağlamak zorunda olduğumuz birlik, beraberlik ve bütünlük için her düzeyde herkes üzerine düşeni yaparak birlikteliği sağlamalıyız. Herkes bu sorumlulukla hareket etmelidir. Aksi takdirde milletin ve tarihin önünde mesul oluruz.

Küsmek yok, darılmak yok bu yolda. Ayırmak yok, ayrılmak yok. Bu yol birlik yolu, bu yol beraberlik yolu. Hiç kimse melek değil. Hiç kimse Aşere-i Mübeşşere`den değil. Herkes kul, herkes insan. Beşer elbette şaşar. "Masum îmam" anlayışı yok bizde. Herkes hata yapabilir. Sen de, ben de, o da, bu da... Hepimiz hata edebiliriz. Yeter ki ısrar edilmesin. Hatasız kul olur mu? Olmaz. Hatasız insan olmaz. Hep karşındaki insan değil, sen de hata yapabilirsin. Kusur hep karşımızdakinde olmaz ya... Bizde de olur. "Kişinin noksanını bilmesi gibi irfan olmaz." Bu sözdeki manayı arif olan anlar, zarif olan anlar. Herkes hatayı önce kendinde aramalı, hatalarım düzeltmeye çalışmalıdır. Birbirimizi suçlayacak yerde kendimize bakmalı : "Kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi kardeşimize, kardeşlerimize de yapmamalıyız." Hatasız dost arayan, dostsuz kalır. Menfi tenkidçi yalnız kalır, arkadaşsız kalır. Gizli kusurları araştırıcı ve yayıcı olmak yerine; affedici, örtücü olmalı. Ben sende, sen bende kusur arama yarışına girişirsek, ikimiz de yaya kalırız; düşman kazanırız.

Darılmaca, küsmece yok. "Bu yol ki Hak Yolu`dur; dönme bilmeyiz, yürürüz," deyip koşmak lazım. Küsmek değil, koşmak. Darılmak değil, sarılmak. Uzaklaşmak değil, kucaklaşmak, islam kardeşliğinin manasını iyi anlamak ve bu kardeşliği bozacak davranışlardan da kaçınmak... Bu yolda kullardan bir şey beklemeden çalışmak ve her şeyi Allah`tan istemeğe alışmak. Bu yol böyle bir yoldur. Dünyevi menfaat bekleyen, insanlardan "aferin" bekleyenler bu yola girmesin... Halisler gelsin, muhlisler gelsin. Fakat böyle insanların kıymeti de bilinsin, unutulup kenara itilmesin. Hakkı verilsin, adalet yerine getirilsin... Bunlar olmuyor, bunlar yapılmıyor diye de kimsecikler yoldan dönmesin ve Allah`ın rızasını düşünsün. Cephe gerisine sakın düşmesin.
Samimi insanlarımız "Bize değer verilmiyor" diyerek üzülmesin. Allah katındaki makamını, Allah nazarındaki derecesini düşünsün. Üzülmesin, sevinsin. Nefsin arzuları gerçekleşmediği için de ayrıca sevinsin.

Hemen darılmak yok. Dün kardeş olduklarına bugün düşman olmak yok. Düşmanın ekmeğine yağ sürmek, düşmanın işini kolaylaştırmak yok. "Kol kırılır yen içinde. " Sinsi düşmanlık olmadığı gibi, akılsız dostluk da yok. "Sözün tamamı ahmağa söylenir." Bizim yolumuzda ahmaklığa yer yok. Akıllı davranmak zorundayız. Hesaplı-kitaplı yürümek mecburiyetindeyiz. Hatalarıyla, sevaplarıyla bu insanlar bizim.

Bunlar bizim kardeşlerimiz. Mütteki, musalli (Allah`tan çekinen, namaz kılan) kardeşlerimiz. Kardeş kardeşi nasıl görmeli, nasıl değerlendirmeli? Muamelesi, münasebeti
nasıl olmalı? Kardeşinin yanında mı olmalı, onu yalnız mı bırakmalı? Bazı dilek ve temenniler yankı bulmuyor diye ters yollara girmenin ve yön değiştirmenin manası nedir. Darılmanın, kardeşlerinden ayrılmanın hikmeti nedir? Nefs yarışına ne lüzum var ki?

Ameller, niyetlere göre değer kazanır..." O halde herkes evvela niyetine baksın. Hangi niyetle, hangi işlere girişiyor? Ona baksın. Hareketi kul için mi, Allah için mi? Önce bunu anlasın... Bu yolda komutan iken nefer olmak da var. Er`den kumandanlığa yükselmek de.. O halde darılmak yok. Hak Yol`da Hak için çalışmak var, coşmak var.

Makam, mevki için gerçeklere sırt çevirmeyelim. Siyaseti en kutsal bir ibadet kabul ederek, günümüzün gerçekleri ışığında hareket ederek akılla, ahlakla, sevgi, saygı, edeple, hikmetle, ilim ve irfanla, güzel sözle, ihlasla, riyaya dalmadan, Din, Millet, Vatan, Devlet ve insanlık için hayrı, hakkı, doğruyu, iyiyi, güzeli hep birlikte arayalım.

İman ve ülküsü aynı olan, ehli küfre karşı duran bütün mübarek şehidlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz. Ruhları şad olsun.

En ulvi ve hasbi duygu ve düşüncelerle, sizleri Allah`ın selamıyla selamlıyorum.

Allah`a emanet olun.

devamı...

ZEKAT VEREN HİRİSTİYAN

Sevgili Peygamberimiz arkadaşlarıyla sohbet ediyorlardı, Bir ara şunları söylediler :

— Zekat vererek, mallarınızı koruyunuz. Sadaka vererek, hastalarınızı tedavi ediniz. Tam o sırada bir hıristiyan geçiyordu. Bu sözleri duydu. Kendi kendine tekrarladı :

"... zekat vererek, mallarınızı koruyun..." Hem yürüyor, hem düşünüyordu :

— Acaba ben de zekat versem, malımı koruyabilir miyim?

Zekat, bir yıldır elinde bulunan malların, kırkta birini fakirlere vermekmiş. Yani 40 altınım varsa l taneciğini fakirlere hediye etmekmiş..

Ne kadar da kolay,..

Bunları düşünüyordu. Çünkü o günlerde bir ortağı, Mısır`a, ticaret için gitmişti. Büyük kervanla, çok mal götürmüştü. Mısır`da satıp "iyi kar" edeceklerdi.

Evet; yolda bulunan mallarını düşünüyordu.

— Acaba zekat versem o mallarım korunur mu?

Niçin olmasın?.. Peygamber, hiç yalan söyler mi?.. Kat`i olarak dedi ki :

"Zekat`la mallarınızı koruyunuz.." Sonunda karar verdi. Zekatını hesapladı. Fakirlere dağıttı, iki üç gün sonra Mısır`dan bir yolcu geldi. Zekat veren hıristiyan, heyecanla onu buldu.

— Bizim ortağı gördün mü? diye sordu. Yolcu :

— Evet, gördüm, dedi ve şunları ilave etti : Fakat biz görüştükten 4 gün sonra, sizin kervan soyulmuş.

— Ne diyorsun?

— Ne yazık ki öyle. Bize haber veren deve çobanı, canını zor kurtarmış. Eşkiyalar bütün malları ve develeri yağma edip kaçmışlar.

Hıristiyan deliye döndü.

Kılıçlarını kuşandı. Kimseye belli etmeden, Peygamber Efendimize yaklaşıp, öldürecekti.

Daha evinden çıkamadan, kapısı çalındı.

— Kim o?..

— Bir haberci!..

Çıktı. Kan-ter içinde bir bedevi, elindeki mektubu uzattı.

Açtı, heyecanla okudu. Çünkü ortağı yazmıştı:

— Sevgili ortak:

Sana kötü bir haber vereceğim. Bizim kervanı, yolda eşkiyalar bastı. Ne kadar mal varsa alıp, götürdü. Herkes canını zor kurtardı. Fakat üzülme. Bize bir şey olmadı. Çünkü bir handa yediğim yemekten midem bozuldu. O yüzden üç gün hasta yattım. Tabii kervan da beni beklemeden gitmiş.

Ben "Mısır`a gidemedim, kar edemedik" diye üzülürken, yoldakilerin başına bu haller gelmiş. Ya sen veya ben herhalde bir iyilik yapmışız ki, bu yağmadan, mallarımız kur­tuldu.

Selamlar... Ortağın.

Zekat veren hıristiyan doğruca Peygamber Efendimizin yanma koştu. Efendimiz Eshabı Kiramla yine sohbetteydiler.

— Ya Resulullah, Sen Hak Peygamberisin. Son Peygambersin. Beni de, İslam ile şereflendir, dedi ve müslüman oldu.

devamı...

ZİKRİN FAZİLETİ

Bismillahirrahmanirrahim.

Elhamdülillahi Rabbil alemin. Esselâtü vesselâmü alâ resulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.

Hadisi şerif:

"En iyi hediye, hikmetli bir sözü iyi anlayıp din kardeşlerine anlatmaktır ve bu, bir senelik ibadete bedeldir" (Taberanî, İbni Abbas).

Zikir Hakkında Hadisi Şerifler

— Allah`ı zikrediniz. Çünkü zikir, arzuya ulaşmakta size yardımcıdır.

— Allah`ı çok zikrediniz, ta ki size mecnun desinler.

— Her tacın ve her ağacın yanında Allah`ı zikredin.

— Her halükarda Allah`ı zikretmek, amellerin en üstünüdür.

— Sözün şerefçe en üstünü, zikrullahtır.

— Halkın derece itibariyle en yücesi, Allah`ı zikredenlerdir,

— Allah`ı zikretmeyi çoğaltınız, o kadar ki (münafıklar size) mecnun desin.

— Sana Allah`ı zikretmeyi tavsiye ederim. Çünkü zikrullah, dünyadan (gele­cek sıkıntılarda) sana teselli verir.

— Hayırlılarınız, görüldükleri zaman Allah`ın adı anılan kimselerdir.

— Ey insanlar. Her hal ve hareketinizde Allah`ı zikredin.

— Zikrin hayırlısı hafi (gizli) ; rızkın hayırlısı kafi olanıdır.

— İşin hayırlısı, dilin Allah`ı anmaktan yaşarmış olduğu halde dünyadan ayrılmandır.

— Tenhada Allah`ı zikreden, sabırda, gaza eden (mücahid) gibidir,

— Allah Teala buyuruyor : "Kulum beni andığı ve benim (ismim) ile dudakla­rını kıpırdattığı zaman, ben onunla beraberim."

— Her hastalığın bir şifası vardır. Kalplerin şifası, zikrullahtır.

— Kıyamet günü Allah, minberler üzerinde yüzleri nurlu cemaatlar getirir. Onları görenler imrenir. Onlar ne peygamber, ne de şehittirler. Onlar çeşitli kabile ve beldelerden olup birbirlerine muhabbet eden (seven) ve Allah`ı zikretmek için bir araya gelen ve zikredenlerdir.

— Hiç bir cemaat yoktur ki Allah`ı zikre otursun da melekler onların etrafında dönüp dolaşmasın, ilahi rahmet onları sarmasın, üzerlerine sekine (Allah`ın barışı) inmesin. Allah onları kendi katında meleklerine anmasın.

(Yani zikre oturanları melekler sarar, etraflarında dolaşır, ilahi rahmet (af ve mağfiret) onları kaplar, üzerlerine sükunet ve selamet iner, Allahü Teala onları melek­lerine över.)

— Hiçbir sadaka Yüce Allah`ı zikretmekten daha faziletli değildir.

— Resulullah`a sırasıyla sual ettiler :

1. Hangi cihadın ecri sevabı, daha büyük? "Yüce Allah`ı çok zikredenlerin."

2. Hangi orucun ecri daha büyük? "Yüce Allah`ı zikredenlerin."

3. Hangi namaz kılanların ecri daha büyük? "Yüce Allah`ı zikredenlerin."

4. Hangi zekat verenlerin ecri daha büyük? "Yüce Allah`ı zikredenlerin."

5. Hangi Hac edenlerin ecri daha büyük? "Yüce Allah`ı zikredenlerin."

6. Hangi sadaka verenlerin ecri daha büyük? "Yüce Allah`ı zikredenlerin." (Görüldüğü gibi hepsine de "Yüce Allah`ı zikredenlerin" buyuruldu. Kelamın sonunda Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer`e hitaben : "Ya Eba Hafs, hepsini Allah`ı zikredenler alıp gitti" buyurdular.)

— Diliyle Allah`ı zikredip de kalbiyle isyan eden kimseye yazıklar olsun.

— Diliyle Allah`ı zikretmeyi çoğaltıp da, (ameliyle) Allah`a isyan edenin vay başına geleceklere.

— Bir saat Allah`ı hatırlamak, seksen senelik nafile ibadetten hayırlıdır.

— Allah`ın büyüklüğü üzerine bir saat tefekkürde bulunmak, bir gece ibadet için ayakta durmaktan hayırlıdır.

"Alâ Bizikrillâhi Tetmainül Kulub" (Rad Suresi, 28).

: "Kalbin mutmain olmasının, tatmin edilmesinin ve rahatlığa kavuşmasının yolu, Zikrullah`tır." Zikir sebebiyle Cenabı Hak`ka yakınlık elde edilir ve ebedî devlete erilir.

 

Vesile, Rabıta, Vera ve Takva Hakkında Hadisi Şerifler

— Allah`tan benim için vesile (derecesini) İsteyiniz.

— Kim deve sağacak kadar rabıta yapsa, Allah (onu) ateşe haram kılar.

— Yarın (ahirette) Allah`ın dostları, dünyada iken vera (sahibi) ve zühd ehli olan kimselerdir.

— Hayırlınız, dünya hususunda en fazla perhizkar, ahirete ise en çok rağbet edeninizdir.

— Kim karnını aç tutarsa düşüncesi büyük, kalbi (ve başı) anlayışlı olur.

— Alçak gönüllü olmadıkça, zahid olamazsınız.

— Amellerin âlâsı, verâ ve takvadır.

— Allah Teâla buyurdu : Bana, vera ve takva sahipleri kadar kimse yaklaşmadı.

— Resulullah kalbini işaretle : "Takva burada" buyurdular.

— Kim Allah(a isyan)dan sakııursa, Allah da onu (zararlı) her şeyden korur.

— Kime takva sıfatı nasip olursa, dünya ve ahiretin hayrı ile zıklanır.

— Kalpler Rahman (olan Allah`ın) iki kudret parmağı arasındadır, onu dilediği gibi çevirir.

— İnsanlarda ilk uyandırılacak şey, huşu (duygusu)dur.

— Gözlerin ağlaması ve kalplerin korkusu (ilahi) rahmettir.

— Senin en büyük düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.

devamı...

LA İLAHE İLLALLAH

Her kim der ise dâim

Lâ ilâhe İllallah

Gönlünde dura kaim

Lâ ilâhe İllallah

 

Endişesi Hak ola

Gönlü nûr ile dola

Mahşere dek söyleye gele

Lâ ilâhe İllallah

 

Şu dem ki göçe canı

Lâ havfün* ola şanı

Çürütmeye hiç teni

Lâ ilâhe İllallah

 

Aldatamaya şeytan

Mûnisi ola Rahmân

Hem kurtarıser imân

Lâ ilâhe İllallah

 

O gün ki kara yüzler

Hem söylemeye sözler

Hoş hüccet olup söyler

Lâ ilâhe İllallah

 

Cehd eyle mâsivâyı

Çıkara gör gönülden

Tevhide can u dilden

Lâ ilâhe İllallah

 

Var Eşrefoğlu Rûmi

Terk etme bu kelâmı

Deyin bunu devâmlı

Lâ ilâhe İllallah

 

Eşrefoğlu Rumi

*Elâ inne evliyâal lahi Lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenun: “Allah’ın veli kulları için korku da, hüzün de yoktur” (10/62).

devamı...

DOĞRU YOL

DOĞRU YOL (SIRAT-I MÜSTAKİM)

Her müslüman için gerçek ve tek amaç, Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanıp onun hoşnutluğunu elde etmektir. Cenab-ı Allah, Peygamberleri aracılığı ile kendine ulaştıran en kısa ve orta yolu bildirmiştir. Bu yolun İslam’daki adı, sırat-ı müstakim’dir. Enam Suresinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “İşte benim doğru yolum budur. Ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi Allah’ın yolundan ayırmasın. Azabından korunasınız diye Allah, size böyle tavsiye etti” (6/153).

Sırat-ı müstakime ulaşmak, Allah’ın lütfu ile beraber, kulun talep etmesi, gayret göstermesi, inançlı ve ihlâslı (içten) olmasına da bağlıdır. İlk Sure olan Fatiha’da: “Bizi doğru yola ilet, hidâyet et” denilerek, kulun ilk talebinin sırat-ı müstakim üzere olması gerektiği bildirilmiştir. Namazın her rekâtında tekrarlanan Fatiha Suresi ile devamlı olarak kul, Cenab-ı Zülcelâl’den doğru yolu talep etmektedir.

İnsanın yaşayışı, inancı, tutumu ve davranışlarıyla sırat-ı müstakim üzere olduğunu zannetmesi ile gerçekten sırat-ı müstakimde olması, ayrıdır. Bu zannın tehlikesini Zuhruf Suresi haber veriyor: “O şeytanlar bunları doğru yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar” (43/37). Nahl Suresinde ise meâlen: “Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları da, doğru yolda olanları da en iyi bilendir” (16/125) şeklinde uyarılmaktayız.

Kur’an-ı Mübin’de sırat-ı müstakim ifadesi, 32 defa geçmektedir. Bir çok yerde, hidâyet kökünden türetilmiş kelimelerle beraberdir. Ayrıca “düz yol, yolun doğrusu, murada erdiren yol” olarak bir çok ayette yer almaktadır.

“Hidâyete ulaşmak için gidilecek yol” olarak da ifade edilmektedir. Nisa Suresinde meâlen şöyle denilmektedir: “Allah’a ve Resulüne itaat edenler, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır” (4/69). Böylece sırat-ı müstakim, Peygamber Efendimizin, ashabının ve halifelerinin yolu olarak açıklanmıştır. Kur’an’a göre sırat-ı müstakim, aynı zamanda sıratullah’tır. Yasin Suresinin 59. ve 61. ayetlerinde meâlen: “Ey âdemoğulları, ben size: Şeytana tapmayın, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi?” buyrulmaktadır.

Bütün nebiler doğru yolu, Allah’a kulluk etmek olarak bildirmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de sıratel müstakim, Sünnetullah anlamına da gelmektedir. Enam Suresinin 125-126. ayetlerinde meâlen: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse onun göğsünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık kılar. Allah, inanmayanları küfür batağında bırakır. İşte Rabbinin doğru yolu budur,” buyuruluyor. Hidâyet, Cenab-ı Allah’tandır.

Allah, kendisine halife olarak yarattığı insanı, rızasına ulaştıracak doğru yola çeşitli sebeplerle ve ayetleri vasıtasıyla çağırır. “İşte bu kitap, Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberidir. Onunla istediğini doğru yola eriştirir” (Zümer, 23). “Gerçekten bu, en doğru yola iletir ve yararlı işler yapan müminlere büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler” (İsra, 9). Kur’an-ı Kerim öylesine bir kurtuluş sebebidir ki, onu anlamadan, hayatımıza uygulamadan, doğruya, gerçeğe, Hakk’a ulaşmaya imkân yoktur. Resulü Ekrem için “Gerçekten sen onları doğru yola çağırıyorsun” (Müminun, 73) ve “Eğer Peygambere itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz” (Nur, 54) buyuruluyor. Âl-i İmran Suresinin 96. ayetinde ise meâlen: “Allah’ın lâneti o zalimlere olsun ki, Allah’ın yolundan çevirirler ve onu eğriltmek isterler ve ahireti de inkâr ederler” buyurulmuştur. Böylece sırat-ı müstakimden ayrılmanın ya da buna sebep olmanın karşılığı, Cenab-ı Allah’ın lâneti olarak bildirilmiştir.

Sâlih kişiler dediğimiz ilim, amel, ihlas üçlüsüne sahip olanların da, sırat-ı müstakime çağırmada hem sorumlulukları, hem de görevleri vardır. Müslim’den rivayet edilen şu kudsî hadis bunu açıklar: “Doğruya delâlet eden kişi için o doğru yola tâbi olanların sevabı kadar sevap vardır. Ve bu onların alacakları sevaptan bir şey de eksiltmez. Yine, sapıklığa çağırana da o yola uyanların vebalinin aynısı vardır. Bu da onların günahlarından bir şeyi noksanlaştırmaz.” Zümer Suresi 17-18. ayetlerde meâlen: “Şeytana kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de en güzel söze uyan kullarıma müjdele. İşte Allah’ın doğru yola eriştirdiği, onlardır” buyurularak, sırat-ı müstakime nasıl ulaşacağımız beyan edilmektedir.

Sırat-ı müstakim, inananların yolu demektir. Ve ilk şartı da imandır: “Doğrusu Allah, iman edenleri mutlaka doğru yola eriştiricidir” (Hac, 54). “Kim Allah’a sarılmışsa doğru yola iletilmiştir” (Âl-i İmran, 101). “Allah’a inanıp ona yapışanları, Allah kendinden bir rahmet ve lütufa sokacak ve onları doğru bir yola iletecektir” (Nisa, 175).

İmandan yoksun olanların, sırat-ı müstakimde olmaları söz konusu değildir: “Allah’ın ayetlerine inanmayanları Allah doğru yola eriştirmez” (Nahl, l04).

Sırat-ı müstakimde olabilmenin en az şartı, İslâm imanıdır: “Müslüman olanlar doğru yolu aramış, bulmuşlardır” (Cin, 14). Allah’ın rızasına ulaşmak, bunun için gereken mücadeleyi yaparak tam bir teslimiyet içinde olmak da gerekir. “Gerçekten size Allah’tan bir nûr ve açık bir kitap geldi. Onunla, Allah rızasının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve onları, kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp, dosdoğru bir yola ulaştırıyor” (Maide, 16).

Sırat-ı müstakimde olmanın bir şartı da, İslâm esaslarına, İslâm’ın getirdiği sınırlar içinde kalarak sahip çıkmaktır.

Bunun şartlarından biri de sünnettir. Sırat-ı müstakimde olabilmek için, söz ve amel olarak sünnete uygun davranmak gereklidir. Resulullah’ın izinden gidenler ve sünnetine uyanların dışında kalanlar için, Allah’a giden yol kapalıdır. Sünneti ihmal edip de sırat-ı müstakimde olabilme imkânı yoktur.

Gönül genişliği, kendi imanına gösterdiği duyarlılığı öteki müslümanlar için de göstermek de, sırat-ı müstakimde olmanın şartlarından biridir. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, “Kardeşine kâfir diyenin bu sözü, ikisinden biri hakkında gerçekleşir. Söylenen öyle değilse, söyleyene döner” buyurmaktadır. Bir din büyüğünün şu sözü ne kadar doğrudur: “Söz, amelsiz makbul olmaz. Niyetsiz de söz ve amel müstakim olmaz. Sünnete uygun düşmedikçe, ne söz, ne amel, ne de niyet geçerli ve doğru olur.”

Âraf Suresinin 43. ayetinde meâlen: “Bizi buraya eriştiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık” buyurularak, Sırat-ı müstakimde olmayı nimet bilmenin ve ona ulaşmanın da, Allah’ın hidayeti sonucunda olacağı bildiriliyor. Nimete şükür, nimeti verene teşekkürdür.

Sırat-ı müstakimde kalabilmenin bir şartı da, ilâhi irade ile irtibatta olmak ve dua etmektir. Cenab-ı Allah, “Dua edin, icâbet edeyim” buyuruyor. Bu emre uymak, sırat-ı müstakimde olmanın şartıdır. Allah’ın birliğini, kadim (öncesiz) olduğunu, sıfatlarını, adâlet ve hikmetini tasdik eden; Resulullah’ın peygamberliğini ve resullüğünün bütün insanlığı kapsadığını, şeriatını doğrulayarak, her getirdiğinin hak olduğunu ve Kur’an’ın, din kurallarının kaynağı olduğunu; Kâbe’nin namazın kendisine yönelerek kılınan tek kıble olduğunu inançla ikrar eden ve bunlarla amel eden insan, sırat-ı müstakim üzeredir.

Âl-i İmran Suresinin 8. ayetinde meâlen: “Bizi sırat-ı müstakime ilet ve onda daim ve sabit kıl. Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı çok olan sensin” buyuruluyor. Resulü Ekrem Efendimiz de: “Ey kalpleri halden hale değiştiren Allah’ım, benim kalbimi dinin üzere daim ve sabit kıl” diyerek, ümmetine yol göstermiştir.

Cenab-ı Resulullah’ın duasıyla sözümüzü bağlayalım: “Allah’ım, ey Cebrail, Mikail ve İsrafil’in Rabbi, göklerle yerin Yaratan’ı, görüleni, görülmeyeni bilen Allah’ım: İhtilaf ettikleri konularda, kulların arasında ancak sen hükmedersin. Üzerinde ihtilaf edilen Hak’ta izninle beni sabit ve daim kıl, çünkü dilediğini doğru yola hidayet eden ancak sensin.”

Gayret kuldan, bağışlamak Allah’tandır.

devamı...

BULUNMAZ

Bu akl ü fikr ile o cân bulunmaz

Nice yıl geçti perişan, bulunmaz

 

Denizler içerim susuz geçerim

Beni kandıracak umman bulunmaz

 

Yitirdim Yusuf’u Ken’an içinde

Yusuf bulundu Ken’an bulunmaz

 

Bu demde nice yanarsın ey derviş

Her ne kadar yanarsan yan, bulunmaz

 

Bu derde müptelâ olmuş cihanda

Bu Rûmi gibi bir insan bulunmaz

 

Eşrefoğlu Rumi

devamı...

HUKUK, VİCDAN VE SEVGİ SIRRI

Dinin Sırrı Sevgidir

Din ilahi bir kanundur.

Dinin sırrı, hukuktur. Hukukun sırrı, vicdandır.

Vicdanın da sırrı, sevgidir.

 

Hukuk Sırrı

Dinde hukuk, her şeyden önce doğruluk demektir.

Kişi, kendisine ait olmayana el sürmez ve göz dikmez. Hukuk deyince bu, sadece insan hukuku demek değildir. Hukuk, şu evren varlığı içinde, zerreden güneşe kadar, canlı ve cansız ne kadar varlık varsa, hepsine birden aynı hakkı tanımak demektir. Ve aynı şekilde uygulamak, insanlığın ve İslamiyet’in gereğidir. Çünkü varlıkların tümü, Hakk’ın varlığıdır.

Eğer bir insan “ben Hakk’ı seviyorum” derse, mutlak surette varlığını da sevmelidir. Varlığı sevmeyen, Hakk’ı da sevmiş olmaz. Bu bakımdan iyi/kötü, güzel/çirkin, faydalı/zararlı, sevimli/sevimsiz tercihlerinin hukukta yeri yoktur. Bunlar söz konusu olurlarsa, Allah’ın gazabını celbederler. Burada sevip sevmeme ayrı şey, hukuk ise ayrı şeydir.

İşte insanların ilerleyememesi de, bu anlayışsızlığın eseridir. Hukuka riayet etmeyen, günahkarların en büyüğüdür. Ve onun insanlıktan da nasibi yok demektir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Cenab-ı Hak varlığını, dostluk, intibak ve esenlik düsturlarına göre, müjde ile işaretlemiştir. İnsan, tecellisine göre hareket etmekte serbesttir. Kendisine hoş gelmeyen, kötü, çirkin, zararlı ve sevimsiz dediği herhangi bir varlıkla ilgilenmeyebilir. Fakat eğer tesadüfen bir ilgi doğacak olursa, gereken şekilde hukukunu tanıması zorunludur. Çünkü insan, yalnız ve yalnız hukuktan sorumludur.

İster müslüman, isterse hıristiyan olsun, bunda ayırım olmaz. Çünkü kurtuluş ve mutluluk kapısı, buradan açılır. Bütün varlıklar, Cenab-ı Hakk’ın esmasının suretidir. Bu nedenle ilahi kitaplar, “kendini düşündüğün gibi yekdiğerini de düşüneceksin” diye, Allah’ın emrini bildirmektedirler. Çünkü canlı ve cansız bütün varlıklar, O’nun ruhunu taşımaktadırlar.

Bunun için de hukukta hiç kimse, keyfine göre hareket edemez. Allah bunu men etmiştir. Çünkü onun emri keyif değil, ölçüdür. Hele insanın kalbi, onun kutsal evidir. Ve Cenab-ı Hak orayı, kendisi için ayırmıştır. El süren yanar da, zavallı farkına varamaz.

İnsan aslında, Hakk’ın temsilcisi ve varlığının halifesidir. Bu yüzden hukuk yönünden son derece yükümlü ve sorumludur. Bastığı taştan gökteki kuşa kadar, canlı ve cansız ne varsa herşeyden sorumludur. Onun için Ehlullah, “mertliğin gereği, yekdiğerini düşünmektir,” demişlerdir. Bu uğurda hizmette kusur etmezler.

Cenab-ı Hak cümle varlığı, insana mazhar kılıp onun emrine vermiştir. Eğer bir noksanlık ve aksilik görecek olursa, bu da gene bizdendir. Bunu böyle bilmeli ve elimizi herbir şeye, “bismillah” diyerek sürmeli, gene besmele ile de yerli yerine koymalıyız. Kullanış esnasında, onda ruh olduğunu unutmamalıyız. Kendi uzvumuzdan bir parçayı nasıl düşünüyor ve hoş tutuyorsak, onu da o şekilde kullanmalıyız. İşte o zaman, “ente razı, Hak razı,” yani sen O’ndan, O da senden razı demektir. Allah için, şifa veren cevap budur.

Vicdan Sırrı

Vicdan, hukukun amiridir; kalpte yankı yaparak, insanı harekete geçirir. İnsan, her hali hukuk yönünden gerektiği gibi, her işi hukuk gözeterek yapar; mutlak olarak doğruluğuna inanır; kalben şüphesiz bir biçimde emin ve müsterih olursa, işte bu, vicdandır. Buna, hukukun aslı derler; bir adı da imandır. Bu hal, insanın kalbinin derinliklerinden gelen bir emrin sesidir. Doğruluğundan şüphe edilmeyen, saf ve temiz bir duygunun ürünüdür.

Merhamet denizinin coşarak getirdiği bu hali, Allah cümlemize nasip etsin. (Amin.)

Eğer bir insanda iman yoksa, vicdan da yoktur. Vicdanı olmayanın insanlığı da yoktur. Eğer bir kimse hukuk tanıyor ve vicdanen gerçekten müsterih oluyorsa, o kimseye müjdeler olsun, çünkü Allah onunladır.

Sevgi Sırrı

Sevgi, insanın en ince ve hassas vicdan hislerinin meydana getirdiği, merhamet ve şefkat duygularının bir eseridir. Vicdan hükmü kalpteki iyi ve kötü bütün varlığı yakarak silip atmış ve orasını ayna gibi tertemiz bir hale getirmiş olduğundan, Cenab-ı Hak o kalbe, tecelli tahtını kurmuştur. Böylece bütün benliği Hak sevgisi kaplamış ve o kimse artık, sevgiden ibaret olmuştur. Artık o her şeyi, her şey de onu sever olmuştur.

Bu nedenle o kimse, Cenab-ı Hakk’ın dostluk, intibak ve esenlik sıfatları ile sıfatlanıp, haslar (seçkinler) zümresine girmiştir. Artık o insanın her iki dünyada da yeri cennet, makamı ise, sefa ve dostluktur.

İslamiyet, sekiz esasa dayalıdır. Bunlara “sekiz cennet kapısı” denir. Ayrıca divanlarda, “sekiz uçmak” diye de anılır:

1. Merhamet ve şefkat, 2. Doğruluk, 3. Sadakat, 4. Cömertlik, 5. Sabretmek, 6. Sır tutmak, 7. Fakirliğini ve acizliğini bilmek, 8. Rabbine şükretmek.

İşte bunlar olmadan, her iki dünyada da huzur, mutluluk ve cennet olmaz.

Bu güzel huylarla huylanan ve benliğine maleden bir insan, gereği gibi bir müslüman ve Resulüne layık bir insan demektir. Çünkü bu güzel huy ve ahlâklar, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem’e ait güzel huy ve sıfatlardır. Ve keza ondan da ailesine, evladına ve ashabına tecelli ederek, İslamiyet’in temel unsuru haline gelmiştir. Kur’an, böyle beyan ve ilan etmektedir.

Bunun için de İslamiyet, kelime-i şehadet’le camide cennet aramaktan ibaret değildir. Bunlardan biri eksik olursa insan, gerçek müslüman sayılmaz. Çünkü Allah’ın vahyindeki sırların sağlamlığı, bunlarla ayakta durur. Bunun için de hayatın devamı, huzur ve mutluluğu, bu esaslara bağlıdır. İnsan, yaşamında daima iyiye, güzele ve doğruya dayalı olmalıdır. Ölümsüzlük ve ebedilik, bu gerçeklerle mümkündür.

İşte bu yüzdendir ki, yukarıdaki esaslar, insanlığın ve Hak yolcularının elinde daima bir ışık ve bir meşale olmuştur. İnsan nasıl ki karanlıkta önünü göremez ve yol alamazsa, aynı şekilde Yaratan’ına da varamaz. Cenab-ı Hak, “Işık olun, Bana gelin, sırrıma erin” diye bizlere hitabediyor ve bizleri diliyor. İşte bu hitabın anlamını o yüce Peygamber, Mirac yaparak bizlere anlatmak istemiştir. Şu halde bu hakikat ışıkları olmadan bu cehaletin karanlığında, Rabbimize nasıl yol bulup onun rızasına layık olacağız? Demek oluyor ki gerek şeriatta, gerek tarikatta ve gerekse hakikatta olsun, değerli olan bu güzel huy ve sıfatlardır.

Bu gerçeklere sahip olmayan Rabbine layık olamaz. Çünkü 100 Suhuf ve 4 Kitab’ın sırrı budur. İnsanlığa ve beşerî vicdanlara hayat kaynağı olan, neşe, huzur ve mutluluk bahşeden, bu sekiz esastır.

Dünyada ne kadar güzel huy ve ahlâk varsa, hepsi bunların içindedir. Bu nedenle bunlara, “sekiz cennet kapısı” denmiştir. Bunlara sahip olanlar, zaten bu alemdeyken cennet hayatı sürerler.

Yedi tamuya gelince: Bu cehennem kapılarını açan huylar da şunlardır:

1. Gurur, 2. Hırs, 3. Kıskançlık, 4. Bölücülük, 5. Dedikodu, 6. Şehvet, 7. Öfke.

İşte dünyada ne kadar kötü huy ve ahlâk varsa, onlar da bunların içindedir. Onun için her kim iyiyi, güzeli ve gerçeği kabul etmezse, kişiliği ne olursa olsun ve ne kadar suret-i haktan görünürse görünsün, onun gönlünde bunlar yatıyor demektir. İsterse başı secdeden kalkmasın, hiç bir önemi yoktur. (Gerek insanlık ve gerekse İslamiyet, gerçeklere dayanmakla olur. Keyfine göre hareket edip benliğe kapılarak, riya, gösteriş ile İslamiyet olmaz. O takdirde yedi tamunun gurur ve isyan kapılarını, insan kendisine açmış olur.

devamı...

İYİCE BAK

Ben ârifim diye çıkma meydana

Bir tenhada irfanına iyice bak

Âlem bu ya, senden kâmil bulunur

Teraziyle dört yanına iyice bak

Bâzı ahmak sözün bilmez tutulur

Nohut gibi her yemeğe katılır

Kâmil meclisinde cevher satılır

Cilâ gelir îmanına, iyice bak

Cahil meclisinde satma cevheri

Ne bilsin değerini beyni serseri

Bir münasip söz bul, kapat defteri

Mukayyet ol, lisanına iyice bak

Azıcık söylersen olursun rahat

Boş durma, kalbinden getir salavat

Ki sende var ise din ve diyanet

İstikamet erkânına iyice bak

Kimisi söylerken vurur kafana

Ne kazancına fayda, ne de sefana

Durma, savuş sarılmadan yakana

Yüze güler düşmanına iyice bak

Kimi gıybet söyler, kimisi yalan

Demez ki imanım oluyor talan

Hiç bulunmaz kendi ayıbını bilen

Sen adam ol, noksanına iyice bak

Kimi bir iftira çıkarır yoktan

Ne halktan utanır, ne korkar Hak’tan

Kimisi kendini düşürür tahttan

Açık gezer şeytanına iyice bak

Kimi zariflikle dinin bitirir

Kimi bilgisiyle işin bitirir

Kimi yıkar ocağını batırır

Emmi dayı, gümanına iyice bak

Kimsenin ayıbına sen olma nâzır

Hepsinin Yaratan’ı her yerde hazır

Belki meclisinde bulunur Hızır

Kalp gözüyle dört yanına iyice bak

Eğer ki bir zalim seni döverse

Sükût eyle, sakalına söverse

Baktın, ayağına bir taş değerse

Sabreyl`Eyüp isyanına iyice bak

Etme bir kimseye sakın intizar

Hakkını toprak eder ol Perverdigâr

Eğer bir kimseyle edersen Pazar

Arşınına mîzanına iyice bak

Edepli ol edebini takın ha

Cahil meclisine olma yakın ha

Bu zamanın kadınından sakın ha

Kan akıtır yalanına iyice bak

Kurtarayım dersen eğer serini

Beş vakit namaza sarf et varını

Kardeşine bile deme sırrını

Kasdeder ha, öz canına iyice bak

İpeğini kara kıla katarlar

Cevherini az pahaya satarlar

Sonra seni bohça gibi atarlar

Ey Ruhsati, destanına iyice bak

Aşık Ruhsati

devamı...

İMANIN ŞARTLARI ÜZERİNE PEYGAMBERLERE İMAN

1. Peygamber ve Peygamberlere İmân Ne Demektir?

Müslümanlığın temel ilkelerinden biri, Peygamberlere imân etmektir. Peygamberlere îmân etmek, onlar hakkında vâcib, doğru ve câiz olan şeyleri bilip, tasdik etmektir. Allahu Teâlâ tarafından kendi emirlerini, irâdelerini, kanunlarını, şerîatini (din yasası) kullarına bildirmekle görevlendirilmiş olan büyük insanlara Resûl denir. Yeni bir din getirmeyen, daha önce gelmiş bir resulün dinini tebliğ eden kimseye de Nebî denir. Biz her ikisine de Peygamber deriz ki, Allah ile kulları arasında bir elçi, bir aracı demektir. Allahu Teâlâ insanlardan seçtiği birtakım büyük adamları bu iş için memur etmiş, kullarına kendi emirlerini, bu yetkin insanlar vasıtasıyla bildirmiştir.

2. İnsanların Peygamberlere İhtiyacı ve Peygamberlerin Vazifeleri

İnsanların hakîkî ve ilâhî birer mürşid olan Peygamberlere ihtiyacı vardır. İnsanlar, kendi akıllarıyla Allahu Teâlâ’nın Varlığını ve Birliğini anlayabilirlerse de, O’na mahsus olan birtakım yüksek sıfatları tamâmen anlayamazlar. Ne yolda ibâdet edileceğini, âhiret işlerini, âhiretteki sorumluluğu, oradaki mükâfatın ve cezânın şekillerini dosdoğru bilemezler.

İnsanların, en kısa ve pürüzsüz bir yoldan giderek dünyâ ve âhiret saadetine kavuşması, fikrî ve ahlâkî yüksekliğe erişmesi, ancak ilâhi eğitim ve öğretim sayesinde mümkün olabilir. İşte insanların bu ihtiyaçlarını sağlamak için, Allahu Teâlâ Peygamberler göndermiş ve onlara her şeyi bildirip, insanlara doğru yolu göstermeye onları memur eylemiştir. Peygamberler, en iyi ve en sağlam bir şekilde insanlara Allah’ı tanıtmışlar, Allah’ı tanıttıkları gibi, inanç hükümlerini ve ibâdetin şeklini anlatıp belirtmiş, birtakım şeylerde olan güzellik ve çirkinliği ayırt etmişler, ahlâkî fazîletleri insanlara aşılamışlar, medenî hükümleri tesîs etmişler, toplumsal ilişki ve bağları kuvvetlendirmişler, faydalı ve zararlı, hayır ve şer olan şeyleri anlatmışlar, hayatta lâzım olan şeyleri belletmişler ve bunların yollarını, esaslarını göstererek, maddî ve mânevi alanda insanlar için tam bir rehber olmuşlardır.

Sözün kısası: Peygamberler, kendilerinin Allah tarafından birer memur olduklarını söylemişler, Allah’ın din ve şerîatını insanlara tebliğ etmişler ve inanmayan inatçılara karşı, kimsenin yapamayacağı harikulâde mucizeler göstermişler, Allah’ın söylediklerini tutanları Cennet’le müjdelemişler, tutmayanları da, azab ve Cehennem’le korkutmuşlardır. Şurası da muhakkaktır ki, Allahu Teâlâ her ümmete, her kavme bir peygamber göndermiş ve hiçbir kavmi bunlardan yoksun bırakmamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu nokta çok açıktır.

3. Peygamberlerin Sayısı

İlk Peygamber Hazreti Âdem, son Peygamber de Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’dır. Bu ikisinin arasında çok peygamberler gelip geçmiştir. Bazı eserlerde, adetleri yüz yirmi dört bin, bazısında iki yüz yirmi dört bin diye beyân edilmişse de bunlar kesin olmadığından, o sûretle îmân vâcib değildir. Çünkü, Allahu Teâlâ, Peygamberlerden

bazılarını bize bildirmediğini Kur’an-ı Kerim’inde haber vermiştir. Binâenaleyh, sayılarını söylemeyerek, ne kadar Peygamber gelmiş ise, hepsinin hak ve doğru olduklarına da tafsîlen îmân etmek vâcibdir.

Peygamberlerin bazılarına inanıp da, bir kısmına inanmamak küfürdür.

4. Kur’ân-ı Kerîm’de İsimleri Geçen Peygamberler

Kur’an’da isimleri söylenmiş olan Peygamberler şunlardır:

Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahîm, İsmâil, İshak, Yâkub, Yûsuf, Şuayb, Hârûn, Mûsâ, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyas, El-Yesa, Zekeriyâ, Yahyâ, İsâ, Muhammed. (Allah’ın salavatı, cümlesinin üzerine olsun.)

5. Peygamberlik Mertebesi

İnsan çalışmakla dünyada herşey olur, en yüksek mertebeye çıkabilir; fakat peygamber olamaz. Peygamberlik Allah vergisidir. Herşeyi yaratan ve herşeyi bilen Allahu Teâlâ peygamberliğe kimlerin lâyık olduğunu bilir ve onu lâyık olanlara verir. Onun için, o büyük rütbeyi zamanına göre lâyık olanlara vermiş ve onlar vasıtasıyla, kendi kanunlarını, din ve şerîatını kullarına bildirmiştir. Çalışmakla, özenmekle, o büyük mertebe ele geçmez.

6. Peygamberler Hakkında Câiz ve Vâcib Olan Şeyler

Peygamberler bizim gibi insandır. İnsan olmak bakımından, onlar da, bizim gibi oturup kalkar, yiyip içerler, gezerler, çocuk sahibi olurlar, hastalanır ve ölürler. Bu yönden aramızda fark yoktur. Bunlar, peygamberler hakkında da geçerlidir; onlar için bir eksiklik değildir. Fakat onlar, Allah’ın en sevgili, en yüksek kullarıdır. Onlar hiç günâh işlemezler. Kıskanmak, içi dışına uymamak gibi kötü huylardan hiçbiri onlarda bulunmaz. Onlar asla yalan söylemezler. Ne söylemişlerse hepsi doğrudur. Oldu dedikleri olmuştur. Olacak dedikleri şeyler de zamanı gelince, herhalde olacaktır. Yalancıdan peygamber olamaz, böylelerini Allah rezîl ve rüsvây eder, yalancılığını çabuk meydana çıkarır.

Peygamberler, emânete hıyânet etmezler. Allah tarafından kendilerine bildirilmiş olan dînî hükümleri, ilâhî şerîatları Allah’ın kullarına tamâmen söylemişler ve hiçbir şeyi gizlememişlerdir.

Peygamberler, akıllı ve uyanık insanlardır, ahmak insandan, erkeklik ve dişiliği belli olmayandan peygamber olmaz.

Hülâsa: Doğru söylemek, eminlik, Allah’tan aldıkları hükümleri, olduğu gibi insanlara tebliğ etmek, zekâ ve aydınlık peygamberler hakkında vâcibdir. Peygamberin böyle olması gereklidir. Bunların aksi olmak, Peygamberler hakkında hiçbir sûretle olamaz ve düşünülemez.

7. Peygamberlik Ne Sûretle Sâbit Olur?

Bir peygamberin Peygamber olduğu, onun gösterdiği mûcizelerle (olağanüstü şeylerle) anlaşılır. Mûcize, Peygamberlik davâsında bulunan bir zâtın, bu iddiasında doğru olduğunu isbât için Allah’ın kudreti ile göstermeyi başardığı hârikulâde bir şeydir. Bunlar öyle hârika ve akıllara durgunluk verecek şeyler olacak ki, onun gibi bir şeyi, başka hiçbir insan yapamayacak. Peygamberin mûcizesi, bir çok insanların istemesi üzerine gerçekleşir.

“Peygamber isen bize şöyle bir mûcize göster” denildiği zaman, Peygamber olan zat, ne kadar akılların alamayacağı gibi de olsa, Allah’ın kudreti ile onu göstermeye muvaffak olur. Fakat inanmayanlara “Bu mûcizenin bir benzerini de siz getirin” denildiği zaman, hiçbir kimse buna kâdir olamaz.

Mûcize, Peygamberlik iddiasında bulunan zâtın iddiasına uygun, maksadına uygun bir şekilde olur. Maddî sebeplerden bir şey ile olamaz. Mûcizeyi gösteren zât, ahlâki fazîletlerle o kadar yükselmiş olacak ki, âdetâ kendi varlığı da insanlar arasında büyük bir hârika ve ilâhî bir mûcize hâlinde tecellî edecek; onun hedefi, insanlara, Allah’ın bildirdiği doğru yolu göstermek, onları dünyâ ve âhiret saadetine kavuşturmaktan başka bir şey olmayacaktır.

İşte bütün peygamberler, böyle mûcizeler göstermişler ve kendi zamanlarındaki inatçıları âciz bırakmışlardır. Peygamber Efendimiz de birçok mûcizeler göstermiştir. Lâkin onun en büyük, ebedî mûcizesi, Kur’an-ı Kerîm’dir.

Kur’an kıyâmete kadar kalacak ve inanmayanlara karşı dâimâ meydan okuyacaktır. Bunun hem sözü, hem anlamı, en büyük mûcizedir.

8. Peygamberlere Allah’m Vahiy ve İlhâmı

Peygamberlerin hepsi de Allahu Teâlâ’nın vahyine mazhar olmuşlardır. Vahiy demek, Allahu Teâlâ’nın, dilediği şeriat hükümlerini ve hakîkatlerini Peygamberlerine bildirmesi demektir. Bunları bazan rüyâda bildirir, bazan da uyanık iken Peygamberin kalbine ilhâm eder. İlhâm ile olana “okumasız vahiy” denir. Peygamberler, ilhâm yoluyla aldıkları emirleri, kendi kelimeleriyle ifâde ederler.

Bazan da, Allahu Teâlâ Hazretleri, dilediği hüküm ve gerçekleri, hiçbir aracı olmaksızın, doğrudan doğruya Peygamberine söyler ve işittirir. Bu kısım, vahyin en yüksek derecesidir. Miraç Gecesi Peygamberimize vuku bulan vahiy bu yolda olmuştur. Vahyin diğer bir yolu da, Melek vasıtasıyla Peygamberine söylemesidir. Melek, Cenâb-ı Hak’tan nasıl almış ise, aynen Peygambere okur. Peygamber de onu hıfzedip (olduğu gibi koruyup) insanlara bildirir. Peygamber Efendimiz’e, Kur’ân-ı Kerîm bu sûretle indirilmiştir.

9. Peygamberlerin Tebliğ Eyledikleri Dinlerde, Bir Olan Esaslar

Bütün peygamberlerin Cenâb-ı Hak’tan alarak insanlara bildirdikleri din, haktır. Bunların hepsinde hiç değişmeyen birtakım ilkeler (ana hatlar) vardır. Her dinde bir olup asla değişmeyecek olan esaslar, işte bunlardır. Din denildiği vakit anlaşılan da bunlardır. Bütün peygamberlerin tebliğ buyurdukları dinlerde değişmeyen esaslar şunlardır:

Allah’ın Birliğine, Âhiret Gününe, Allah’ın Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Hayır ve Şerrin Allah’tan geldiğine îmân etmek, ibâdet ve ahlâk.

Her peygamber, îmân ve inanç konusu olan bu genel ilkeleri ve bunlara dayanan işleri, inanç ile hareket arasındaki vicdânî ilişkileri arıtıp terbiye edecek olan ahlâk esaslarını ümmetine bildirmiştir. İşte her dinde değişmeyen esaslar bunlardır. İbâdetin şekilleri ile, zamanın, mekânın gereği olan işlemlere ait hükümler, bunun dışındadır. Bunun içindir ki, değişik zamanlarda, ayrı ayrı mahallerde, başka başka kavimlere gelmiş olan peygamberlerin tebliğ eyledikleri eylem ve davranışlara yönelik hükümlerde kısmi ya da toptan değişiklik olması, pek tabiidir. Kur’ân-ı Kerim’in beyânına göre her peygamber, yukarıdaki genel esasları teblîğ etmiştir. Binâenaleyh, bir dînin hak olabilmesi için bu prensipleri ihtivâ etmiş olması gerekir. Bunlardan yoksun olan bir din, hak olmak sıfatını kaybetmiş sayılır.

10. Din Yöntemi Her Dinde Bir İken, Şer’i (Yasal) Hükümlerin Nesih ve Tebdil Sûretiyle Zaman Zaman Değişmesinin Hikmeti

Din usulünün bütün peygamberlerin bildiriminde sâbit ve fakat şer’î hükümlerin zaman zaman değişmiş, evvelkilerde bulunan bâzı hükümlerin sonrakilerle yasak edilip, yerine başka hükümler konulmuş olması, akla, hikmete ve gelişim kanunlarına uygundur. Biz görüyoruz ki: Şu âlem dâimâ değişmektedir; bununla beraber, bunun âhengini tutan bir düzenleyici kudret vardır. İnsanlık ve onun ihtiyaçları da, her an değişmekte olan âlemden bir parçadır. Binâenaleyh, insanların aklı ve idrâki ve ona dayanan iş ve hareketler, günden güne artmakta ve değişikliğe uğramaktadır. İşte bunun içindir ki: İnsanlığın ortak ahengini koruyacak ve başından sonuna kadar hayat silsilesinin toplamına denk olacak ilkeler demek olan din usulleri sâbittir, onlarda değişiklik yoktur.

Fakat ibâdetlerin dış şekilleri, âdet ve işlemlere ait olan şer’î hükümler; zamanın, mekânın ve şahısların değişmesiyle değişen ve her gün artan insan idraki ve davranışları için konulmuş olduğundan, bunların dâimâ değişmesi zorunlu idi. Bunlardan maksat, kulların nefslerini temizlemek, ahlâkını yükseltmek, kalblerinde Allah sevgisini ve Allah korkusunu yerleştirmek, toplum ve medeniyetlerinin barış ve düzenini sağlamaktır. Onun içindir ki, temel ilkeler her dinde bir olduğu, her peygamber aynı esasları bildirdiği halde, şer’i hükümler zamanın gereğine, mizaç ve yeteneklerin ayrılığına, insanların ihtiyaçlarına göre değişmiş ve dâima ilerleyerek, Müslümanlıkta en son ve en mükemmel mertebesini bulmuştur.

Bundan sonra daha üstün bir din gelmesi söz konusu olamaz. Artık insanların ilerlemesi, bilim ve teknik sahasındadır, din alanında değil.

11. Şeriâtların Rûhu

Bütün peygamberlerin teblîğ ettikleri şerîatların rûhu şu beş esasa yöneliktir:

1) Dini korumak,

2) Nefsi korumak,

3) Aklı korumak,

4) Nesli korumak,

5) Malı korumak.

İşte şer’i (dînî) hükümlerden maksat, yani Şeriat Koyucu’nun (Allah’ın) insanları şerîatlara uymaya özendirmesi ve teşvik etmesindeki hikmet, bunları korumak sûretiyle insanların sonsuz bir mutluluğa kavuşmasıdır. Bütün peygamberler bu esasları korumayı, zamanlarına göre çeşitli yollardan beyân buyurmuşlardır.

12. Yaratılmışların Efdâli

Cenâb-ı Hakk’ın mahlûklarının birbirlerine göre derece ve üstünlükleri şu şekildedir:

1) Mutlak anlamda bütün yaratıkların en üstünü, Muhammed Aleyhisselâm’dır.

2) Diğer peygamberler,

3) Meleklerin büyükleri,

4) Peygamberlerin gayri, genelde insanlar,

5) Büyük meleklerden başka genelde melekler.

Şu halde peygamberler bütün insanların ve meleklerin efdalidir. Hazreti Muhammed Aleyhisselâm ise bütün insanların, bütün peygamberlerin ve meleklerin en seçkini ve Allah’ın en sevgili bir kuludur. Allah’ın yarattıklarının ve insanların en büyüğü O’dur. O’ndan büyük gelmemiştir ve hiç gelmeyecektir.

13. Son Peygamber ve Peygamberlik Kapısı

Allahu Teâlâ, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ı son Peygamber olarak gönderdikten sonra o kapıyı tamamen kapatmıştır. Ondan sonra bir peygamber ve yeni bir din gelmeyecektir. Kur’ân-ı Kerîm, bunu haber vermiştir.

Binâenaleyh, ondan sonra peygamberlik iddia etmiş olanlar yalancıdır. Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberliği geneldir. Bütün dünyayadır. Diğer peygamberler böyle değildir. Onların her birisi özel bir kavim, belirli bir zaman için peygamberdir. Hazreti Muhammed’in din ve şeriâtı, evvelki kitapların hükmünü iptal etmiştir.

Kur’ân’ın hükmü ise evrensel ve kalıcıdır, daimidir. İşte bizim, peygamberler hakkındaki inancımız böyledir.

14. Muhammed Aleyhisselâm

Her Müslümanın kendi peygamberi hakkında biraz fazla bilgisi olması lâzımdır. Peygamberimizin adı Muhammed’dir. Babasının adı Abdullah, anasının adı Âmine’dir. Meşhûr rivâyete göre, Arabî ay hesabıyla bundan bin dört yüz küsûr sene evvel Rebîül Evvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke şehrinde doğmuş ve insanlığın ufuklarını ışığı ile aydınlatmıştır. Milâdi 571 yılı Nisan ayının yirminci Pazartesi gecesine tesâdüf etmektedir. Kendisi dünyâya gelmezden iki ay evvel babası, dünyâya geldikten altı sene sonra da anası öldü. Peygamberimizin süt anası Halîme nâmında bir kadındır. Peygamberimizi bu kadın emzirdi. Peygamberimiz bu kadının yanında dört sene kaldı ve ondan sonra kendi anasına verdiler. Altı yaşında, anası öldükten sonra Peygamberimize sekiz yaşına kadar dedesi Abdül Muttalib, onun vefâtından sonra amcası Ebû Tâlib baktı. Peygamberimizin çocukluk devri, gençlik devri, bekârlık ve evlilik hayâtı dünyâda hiçbir insana nasîb olmayan yüksek bir soyluluk ve temizlik içinde geçmiştir. Bütün etrafındakiler putlara taparken O, bunların amansız bir düşmanı idi. Ömründe bir defa yalan söylememiş, puta tapmamıştır. Kimseye hile yapmamıştır. Bundan dolayı “Muhammedül Emîn” unvanını almıştır. Düşmanları da O’nun doğru ve güvenilir olduğunu tasdîk ederlerdi.

Peygamberimiz yirmi beş yaşında iken Mekke’nin büyüklerinden Hatîce nâmında dul bir kadınla evlendi. Hatîce o zaman kırk yaşında idi. Hazreti Hatice’den, Peygamberimizin altı çocuğu dünyaya geldi. İkisi erkek, dördü kızdır: Kasım, Zeynep, Rukiye, Fatma, Ümmü Gülsüm, Abdullah. Sonra Mâriye nâmındaki kadından İbrâhim isminde bir oğlu daha olmuştur. Hazreti Fatma’dan başka hepsi Peygamberimizden evvel ölmüşlerdir.

Peygamberimiz ailesini ve çocuklarını çok severdi. Kırk yaşına girdiği vakit, Cenâb-ı Allah tarafından kendisine Peygamberlik geldi. Bütün yaratıklara Peygamber olduğu Allahu Teâlâ tarafından kendisine bildirildi. Cebrâil vasıtasıyla Allah tarafından âyetler, emirler, hükümler gelmeye başladı. Bundan sonra on üç sene Mekke’de insanları hak dîne çağırdı.

Peygamberlik iddiasında olduğunu ispât için onlara pek çok mûcizeler gösterdi. İlk önce üç sene insanları gizli gizli İslâm’a dâvet etti. Ondan sonra Allah’ın emriyle işi açıkladı. Herkesi açıkça İslâm dînine çağırdı. Birçokları Müslüman oldu. Bu şekilde Mekke’de on üç sene insanları hak dîne dâvet etti. Elli üç yaşında iken Allah’ın emriyle Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Medîne’liler de Müslüman oldular. Medîne’de on sene yaşadı. Bu on sene zarfında

Allah’ın emrini yerine getirmek; Müslümanlığı her tarafa yaymak ve insanları saadete kavuşturmak için hiç durmayıp çalıştı. Hiçbir insanın tahammül edemeyeceği eziyetlere, açlığa, susuzluğa katlandı. Din düşmanlarıyla birçok muhârebeler yaptı. Yirmi bir defa kendisi bizzat harbe girdi ve savaşta birkaç yerinden yaralandı; mübârek dişi kırıldı. Durmadan çalışarak ortadan küfrü, putperestliği, zulmü, haksızlığı, cehaleti, ahlâksızlığı kaldırdı.

Dünyâyı ilim ışığı ile aydınlattı. Adâlet, gerçek özgürlük ve eşitlik esaslarını kurdu. Altmış üç yaşında iken Mevlâ’sına kavuştu. Allah cümlemizi O’na ümmet edip, dünyâ ve âhirette O’nun yardım ve şefaatini üzerimizden eksik etmesin. Amin.

ÂHİRET GÜNÜNE İMÂN

1. Âhiret Günü Ne Demektir?

İmânın beşinci temeli, Âhiret Gününe inanmaktır. Âhiret Gününe inanmak, İslâm dininin itikat esaslarındandır. Âhiret Gününe imân, Allah’a imân demektir. Çünkü, Allah’ın lütfunu tamamlaması için Basü badel mevt’e, öldükten sonra tekrar dirilmeye gerek vardır. Âhirete inanmayan, Allah’a ve Peygambere de inanmamış olur. Kıyamette, en büyük dört melekten biri olan İsrafil, Sûr’a bir kere üfleyecek, bütün canlılar ölecektir. Kâinat sona erecektir. Sonra İsrafil Sûr’a ikinci kez üfleyecek, bütün insanlar dirilecektir.

Âhiret Günü demek; birinci üflemeden ikinci üflemeye ve ondan Cennet ehlinin Cennete; Cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman demektir. Yâhut ikinci üflemeden başlayıp, sonsuz olarak devam edip gidecek zamandır. Binâenaleyh; Kıyâmet, İsrâfil Aleyhisselâm’ın Sûr’a üfürmesi, insanların yeniden dirilmeleri, herkese dünyâdaki amel defterinin verilmesi, amellerin tartılması, bu dünyadaki işlerinden dolayı herkesin hesaba çekilmesi, Şefaat, Sırât, Cennet ve Cehennem... Bunların hepsi, Âhiret Gününün ayrıntılardır. Âhiret Günü deyince bunların hepsini kapsar.

Âhiretin imkânı, yâni olabileceği aklen; olacağı da peygamberlerin haberleriyle sâbittir. Bunun içindir ki, her mü’minin bunları bilmesi ve tasdîk etmesi gerekir. Âhirete inanmak, dînî zarûretlerdendir. Şüphe yok ki, sonradan olan şeylerin hepsinin bir sonu, bir ölümü vardır. Allah’tan başka bâkî yoktur. Her şey er geç ölecektir. Dünyanın da bir ölümü vardır. Dünyânın ölümü, büyük (birinci) üfleme ile başlayacaktır. Büyük üfleme, (bitiriş üflemesi), zamanı gelince Allah’ın emri ile Hazreti İsrâfil’in ilk defa olarak Sûr denilen ve mâhiyeti, nasıl olduğu bizce belli olmayan bir şeyi üfürmesi ve bununla ansızın husûle gelecek pek şiddetli bir ses demektir. Bunun tesîri ile göklerde ve yerde bulunan bütün mahlûkat ölecek, ancak Allah’ın istedikleri kalacak. Bir müddet sonra onlar da ölecek, bu sûretle dünyâda bir canlı kalmayıp, dünya değişecek, yerlerin ve göklerin düzeni bozulacak, yer yerinden oynayarak her şey alt-üst olacak, âlem başka bir âlem olacak, yeni bir âlem vücûda gelecektir.

İşte dünyanın ölümü ve kıyamet budur. Şunu hemen söyleyelim ki, kıyametin ne zaman kopacağını Allah’tan başka kimse bilemez. Çünkü Allah bildirmemiştir. Yeryüzünde “Lâ ilâhe illallah” diyen, yâni bir Allah’a, Allah’ın Birliğine imân eden bir ferd bulundukça kıyâmetin kopmayacağına dâir eserler ve Hadîs’ler vardır. İnsanın kendi ölümüne küçük kıyâmet, dünyânın ölümüne de büyük kıyamet denir.

Kıyâmet koparak dünyâ harab olup Allah’tan başka herşey helâk olduktan sonra, vakti zamanı gelince, Allahu Teâlâ İsrâfil’i baştan yaratacak ve ikinci nefhayı emredecektir. Allah’ın emriyle İsrâfil Aleyhisselâm tarafından ikinci defa Sûr üfürülecek, bunun üzerine Allah’ın emriyle bütün yaratıklar yeniden dirilerek kabirlerinden kalkacak ve şaşkınlık içinde bekleyeceklerdir. Buna “Basü badel mevt: öldükten sonra tekrar dirilme” denir. Haşır (derlenme), Neşir (yayılma), Hesap, Sual (sorgu), Mîzân (terazi), Sırat Köprüsü, Kevser Havuzu, Cennet ve Cehennem işte hep bundan sonradır. Âhiret Gününe îmân demek bunlara inanmak demektir.

Biz kalbimizle tasdîk ve dilimizle ikrar ederiz ki: Her şey gibi dünyânın da bir sonu vardır; bir gün gelip dünyânın düzeni değişecek, kıyâmet kopup âlem başka bir âlem olacak, her şey öldükten sonra insanlar Allah’ın emriyle tekrar dirilecek, herkes, dünyâda işlediğinden sorguya çekilecek, yaptıkları iyiliği ve fenâlığı görüp anlayacak, haklı haksız ayırdedilecek, kimin kimde bir hakkı varsa alınacak, iyiler Cennet’e, kötüler Cehennem’e girecek, böylece her insan dünyâda yaptığının cezâsını görecek, o gün temiz kalpten, dünyâda yapılmış olan güzel ve iyi işlerden, hayır ve iyiliklerden başka bir şey fayda vermeyecektir. Dünyâda Allah’ın emirlerini tutmuş, peygamberlerini tanımış, hiç kimseye kötülük etmemiş, elinden geldiği kadar iyilikte bulunmuş olanlar Cennete girecek, Allah’ına, Allah’ın lûtuflarına ve her türlü nimetlerine kavuşacak ve ebedî olarak orada kalacaklardır.

2 Mü’minler Allah’ı Nasıl Görürler?

Mü’minler kendileri Cennette oldukları halde Allahu Teâlâ Hazretlerini bir cihetten, bir mekândan, bir şekilden bağımsız olarak görmek şerefine nâil olacaklardır. Âhirette müminlerin Allah’ı görecekleri, naklî delil ile sâbittir.

Bunun aslına imân ederiz. Dünyâda Allah’ını ve Peygamberini tanımamış, eliyle, diliyle herkese fenâlıkta bulunmuş olanların gidecekleri yer Cehennem’dir. Mü’minlerin Cennet’te dâimâ bir mükâfat, diğerlerinin de Cehennem’de azap görmeleri, kendilerinde kuvvetlenmiş bulunan ve sona ermek, kendilerinden ayrılmak imkânı olmayan inançlarının meyvasıdır. Çünkü insanlar neye inanır ya da inanmazlarsa, ona göre davranışta bulunurlar.

3 Peygamberlerin Şefaatları ve Peygamberimizin Şefaatının Genel Olması

Âhiret Günü, Allah’ın izniyle bütün Peygamberler için şefaat haktır. Şefaat demek, günâhı olan mü’minlerin günâhlarının affedilmesi, günâhı olmayanların daha büyük mertebelere erişmeleri için, peygamberlerle Allah yanında mertebeleri yüksek olanların, Allah’a yalvarmaları demektir.

O gün peygamberler gibi Allah’ın sevdiği has kulları da, Allah’ın izniyle şefaat ederler. Peygamberimiz de ümmetinin günâhkârlarına şefâat edecektir. Aynı zamanda Peygamberimizin kapsamlı ve genel bir şefaatı olacaktır.

Mahşer’de bütün mahlûkat ıstırap ve heyecan içinde bulundukları bir sırada, bunların hesaplarının bir an evvel görülmesi için şefaat edecek olan, yalnız Peygamberimiz Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’dır. İşte buna büyük ve umûmî şefaat denir.

Mü’minlerin günahkâr olanları, bir müddet azap gördükten sonra Allah’ın lütuf ve inâyetiyle Cennet’e girerler.

Müşrikler, Cehennem’de ebedî kalırlar. Cennet ve Cehennem yaratılmış ve şimdi mevcuttur, yok olmazlar. Varlıkları, içinde yaşadığımız fiziksel evrene paralel bir âlemde sürer.

4. Ölünün Kabirdeki Hâli

İnsan ölür ölmez, bir de kabir suâli, kabir azabı veya istirahati vardır. Peygamberimiz: “Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurmuşlardır. Binâenaleyh, insan öldükten sonra ya Cennet bahçelerinden bir bahçede, yâhut Cehennem çukurlarından bir yerde demektir. İnsanın teni çürür, fakat rûhu ölmez. Her kim neye ehil olarak ölürse, nasîbi kendini bulur. Öyle ise, kabir azâbı veya istirahati, Kıyâmet, Âhiret, öldükten sonra dirilmek, Haşır ve Neşir, Mizan, Kevser, Sırat, Peygamberlerin şefaatı, Peygamberimizin ayrıca genel şefaatı, Cennet ve Cehennem, hepsi haktır. Bunların hepsi aklen mümkün olan şeylerden olup doğru söyleyenler, yâni peygamberler haber vermişlerdir. Kıyâmet ve Ahiret ahvâli, Kur’ân-ı Kerîm’de uzun uzadıya anılıp anlatılmıştır. Biz bunların hepsine imân ederiz. Olacaklarına tereddütsüz inanırız.

Âhirete inanmayan, mü’min ve Müslüman değildir.

5. Önemli Bir Uyarı

Âhirete âit meseleleri, sakın hâ, dünyâdakilerle ölçmeye kalkışmayın. Âhiret âlemi, başka bir âlemdir. Âhirette olan şeylerin, dünyâda ancak adları vardır. Oradaki vücûdlar, o âleme lâyık bir vücûddur. “İsrâfil, Sûr’u üfürecek, insanların amelleri tartılacak; herkesin defteri ortaya çıkacak; Sırat Köpüsünden geçilecek; Cennette şöyle nimetler var” dediğimiz zaman, hatırımıza dünyâda bildiğimiz bir boru, bir terâzi, bir köprü, kağıttan bir defter gelmesin. Bunlar, birer remiz, birer semboldür. O âleme âit bulunanların hepsi o âlem cinsinden, beka (kalıcılık) âlemine lâyık şeylerdir. Onların gerçeğini, nasıl olduklarını Allah’tan başka kimse bilemez. Cennet meyveleri, Cehennem ateşi de böyledir. Onlar bizim bildiğimiz, gördüğümüz şeyler değildir. Biz bunların yalnız asıllarına îmân eder ve hakîkatini

Allah’a bırakırız. İşte bu nokta çok önemlidir. Bunu anlamayanlar, Cennetin duvarlarının pasta ve çikolatadan olduğunu sanmışlar, nimetlerini de dünyâdakilerin aynı gibi görmek hatâsına düşmüşlerdir.

6. Âhiret Gününe İnanmanın Pratik Hayatta Önemi

Şimdi bir de Âhiret inancının insanı, pratik hayatta nerelere kadar yükseltebileceğini düşünelim: Âhirete imân demek, daha yüksek ve ebedî bir hayâta imân demektir. Bu dünyâya, ilim ve fazilet kazanarak daha ulvî ve ebedî bir hayata yükselmek için geldiğine ve o âlemdeki saadetin, burada kazanacağı yüksek ilim ve faziletlere bağlı olduğuna îman etmiş bir insan için, dünyâda ilmin ve ahlâki erdemlerin en yüksek basamağına çıkmaya çalışmak, en birinci

görev olur. Bu îmân ve itikadın gösterdiği yolu tutarak, aklını, ahlâkını gerçek ve pozitif ilimlerle parlatır ve temizler. Çünkü, cehâletin doğuracağı noksanların maksat ve hedefe erişmesine engel olacağından korkar. Yaradan Allah tarafından kendisine verilen aklî kuvvetleri, insânî özellikleri, yaratıldıkları gayelere sarfeder. Hiç durmaksızın dâimâ ahlâkını güzelleştirir; ahlâksızlığın doğuracağı fenâlıklardan kendisini temizlemeye çalışır; bu sûretle kendisine vaadedilmiş olan o yüksek kemâli elde etmeğe var kuvvetiyle çalışır.

Böyle bir inanca sâhip olan insan, her işinde istikametten ayrılmaz. Para kazanıp zengin olmak isterse, kazancını meşrû yollarda arar; hile ve aldatma, haksız kazanç ve rüşvet yollarına yaklaşmaz. İlmî ve mâlî kazancını dâima yerine ve faydalı işlere sarfeder. Kendi hakkını bilir, başkalarının haklarını gözetir, kendisine lâyık görmediği bir şeyi başkalarına da lâyık görmez. Vazifelerini tam tamına, vakti vaktinde yapar. Çünkü bir mükâfat ve ceza gününün varlığına, herkesin bu dünyâdaki işinden dolayı Allah’ın huzurunda sorguya çekilecekleri, onun kalbinde yer etmiştir. Buna îmân etmiş olan bir insan doğruluktan ayrılmaz. Bu nedenle, hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki: Gerçek bilgi ve yüksek erdemler üzerine kurulmuş sâbit bir medeniyete doğru yol almaya insanı götüren en büyük mürşid, en doğru kılavuz, ancak itikattır. Adâletten ibâret bulunan doğru yolda hiç sapmadan gitmek, herkesin kendi haklarını bilerek başkalarının haklarını gözetmek esasına dayanan toplumsal birliğin devam ve bekası da, bu itikadın varlığına bağlıdır.

Milletler arasındaki bağların ve münasebetlerin sağlam bir hâle gelmesini kolaylaştıracak olan en büyük vasıta da bu inançtır. Bu itikat, bireylerin kalbinde ne kadar kuvvetli olursa, toplumlar arasındaki ilişkiler de o derece sağlam olur. Çünkü, herkesi kendi sınırında durdurup başkasının hududuna geçirmez.

Bu itikat, insanların kalbine müsâlemet (barış) hisleri saçan ezelî bir ruhtur. Çünkü, müsâlemet hissi, adalet ve muhabbetin meyvesidir. Bunlar ise güzel ahlâkın meydana getirdiği şeylerdir. Güzel ahlâk da, bu itikadın aşılamış olduğu bir şeydir.

Bu itikadın önemini anlamak güç bir şey değildir: Bir sınıf insan tasavvur ediniz ki, onlar bu itikattan tamamıyla yoksun bulunsunlar. Bu itikad onların kalbine bulaşmamış olsun. Göreceksiniz ki, yalan, hîle, münâfıklık, haksız kazanç, rüşvet, zulüm, haksızlık, cana ve nâmusa tecâvüz gibi ne kadar kötü huylar varsa hepsi onlarda mevcut.

İnsanı hayrette bırakacak bütün fenâlıklar onlardan fışkırmakta.

Öyle ya, ilim ve irfan yoksulu, cehâletin verdiği körlükle, itikat bozukluğu ile inlemekte olan kimselerden, başka ne beklenir?

KADERE İMÂN

1. Kader Ne Demektir?

İmânın esas temellerinden biri de “Kadere îmân” dır. Allahu Teâlâ Hazretlerinin, ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekânını, niteliklerini, özelliklerini, kısacası ne şekil ve ne zamanda olacaklarsa onların hepsini ezelde —daha onlar meydanda yok iken— bilip, o sûretle sınırlayıp takdir buyurmuş olmasına Kader denir ki, ilim sıfatına girer.

2. Kazânın Mânâsı

Cenâb-ı Allah’ın ezelden irâde ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri, zamanı gelince her birisini ezeldeki ilim ve irâde ve takdîrine uygun bir şekilde icâd edip yaratması da Kazâ’dır ki Tekvin (yaratma) sıfatına girer. İşte İmam Mâturîdî’den nakledilen esas tanımlar bunlardır.

Şöyle de tarif edilir: Kazâ, ezelde bütün eşyânın vücûduna ait ilâhi ilim (İmam Maturidî’ye göre), yâhut ilmine uygun şekilde kâinâtta ezelde gerçekleşen ilâhi irade (İmam Eş’arî’ye göre)dir. Yâni Allahu Teâlâ’nın sonradan olacak şeylerin hepsini, nasıl olacaklarsa öylece, ezelde bilmiş ve ilmine uygun bir şekilde dilemiş olması, Kazâ’dır.

Vakti gelince her şeyi ilim ve ezeli iradesine uygun bir şekilde icâd buyurması yaratması da, Kader’dir.

3. Kazâ ve Kadere İmân, İlim, İrâde ve Tekvin (Yaratış) Sıfatlarına İmân Demektir?

Ne şekilde tarif edilirse edilsin, Kazâ ve Kader’e îmân demek; Allahu Teâlâ’nın İlim, İrâde, Kudret ve Tekvin (yaratış) sıfatlarına, bunların genel anlam ve kapsamlarına, ezeldeki ilişkilerine imân etmek demektir. Şu halde, daha açık bir ifade ile anlatmak lâzım gelirse, şöyle deriz: Kazâ ve Kader’e îmân demek; hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız her ne varsa; onların hepsinin Allah’ın bilmesi, takdîri, dilemesi ve yaratması ile olduğuna; bunların sonradan alacakları şekil ve vasıflar ne ise, hepsini evvelden bilmiş ve öylece yaratmış olduğuna ve Allah’tan başka Yaradan olmadığına inanmak demektir. Allah’ın kemâl sıfatlarına îmân eden her Müslüman, şüphe yok ki Kazâ ve Kader’e de îmân etmiş olur.

Ancak özel bir önemi olduğundan, Kazâ ve Kader’e îmânın farz ve zorunlu olması, ayrı olarak belirtilmiştir.

4. Yaratan Yalnız Allah’tır

Evet, her şeyi yaratan, yalnız Allahu Teâlâ’dır. Ondan başka yaradan yoktur. Allahu Teâlâ meydana gelen ve gelecek olan ne varsa, önceden onları biliyordu ve bildiği gibi diledi ve takdir etti ve zamanı gelince İlmine, İrâde ve Takdîrine uygun olarak yarattı.

5. İnsanın Kendi Dilemesi ve İstemesi ile İşlediği İşleri Vardır

Kâinatta Allah’ın ilmi, irâdesi, takdir ve yaratışı dışında hiç bir şey yoktur. Bütün olaylar, insanların bütün iş ve hareketleri, Alahu Teâlâ’nın takdîri ve yaratmasıyla meydana gelmektedir.

İnsanların irâde ve seçim sâhibi (dilediğini yapar) bir mahlûk olması da, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ve takdir buyurması ile olmuştur. Allah, insanın istediğini yapabilir bir şekilde olmasını dilemiş ve öyle bir kudrette yaratmıştır. Bunun içindir ki, insanlar kendi istek ve tercihi (ihtiyârı) ile bir şey yapmak veya yapmamak iktidarına sahiptirler. İki taraftan birini tercih ve ihtiyâr edebilirler. Sevap ve günaha ve sorumluluğa da özgür seçimleriyle olan bu işlerine göre hak kazanırlar. Allahu Teâlâ Hazretleri, ihtiyâra bağlı olan bu işleri, insanların dilemelerine ve seçimlerine uygun olarak irâde ve icâd buyurur. İlâhi âdet, bu yolda cereyân etmektedir.

6. Kul, İrâdesini Hangi Tarafa Sarfederse Allah Onu Yaratır

Her şeyi takdîr edip yaradan, Allahu Teâlâ Hazretleridir; fakat çalışıp kazanan, işi yapan, kulun kendisidir. İyi veyâ kötü, iki taraftan birini beğenerek seçip almak, kula ait bir iştir. Kul, irâde ve ihtiyârını hangi yöne sarfeder, hangi tarafı tercih ederse, Allahu Teâlâ da ona uygun bir şekilde yaratır. Meselâ Allahu Teâlâ herkesin rızkını takdir buyurmuştur. Fakat kaderde olan rızkını arayıp bulmakta, Allah’ın kendisine vermiş olduğu irade ve ihtiyâr ile mümkün olan herhangi bir şeyi yapıp yapmamakta, insan hür ve serbesttir. Bunun içindir ki, her insan işlediği şeyden sorulur. Hayır işlemiş ise mükâfatını, kötü bir şey yapmış ise cezâsını görür.

7. Kazâ ve Kader, İnsanı Sorumluluktan Kurtarmaz

Kazâ ve Kader’e îmân, farzdır. Fakat insanlar, bunu delil göstererek kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Yâni bir insan: “Allah böyle takdir etmiş, ben ne yapabilirim” deyip de günâh olan bir şeyi yapmaya kalkışamaz. Böyle bir fenâlığı yaptıktan sonra: “Ben ne yapayım, Allah’ın takdiri böyle imiş,” diye kendisini mâzur gösteremez. Çünkü, insanların işleri ne olmasından önce, ne de sonra, Kazâ ve Kader’e dayandırılamaz. Zirâ Allah’ın takdirinin ne şekilde olduğu, tarafımızdan yapılan bir işin gerçekleştiği zamana kadar, bizce belli değildir. Evet, Kader’in mahiyeti, bir sırdır; Cenâb-ı Hak’tan başkası onu bilemez. Bu yüzden, kendi arzu ve seçimimizle yapmış olduğumuz bir işi, bizce ne yolda olduğu belli olmayan ezelî takdire nasıl isnâd edebiliriz? Belki biz, ihtiyâr ve irademizi o yöne sevketmek sûretiyle, ilâhî takdirin bu şekilde tecelli etmesine kendimiz sebep olduğumuzdan dolayı, sorumlu oluruz. Biz irâdemizi o tarafa sarfetmeseydik, ilâhî takdir öyle tecelli etmeyecekti.

8. Kazâ ve Kader Deyip de Çalışmayı Bırakmak Câiz Olur mu?

Kazâ ve Kader’e güvenip de çalışmayı bırakıvermek, herhangi bir işin sebebine yapışmamak, sebeplere sarılmayı, tevekküle engel saymak da câiz değildir. Allahu Teâlâ, her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. Her insanın rızkını takdîr etmiş, fakat o rızkın ele geçmesi için birtakım sebepler yaratmıştır. O sebeplere başvurmazsak, kaderde olan rızık gelmez. İlâhi âdet, bu yolda cereyan etmektedir. Ona uymak, herhalde gereklidir. “Kader ne ise öyle olur, insan biraz Allah’a tevekkül etmelidir” demek, doğru değildir.

9. Tevekkül Ne Demektir?

Tevekkül; maksada erişmek için gerekli maddî ve mânevi sebeplerin hepsine yapıştıktan ve başka hiçbir şey kalmadıktan sonra, Allah’a güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Örneğin: Bir çiftçi, önce vakti vaktinde tarlasını güzelce tımar eder, adamakıllı emek verir. Tam zamanı gelince sürer, tohumunu tarlaya atar, kendisi için yapılması icâb eden ne varsa hepsini yapar. Bundan sonra da Allah’a tevekkül eder. “Artık kaderde ne varsa, o olur,” der. Yoksa bunların hiçbirini yapmadan: “Adam sen de, biraz da mütevekkil olmalı, kader ne ise öyle olur” demek, câiz değildir. Buna son derece dikkat etmek lâzımdır.

10. Hayır ve Şer

Allah’tan başka yaratıcı olmadığından, hayır ve şer olarak tecelli eden her şey, Allah’tandır. Ve O’nun yaratmasıyla vücut bulmuştur. Onların hepsi, Allahu Teâlâ’nın kaza ve kaderine tâbîdir; birer hikmeti ve gereği vardır. Allahu Teâlâ’nın her işinde birtakım hikmetler, âlemin düzen ve intizamına, halkın faydasına ilişkin çok önemli gerekler vardır. O’nun yarattığı şeyler arasında, abes ve faydasız bir şey yoktur. Çünkü; ilim ve hikmetle nitelenmiş, yegâne yaratıcıdır. O nedenle, bizim şer (fenâ) gördüğümüz şeyleri yaratmasında da, bizim bilmediğimiz bir hikmet vardır.

Bâzı insanlar hakkında zararlı ve fenâ görülen bir şey, başkalarına ve kamuya nisbetle faydalı olabilir. Öyle ise, şer ve fenâ gördüğümüz birtakım şeyleri Allahu Teâlâ’nın yaratması, yakışıksız ve çirkin değildir. Onların şer olması, bize göre olduğundan, biz insanların o gibi şeyleri yapması, çirkin ve sorumluluk getiren bir iştir. Biz onu yapmayacak olursak, onun varlığı bize bir zarar vermez. Şu halde, hayrı ve şerri yaratan Allahu Teâlâ’dır.

Fakat onlardan birini kendi isteğimizle, irâde ve seçimimizle işleyen, meydana getiren biziz. Şerrin Hak’tan olması, onun bizim için bir hak olmasını gerektirmez. Allahu Teâlâ Hazretleri hayra râzıdır, fakat şerre râzı değildir. Bunun için, Allâh’ın rızâsı olmayan bir şeyi yapmak meşrû olamaz; sorumluluk doğurur.

11. İnsanlardan Meydana Gelen İşler ve Neticesi

İnsanların işleri iki çeşittir: Birisi, kendi dilemesi ve isteğiyle yaptığı işler, diğeri de kendi isteğiyle olmayan işler.

Birincisi seçime bağlıdır, ikincisi değildir. Yazı yazarken, bir şey yaparken elimizi kımıldatırız, bunu isteyerek yaparız. Bazı adamlarda —Allah vermesin— bir rahatsızlık olur, eli dâimâ sallanır, istemediği halde yine sallanır, onun sallanmasına engel olamaz. İşte, bu onun kendi elinde olmayan bir şeydir. Uyurken bilmeyerek birisine vurmak da böyledir. Her ne sûretle olursa olsun, bizi de, yaptıklarımızı da yaratan, Allahu Teâlâ’dır. Lâkin bilerek; irade ve ihtiyârımızı sarfederek yaptıklarımız, bizim işimizdir. İrâdemizi o tarafa sarfetmekle meydana gelmiştir. Biz yaptık, diyebiliriz. Bundan dolayı onlardan sorumluyuz. Fakat ötekilerden,irâdemizi sarfetmediğimiz için sorumlu değiliz.

Bir kimsenin zorlaması ile değil, kendi arzumuzla yapmış olduğumuz ibâdetler, hayır ve iyilikler, günâh ve fenâlıklar, Allah’ın ilmi, kazâsı, takdîr ve iradesiyledir. O’nun dilemediği bir şey olamaz. Bununla beraber itâat, ibâdet, hayır ve iyi işler O’nun emridir. Onları yapmamızı emretmiş ve söylemiştir. Onları sever ve onları, yapmamıza râzı olur. Halbuki günâh ve fenâ olan şeyleri yapmayı emretmeyip, tersine onlardan uzak olmamızı

söylemiştir. Bu nedenle onları sevmez ve onları yapmamıza râzı olmaz. Allahu Teâlâ’nın râzı olmadığı bir şeyi yapmak, bizim için câiz değildir.

12. Rızık Meselesi

Her canlının yaşayabilmesi için lâzım gelen rızkını takdir buyuran da Allâhu Teâlâ Hazretleridir. “Rezzâk-ı Âlem” (Âlemin Rızıklandırıcısı), yalnız O’dur. Rızıklarımız da O’nun ilmi, takdîr ve irâdesiyledir. Ancak rızkını arayıp bulmak, insana aittir.

Bir insan helâl ile beslendiği gibi, haram ile de beslenebilir. İnsan öz irâdesiyle nasıl isterse, Allahu Teâlâ o sûretle yaratır ve verir. Bununla beraber, haram ile beslenmeye râzı değildir. Helâl yolunu bırakıp da haram yollardan kazanmalarına rızâsı yoktur. İşte bunun içindir ki, Allah’ın rızâsına uygun iş yapanlar mükâfatlandırılır. Râzı olmadığını işleyenler de cezalandırılır. Allah onlara, işlerine göre ceza verir. Bu nedenle haram yiyen bir insan da mutlaka cezâsını görür.

13. Ecel Meselesi

Her şeyi yaratan ve hepsinin rızkını veren yalnız Allâhu Teâlâ olduğu gibi, onları yok edip öldüren de O’dur.

Diriltmek ve öldürmek, O’nun işidir; O’nun takdiri ve yaratmasıyladır. Canlı olan her mahlûkun, Allah yanında belli ve takdîr olunmuş bir eceli vardır. Ecel demek; hayatın sonu, yâni ölüm için belirlenmiş ve takdir edilmiş olan vakit demektir. Her ne şekilde olursa olsun, ecel denilen vakit gelince, ölüm denilen olay gerçekleşir, bir dakika bile sonraya kalmaz. O nedenle, ecel birdir. Ehl-i Sünnet itikadı budur. Gerçek de bundan ibârettir. Öldürülmüş olan bir insan, Allah yanında mukadder olan eceli ile ölür. İnsan, Kazâ ve Kaderi, ilâhi ilmin ezelde ne şekilde takdir ettiğini bilmez. Ona düşen görev, Allah’ın emrettiği şekilde hayatını koruyup, kendi ecelinin gelmesine sebep olmamak ve başkasının hayatına tecâvüz etmemektir. Allah’ın verdiği canı almak, yine Allah’a aittir. Bunun içindir ki, bir insanın canına kıymış olan adam cezâsını görür. Çünkü, kendi irâde ve seçimiyle onun ecelinin gelmesine, o adamın ölmesine sebep olmuştur; Allah’ın istemediği, râzı olmadığı çirkin bir işi yapmış ve Allah’ın emrine karşı gelmiştir.

İşte, Ehl-i Sünnet itikadı budur.

KELİME-İ TEVHİD’İN ANLAMININ KAPSAMI

Ve nihayet, iman esaslarının hepsinin, Kelime-i Tevhid’de nasıl toplandıklarına geliyoruz. Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız temel inançların hepsi, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” sözünde toplanmıştır. Kelime-i Tevhîd adını alan bu iki cümlenin anlamı, İslâm dininin inanç esaslarını tamamen içerecek kadar geniştir. Bunu biraz açalım.

Önce, “La ilâhe illallah: Allah’tan başka hiçbir Tanrı yoktur” cümlesini ele alalım. Bu cümle, şüphe yok ki, bir Allah’ın varlığını ve O’ndan başka ibâdet olunacak bir Tanrı olmadığını haber veriyor. Allah demek, varlığı zatının gereği olup, başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve her şeyin kendisine muhtâç olduğu bir Vâcibül Vücûd (varlığı gerekli olan) demektir. Kendi zatıyla varolan bir şeyin kadîm (öncesiz); bâki (kalıcı), ezelî olması, hiçbir şeye benzememesi, yâni zâtında, sıfâtında, fiillerinde ortağı ve benzeri olmaması gerekir. Bunun için “La ilâhe illallâh” demek, bizâtihî var olup hiçbir şeye benzemeyen ve ihtiyâcı olmayan ebedî ve ezelî bir Allah’ın varlığını tasdik etmek demektir. Her şeyin Allah’a muhtâç olması, Allah’tan başkasının sonradan ve ancak Allahu Teâlâ Hazretlerinin yaratmasıyla meydana gelmiş olmalarını gerektirir. Her şeyi yok iken yaratıp meydana getiren Vâcibül-Vücûd’un ilim, hayat, irâde, kudret, tekvin (yaratma), kelâm (konuşma), semi (duyma) ve basar (görme) sıfatlarıyla nitelenmiş olması gereklidir. Binâenaleyh “Lâ ilâhe illallah”, Allahu Teâlâ Hazretleri hakkında imân ve itikad edilmesi gereken şeylerin hepsini toplar. Anlamını düşünerek “Lâ ilâhe illallah” diyen bir adam, bütün bunlara îmân etmiş olur.

“Muhammedün Resûlullâh: Muhammed Aleyhisselâm, Allah’ın Resûlüdür” cümlesine gelince: Bunda bütün Peygamberlere, Meleklere, Semâvi Kitaplara, Âhiret Gününe ve Âhiret hallerine imân dâhildir. Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah’ın Resûlü olduğunu tasdik etmek, bunların hepsine inanıp îmân etmektir. Çünkü Peygamber Efendimiz bunları tasdik eden bir şerîat ile gelmiştir.

Onun Peygamber olduğunu tasdik, söylediklerinin hepsini tasdik etmeyi zorunlu kılar. Daha ileri giderek diyebiliriz ki: “Muhammedün Resûlullâh” demek, Allah’a, Peygamberlere, Meleklere ve diğer esaslara îmân etmeyi zorlar.

Muhammed Aleyhisselâm’ın Peygamberliğini candan kabul eden bir adam, O’nun haber verdiği her şeye îmân etmiş demektir.

Peygamberlerin emîn (güvenilir) ve doğru olmalarının gerekli, yücelik ve şanlarını kirletmeyecek insânî hallerle vasıflı olmalarının câiz olması da, buradan anlaşılır.

Görülüyor ki: “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullâh” cümlesi, kısa olmakla beraber, inanılması gereken şeylerin hepsini toplayıcıdır. Bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz: “Lâ ilâhe illallah... diyen Cennete girdi, Cennete girmeyi hak etti” buyurmuştur. Yine bunun için olmalıdır ki, bu kalpte olan îmân ve İslâm’a işaret sayılmış, bunu dili ile söyleyen fertlerin îmân ettikleri kabul edilmiştir. Bunun için aklı başında olan her müslümanın, bütün îmân esaslarını kendisinde toplamış olan Lâ ilâhe İllallah’ı dilinden bırakmayıp, her vakit söylemesi ve bunun anlamını düşünmesi lâzımdır. Buna devam edenlerin rûhen yükselerek kendilerine pek çok hikmetlerin açıldığı da, şüphe götürmez bir gerçektir.

Allâhu Teâlâ Hazretleri cümlemizi, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” Kelime-i Tevhîd’inin barındırdığı iman esaslarından ayırmasın. Bu itikat üzere ölmemizi ve son sözümüzün de, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden Abdühu ve Resûlüh” olmasını ve bunların taşıdığı anlamı dâimâ hatırlamamızı nasîb eylesin.

Amin.

devamı...

HAZRETİ MUHAMMED’İN ÜNİVERSİTESİ

HAZRETİ MUHAMMED’İN ÜNİVERSİTESİ: MEDRESE-İ MUHAMMEDİYE

Müslümanlara ışıklı ve doğru yolu gösteren Hazreti Muhammed’dir. Bütün mezhepler ve tarikatlar, İslamiyet’in feyzinden ilham almışlardır. Bu feyzin başında ise “Muhammediyet Üniversitesi” gelmektedir.

Müslümanlar peygamberlerinin ismetine, yüksek ahlaklarına, manevi kemaline itikat etmektedirler. Onu insanların en mükemmeli ve ahlakça en yüksek olanı olarak kabul etmektedirler.

Peygamberler, manevi emirlere erişmiş insanlardır. Bu emirler insanları düşmüş oldukları batıl inanışlarından çevirmek, doğru yolu göstermek, Allah’ın birliğine inandırmak, yüksek ahlaka sahip etmek, insanlar arasında eşitliği kabul ettirmek, sosyal refahı sağlamak, bir hukuk nizamı içinde yaşatmaktır. Bu ulvi esaslar, Cenab-ı Allah’ın insanlara bahşettiği nimetler olmuştur.

Müslümanlar Ön Asya’ya yayılınca kazançları şunlar olmuştur:

1. Putlara tapan insanlar, İslam’dan aldıkları feyzle adam olmuş, yüce ve ahlakı büyük bir dine sahip olmuşlardır.

2. İlmin her derecesine malik bir toplum doğmuştur.

3. Kanunlara saygı gösterenler devlet idaresine malik olmuşlardır.

4. Asayiş ve adalet hakim olmuştur.

5. Fazilet insanlığın ilkesi olmuştur.

6. Müslümanlık mefkuresi yeni bir İslam medeniyeti doğurmuştur.

Hazreti Muhammed, kısa bir zamanda müslümanları bu nimetlere sahip kılmıştır.

Hazreti Muhammed’in üniversitesinden, çok büyük zatlar yetişmiştir. Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali gibi alim ve fazıl insanlar Mekteb-i Muhammediye’den feyz almışlar, onu devam ettirmişlerdir.

Hazreti Muhammed’den önce Arap alemi, sefil ve perişan bir halde birbirlerini boğazlama ile meşgul iken, Muhammediyet’in etrafında birleştiler. Hazreti Muhammed peygamber olmakla beraber, profesör, İslam hukukçusu, ruhani reis, imam, amir, hakim, kumandan ve devlet reisi idi. Namazları kendisi kıldırır, hergün mescitte namazdan sonra vaaz ve öğütler vererek etrafındakileri irşad eder, devlet işlerine düzen verirdi. Herkes müşküllerini ona sorardı. Halk öğrenmek sevdası ile dertlerini açar, ondan cevap alırdı. Fakirleri teselli eder, dertlilerin imdadına koşardı.

Sözleri birer Hadis, kanunu ise Şeriat idi. Zekat ve Fitre ile fakirleri doyururdu. Savaşlara baş kumandan olarak iştirak ederdi. Kurduğu devlet, o günün şartlarında bir cumhuriyetti. Bütün insanların servet, şöhret, mal, mevki, renk, ırk, dil farkı gözetilmeksizin eşit olduğunu, Allah huzurunda üstünlüğün ancak iman ile olabileceğini tebliğ ediyordu. Bu suretle demokrasiyi kabul etmişti. Kendisinden sonra gelen dört halife hep seçimle devlet başına geçtiler.

Muhammediyet yolunun esaslarını ihtiva eden hükümlerin hepsine birden “Fıkıh” (İslam hukuku) adı verilmiştir. Fıkıh üç kısma bölünmüştür. Birincisi fıkıh ilmidir ki, akıl ve istidlal (türetim) ile bulunan, bilimsel ve itikat edilmesi istenilen hakikatlerdir. Allah’ın birliğine inanmak ve ilahi sıfatlara inanmak bunlardandır. İkincisi ise ameli fıkıhtır. İşlenmesi gereken hükümleri ihtiva eder. İbadet ve muamelelere dairdir. Üçüncüsü ise vicdani fıkıh olup, nefsin terbiyesidir; ilim, ahlak ve tasavvuftur.

Bu üç esas, imanın temelini teşkil eder. Bu da Cenab-ı Hakk’ın varlığına, yani uluhiyete inanmaktır. Muhammediyet’in en büyük esası budur. Gerçek imana kavuşmanın yolu budur. Değişik şekil ve yol arayışları, insanları bu gerçekten uzaklaştırır.

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat

Muhammedi yolun esaslarını aynen kabul edenlere Ehl-i Sünnet denilmiştir. Ehl-i Sünnet’in itikatlarına da Tevhid İlmi denilir.

Hazreti Muhammed’in vefatından sonra birtakım ulema, uluhiyet meselesi ile meşgul olmuşlardır. Bunlar uluhiyeti (ulvi, manevi ilim) tevhid ilmi ile değil, kelam ilmi ile halle çalışmışlardır.

Bunlar akıl ile bilinen sıfatı ispata çalıştılar. Aklın almadıklarını tevil etmişlerdir. Bunların başında Mutezile mezhebine uyanlar gelmektedir. Bilhassa Abbasi halifelerinden Memun, Mutasım ve Vasik zamanında, akla dayanan Mutezile kuvvetlendi. Ehl-i Sünnet tehdit edildi. Nihayet Halife Mütevekkil zamanında Ehl-i Sünnet yeniden kuvvet kazandı.

Abbasiler devrinde birçok şeyhler çıkarak, çeşitli mezhepler meydana koydular. Bunların içinde Muhammediyet yolundan ayrılan “Turuk-u Dalle” (Sapkın Yollar) doğdu. Bunların arasında Batıniler, Kirmitiler gibi mezhepler meydana geldi. Ayrıca hilafet ve imamet meselesinden de Alevi, Şii ve Harici mezhepleri kuruldu. Fakat bütün tarikatlar, İslamiyet’in esaslarına dayanan Hazreti Muhammed’in yolundan büyük farklarla ayrılmadılar.

Tarikatların en kuvvetlileri, Türklerin kurdukları tarikatlar olmuştur. Araplar mezhep, Türkler de tarikatlar kurdular. Ehl-i Sünnet Kur’an, Tefsir, Hadis ve Fıkıh ile meşgul olduğu halde, tarikat ehli, Kelam ve Tasavvuf ile meşgul olmuştur.

Kelam; müslümanların fikir hareketlerini, din felsefesini, tarikatların itikat usullerini, uluhiyet ve nübüvvet(peygamberlik), İslami itikatları ispat meselelerini inceleyen bir din ilmidir. Tasavvuf ise, uluhiyetin bir felsefesi olarak devam etmiştir. Tarikatlar daha ziyade, İslamiyet’in felsefesi olan İlm-i Kelam ile Tasavvuf’a önem vermişlerdir.

Tarikatlar

Tarikat, Allah’a kavuşma, İslami bilgileri öğrenme yoludur. Peygamber Efendimiz’in yoluna, “Tarikat-ı Muhammediye” de denir.

İslami tarikatlarda üç tarik (yol) tercih edilmiştir. Birincisi “Tarik-i Enbiya ve Hükema,” ikincisi “Turuk-u İslamiye,” üçüncüsü “Tarik-i Selefiyye”dir.

Tarik-i Enbiya ve Hükema yolunu tutanlar, hakkı ve hayrı arayanlardır. İkincisi Turuk-u İslamiye olup, İslam aleminde hakikati aramak uğrunda çalışanlardır. Bu iddiada bulunanlar da beş tarikata ayrılmışlardır: Selefiyye, Mütekellime, Mutasavvıfa, Mütefelsife ve Batıniyye. Üçüncüsü ise Tarik-i Selefiyye’dir. Bunlar, Sahabe ve Tabiin mezhebinde bulunan tarikatlar ve hadisçilerin yolundan gidenlerdir. Selefiyye’nin yolu, Kur’an yoludur. Bunlar Kur’an-ı Kerim’in iman akidelerini akıl ve nakil yolu ile isbata çalışmaktadırlar. Medreseler bu tarikat üzerinde yıllar yılı çalışmışlardır.

Selefiyye tarikatı, Muhammediyet yoludur. Bu Tarikat-ı Muhammediye’yi tutanlar, Kur’an-ı Kerim’e iman ve Hazreti Muhammed’in haber verdiği şeyleri tasdik etmektedirler. Bütün bu konularla ilm-i kelam meşgul olmuştur. İslam aleminde ilk ayrılığı doğuran Marke adında biri olmuştur. Bunlara “Ehl-i Bid’at” denilmiştir. Marke, Kur’an-ı Kerim’i yanlış olarak anlatmıştır. Fakat Kur’an-ı Kerim’i inkar etmemiştir. Bunun üzerine şu mezhepler doğmuştur: Şia, Kaderiyye, Mürcie, Cehmiyye, Cebriyye ve Musebbehe. Bunlar Müslüman olmakla beraber, birtakım batıl itikatlara ve adetlere maliktirler. Bu mezheplerin hepsi Arabistan’da doğmuş, fakat çökmüşlerdir. Bunlardan siyasi mahiyet taşıyan Şia yaşamıştır. Bir de Afrika’da İbaziyye yaşayabilmiştir.

Müslüman Türkler arasında kurulan tarikatlardan Ahilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik, Yesevilik, Nakşibendilik, Kadirilik, Rufailik, Halvetilik, Celvetilik, Bayramilik, Melamilik, vesaire tarikatlar, uzun bir zaman devam etmişlerdir. Tarikat-ı Muhammediye’nin esaslarından ayrılık gösteren Mutezile ve Şia mezhepleri, Arap yarımadasından İran’a ve Batı Türk iline de yayıldı. Mutezile, kuvvetini Bağdat’ta buldu. Şia da İran’a yerleşti, kaldı. Türk ili ve Horasan’da Oğuz Türkleri Selçuklu İmparatorluğu’nu kurunca, ülkeye girmiş olan Ehl-i Bid’at mezhepleri kuvvet bulamadı.

Müslüman olan Türkler, Kur’an-ı Kerim’i ve Hazreti Muhammed’i çok sevdiler. Binlerce din uleması meydana gelerek İslamiyet’i derinden derine tetkik ve tatbike koyuldular. İslamiyet’in bütün feyzlerinden faydalanmayı bildiler. İslam alemi içinde Türkler, en büyük alimleri yetiştirmek şerefine nail oldular. Kur’an-ı Kerim tefsirinde, hadiste, kelamda, tasavvufta, diğer ilimlerde ve felsefede, dünya çapında Türk alim ve filozofları yetişti. Onuncu asırda Müslümanlığı kabul eden Oğuz Türkleri, 1040 tarihinde Selçuklu İmparatorluğunu kurunca Ehl-i Sünnet yolunu tuttular. Tarikat-ı Muhammediye’den ayrılmadılar. Ehl-i Bid’at ve dalalete sapmış mezhep ve tarikatların hiçbirini tutmadılar. Bağdat halifelerine saygı gösterdiler. Onlara yardım ettiler. Halifelere hürmette kusur etmediler. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, halife Kaim Bi Emrullah’ı Şiilerin elinden kurtardı. Türklerin Bağdat’a girişi pek şanlı oldu. Halife Kaim Bi Emrullah, Tuğrul Bey’i huzuruna kabul ederek, bu Türk hakanının beline, biri doğunun diğeri batının hakimiyetini temsil eden iki kılıç kuşattı. Tuğrul Bey, Sünniliğin savunucusu olduğunu ilan etti.

Tuğrul Bey’in yerine geçen Selçuk Sultanı Alparslan, aynı Ehl-i Sünnet yolunu tutarak, Sünniliğin savunucusu ve muhafızı oldu. Nizamü’l-Mülk, Nizamiye Medreselerini kurmak suretiyle Tarikat-ı Muhammediye’nin devam ve bekasını sağladı. Nişabur ve Bağdat nizamiye medreselerine, Türkler arasından yetişmiş büyük ulema müderris oldular. Büyük Türk alimleri, binlerce öğrenci yetiştirdiler. Arap aleminde Tarikat-ı Muhammediye’ye muhalif mezhep ve fırkalara mukabil, Türk sultanları Sünniliğin muhafızı oldular. İslamiyet’in şan ve şerefini ayakta tuttular. Nihayet bütün Arap alemi, Türk hakimiyetine geçmeye mecbur oldu.

Kur’an-ı Kerim’i, Türk uleması ve Türk kılıcı yaşattı. Türkler İslamiyet’i, ilim ve ahlak yolu ile devam ettirdiler. İslamiyet’i yok etmek isteyen Haçlı ordularını da, Anadolu Selçuklu sultanlarından Kılıç Arslan’ın orduları perişan etti. Türkler, Hazreti Muhammed ümmetini her türlü tehlikeden kurtardılar.

Tarikat-ı Muhammediye’de Teşkilat

Tarikat-ı Muhammediye, ümmet teşkilatına dayandı. Ümmet teşkilatı, her dinde başka şekillerde tecelli etmiştir. Katoliklerde Hıristiyan ümmeti bir hükümet tarzında uzuvlanmıştır. Bu hükümetin imparatoru papa, vezirleri kardinaller, valileri ise piskoposlardır. Müslümanlarda ümmet, bir hükümet şeklinde değil, bir üniversite suretinde teşekkül etmiştir. Bu sebepledir ki Hıristiyanlıkta dini teşkilata “Kilise” adı verilmiş, Müslümanlıkta ise “Medrese” denilmiştir. Müslümanlıkta ruhani reisler yani klerikal (ruhban) sınıf yoktur, yalnız Müderrisler (profesörler) vardır.

İslamiyet, akıl ve hürriyet esasına dayanmaktadır. Müderrisler, akli delillerle ikna etmeden hiçbir kimseye hakikati kabul ettirmeye çalışmazlar ve papazlar gibi her şeyi nas halinde kabul ettirmezler. Müslümanlıkta zorlama yoktur. Akıl ile inanıp iman etmek esastır.

Medreselerdeki ulema, bütün cemiyeti doğru yola sevk etmeye ve kurtarmaya azmetmiştir. Medresenin faaliyeti bütün ümmete döndürülmüştür. Halbuki tarikatların şeyhleri ve velileri, kendilerini veyahut müridlerini kurtarmaya çalışırlar. Şeyh Sadi diyor ki: “Bir derviş tekkeyi terkederek medreseye intisap etti. Ona niçin dervişliği bırakıp alimler arasına geldiğini sordum. Dedi ki: Derviş kendi kilimini sudan çıkarmaya çabalar, alim ise boğulmakta olanları kurtarmaya çalışır.”

Bu sebepledir ki Sünnilik, bir tekke teşkilatı değil, bir medreseler birliğidir. Bütün İslam alemi, büyük bir üniversite olarak yaşamıştır. Şeyhülislam, bu İslam üniversitesinin rektörü mahiyetinde idi. Selçuklu ve Osmanlı Padişahları da hazineleri ve orduları ile, bütün ümmetin koruyucusu ve kollayıcısı idi. Mezhep ve tarikat sahibi olan şeyhlere ve imamlara gelince, bunlar ancak doktrin sahibi alimlerden ibarettir.

Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, İslamiyet’te din, idari bir velayete değil, ilmi bir velayete dayanmaktaydı.

1517 tarihinden itibaren Yavuz Sultan Selim Han ile hilafet Türklere geçince, Türk sultanları tebaalarının hükümdarı, bütün müslümanların da halifesi sıfatını almışlardır. Bundan böyle Sünniliğin savunucusu oldular. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme devrinde medreseler, vazifelerini hakkıyla gördüler.

Türkler, dünya tarihinin muazzam imparatorluklarını kurdular. Selçuklular dahil 1000 sene varlıklarını Anadolu’da yaşatmaya muvaffak oldular, büyük İslam medeniyetini yarattılar. Fakat modern çağlarda demokratik rejimler doğunca, ümmet teşkilatına dayanan imparatorluklar tarihe mal oldu. Medrese de vazifesini müsbet ilimlere bıraktı.

Hilafet Meselesi

Hazreti Muhammed’in ölümünden sonra, İslam aleminde hilafet ve imamet meselesinde birçok mücadeleler olmuş ve sonunda ayrılıklara sebebiyet vermiştir.

Hilafet, bir kimsenin yerine geçmek; vekili, halefi olmak manasındadır. Geçen zata da Halife denir. Halifeler, müslümanların imamı olarak başa geçip devlet idaresini ele alan kimsedir. Hilafet, mahiyeti itibariyle iki kısma ayrılır: Biri Hilafet-i Kamile, diğeri de Hilafet-i Suriyye’dir. Hilafet-i Kamile, bütün vasıfları haiz, ümmetin rıza, seçimi ve biatıyla hasıl olan hilafettir.

Hilafet-i Suriyye (şekli halifelik) ise, şartları haiz olmadan, halkın arzusu hilafına, zorla elde edilen hilafettir. Hilafetten maksat, hilafet-i kamiledir.

Hilafette iki esas vardır. Birincisi Hazreti Muhammed’e nisbet, diğeri de İslam ümmetine nisbettir. Hazreti Peygamber’e nisbete Hilafet-i Nübüvvet denilir ki, hakiki hilafet budur. Devlet idaresinde ve imamette Hazreti Muhammed’e halef ve vekil olmaktır. Bu da ona gark olmakla mümkündür.

İkincisi, müslüman ümmetin vekalet ve nisbetidir. Bu da ancak, ümmetin rızası ve seçimi ile hasıl olur. Bu şartlar olmadan hilafete sahip olunmaz. Hilafet-i Suriyye, zahiren hilafet ise de, hakikatte değildir, saltanattır, padişahlıktır. Bütün Emevi ve Abbasi halifeleri böyle idi. Hakiki halifeler değil, suri (şekli) halifelerdi. Hazreti Muhammed demiştir ki: “Benden sonra hilafet 30 senedir. Bundan sonra hilafet, ısırıcı bir saltanata inkilap edecektir.”

Hazreti Muhammed’in ölümü ile, İslam dünyasında hilafet meselesi, bir dava olarak sürdü. İslam dininin kurucusu Hazreti Muhammed, 632 tarihinde Medine’de vefat edince Ashabı telaşa düştü. Hazreti Peygamberin gömülmesi ile meşgul olunurken, hilafet meselesi de meydana çıktı.

Dört Halife Mücadelesi:

Hazreti Muhammed sağlığında bir vasiyetname yazdırmak arzu etmişti, fakat Ashabı arasında şiddetli bir münakaşa çıktığından, Cenab-ı Peygamber bu fikrinden vazgeçmişti. Hasta yatağında iken hilafet meselesinde cenab-ı ihtilaf hasıl olmuştu. Hazreti Muhammed, hilafeti Hazreti Ali’ye bırakmayı arzu ediyordu. Çünkü Ali’yi büyük bir ihtimamla yetiştirmiş, sırlarına ve işlerine mahrem kılmıştı; fakat Hazreti Ali, amcası oğlu ve damadı olması hasebiyle hilafete ırsi bir saltanat süsü vermekten çekiniyordu. Bu sebeple Ashabı tarafından seçilmesini istiyordu. Fakat buna da kimse razı olmuyordu.

Hazreti Muhammed veda haccından döndüğü zaman irat ettiği hitabede Hazreti Ali’nin imamete layık olduğunu işaret etmişti. Fakat Hazreti Ömer, hilafetin seçim suretiyle hallini ileri sürmüştü. Ensar da reisleri olan Saad Bin Ubeyde’yi halife yapmak istiyorlardı. Bazıları da Haşimi ve Emevi mücadelesi açılmasından korkuyorlardı. Hazreti Muhammed bir gün, “Ben ilmin Medine’siyim, Ali de kapısıdır,” demişti. Yine bir gün, “Beni seven Ali’yi de sever, Ali’ye düşmanlık eden bana düşmanlık etmiştir,” buyurmuştur.

Hazreti Muhammed vefat edince öldüğü odaya gömüldü. Eşleri feryada başladılar, fakat bu esnada Ensar, Sahafi Nebi Saide’de toplanmış, kendilerine bir halife seçmek için mücadele veriyorlardı. Bunu duyan Hazreti Ömer ve Hazreti Ebubekir buraya koştular. Bunun üzerine Ensar’dan biri şöyle dedi:

— Biz Ensar-ı Resulüz, bizler İslam’ın cenge hazır askerleriyiz, ey Muhacirin, sizler ise bizim içimize sığmış bir cemaatsınız. Hilafet bizim hakkımızdır.

Bu son söz üzerine Hazreti Ebubekir şunları söyledi:

— Bu ümmet, evvelden taştan ve ağaçtan yapılmış putlara tapardı. Cenab-ı Hak kendisine ibadet etmeleri için onlara Resul gönderdi. Arap kavmine babalarının dinini terketmek güç geldi. Cenab-ı Hak, Muhacirin’i iman ile mümtaz kıldı. Onlar Hazreti Peygambere yaran ve dertlerine ortak oldular. Onunla beraber müşriklerin eza ve cefasına sabır ve tahammül ettiler. İşte yeryüzünde ilk defa Cenab-ı Hakk’a tapan ve Resulü’ne iman eden onlardır. Resulü Ekrem’in vefalı dostları ve aşireti onlardır. Bu sebeple onlara hilafet cümleden ziyade haktır. Bu hususta onlarla kimse mücadele edemez. Eğer ki zalim olalar.

Ey Ensar, sizlerin de nice hizmetleriniz ve meziyetleriniz inkar olunmaz. Cenab-ı Hak sizi dinine ve Resulü’ne nusret için seçti. Sizlere Resul’ün hicretini nasip kıldı. Muhacirin’den sonra sizin Medine’nizde başka kimse yoktur. Fakat hilafet meselesinde Arap kavmi, Kureyş’i tanır, başkasının hilafetini tanımaz. Biz umerayız (emir), siz vuzerasınız (vezir). Hiçbir meşveretten (danışılma) geri bırakılmazsınız.

Fakat içlerinden birisi:

— Bizden bir emir, sizden de bir emir olsun, diye cevap verdi. Hazreti Ömer, “İki emir cem olamaz. Peygamber hangi kabileden ise halifesi dahi o kabileden olmadıkça Arap kavmi kabul ve itaat etmez,” dedi.

Ebu Ubeyde Bin Cerrah:

— Ey Ensar, ilk defa bu dine yardım eden sizler idiniz, sakın ilk defa da bu işi bozan sizler olmayınız,” dedi... Mücadele başladı.

Bu esnada Hazreti Ebubekir:

— Size bu iki zatı seçtim. Birine biat ediniz... diyerek Hazreti Ömer ile Hazreti Ubeyde’yi gösterdi. İkisi birden istemediklerini bildirdiler. Hazreti Ömer:

— Hazreti Peygamberin ileri geçirdiği zatın önüne kim geçebilir. Hazreti Muhammed hangi mecliste bulunsa sağ tarafına Ebubekir’i, sol tarafına da Ömer’i alırdı. Ebu Ubeyde hakkında dahi, “bu ümmetin eminidir,” derdi. Ortalık birbirine karıştı, bu esnada Hazreti Ömer, Ebubekir’e hitaben:

— Resulü Ekrem seni, dinimizin büyüğü olarak namazda kendisine halife etmişti. Seni cümlemize imam eyledi. Elini uzat biat edeyim, diyerek Ebu Ubeyde ile birlikte Ebubekir’e biat ettiler.

O zaman Ebubekir:

— Ey müslümanlar, her kim ki Muhammed’e tapıyorsa bilmelidir ki Muhammed öldü. Her kim ki Allah’a tapıyorsa bilmeli ki Allah bakidir, ölmez. Hazreti Ebubekir sonra minbere çıkıp dedi ki:

— Ey nas, ben sizin üzerinize Veliyu’l Emir oldum. Halbuki sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana yardımcı olunuz, fena olursam doğru yola sevk ediniz. Doğruluk emanettir.

Hazreti Muhammed’in vekili olarak ilk halife Ebubekir seçildi. Medineli Us ve Hazrec kabileleri Ebubekir’e biat ettiler. Hazreti Ali Peygamberin ölüm döşeği önünde bulunuyordu. Hazreti Muhammed, Hazreti Ali’yi halife yapmak istediği halde kimse onun adını bile anmadı. Herkes devlet başına geçmek sevdasına düşmüştü. Hazreti Ali’nin halife seçilmemesi kısa zamanda Müslümanları ikiye böldü. Hilafet meselesi bir ihtilaf mevzuu oldu. Ali’nin hilafetini tanıyanlar “Şia” ve “Aleviler” diye ayrıldılar. Karşı taraf ise “Sünniler” gurubunu teşkil ettiler. Hazreti Ali’nin halife seçilmemesinden dolayı Ali’yi sevenlerle Haşimiler, Ebubekir’e biat etmediler. Hazreti Ali hilafet meselesinde fikri sorulmadığından dolayı çok müteessir oldu. Çok geçmeden yer yer isyanlar çıktı. Bunun üzerine Ebubekir, Ebu Ubeyde ile şu sözleri Hazreti Ali’ye bildirdi:

— Ali’ye git de ki, deniz tehlikeli, gök açık, yer ise çıplaktır. Şeytan İslam ümmeti arasına düşmanlık sokmaya çalışıyor. Sen bir köşeye çekilmiş küskün duruyorsun. Sen bu ümmetin ekmeğine katık gibisin. Bu ümmetin keskin kılıcısın. Eğrilip de kesmez olma. Bu ümmetin tatlı suyusun, acıyıp da bozulma; Ya Ali, Ensar ve Muhacirin benim sana biat etmemi isterlerse, ben sana derhal biat ederim. Eğer düşüncen başka ise sen de bana biat et, bize yardımcı ol. Yolunu şaşıranları irşad et... Artık fitne kapısı kapansın... Allahu Teala bizim dediğimize şahittir.

Aynı zamanda Hazreti Ömer de şunları bildirdi: “Ali’ye de ki: Ebubekir bu ümmete cebir göstererek sıçrayıp da halifeliği kapmadı. Bu ümmetin şuurunu yok edip, gözlerini bağlayıp, akıllarını bozmadı. Allah hakkı için böyledir. Ebubekir malumunuz olduğu üzere aziz, alicenap bir zattır. Hilafete bu meziyetleriyle nail oldu. O hilafetten çekindi, fakat hilafet ona sarıldı. Bu vazifeyi Cenab-ı Hak ona ihsan etti.”

Bu haberleri Ebu Ubeyde, Hazreti Ali’ye bildirdi. Fakat Ali’nin onlara bir kini yoktu. Ancak Hazreti Muhammed’i sevenler, Ali’yi çok seviyorlar, hilafete onu layık görüyorlardı. Buna rağmen Hazreti Ali, Hazreti Ebubekir’i ziyarete gitmiş, devlet işlerine yardımda bulunmuştur. Bütün bunlara rağmen Hazreti Fatıma çok müteessir idi. Halifeler onu ihmal ettiler. Hürmette kusur ettiler, baba mallarını elinden aldılar. Ebubekir yer yer çıkan isyanları bastırdı. İki yıl sonra Hazreti Ebubekir vefat edince yerine Hazreti Ömer halife seçildi. Hazreti Ebubekir vefat ettiğinde hiç parası çıkmadı. Yalnız bir deve ile kaftanı vardı. Bunların da hazineye verilmesini vasiyet etmişti.

Hazreti Ömer zamanında Araplar büyük fetihlerde bulundular. Hazreti Ömer adaleti ile tanındı. Hazreti Ömer’den sonra da Hazreti Osman halife oldu. Bu zat Emevi kabilesinden idi. Ne kadar Emevi varsa onlara yüksek memuriyetler verdi. Bu yüzden Haşimiler ile Emeviler birbirlerine düştüler. Sonunda Hazreti Osman bu yüzden şehit edildi. İhtilalciler, bilhassa Mısırlılar ve Kufeliler, Hazreti Ali’nin hilafetini istiyorlardı. Nihayet Hazreti Ali halife seçildi. İlk defa kendisine Talha ile Zübeyr biat ettiler. Çok geçmeden Talha ile Zübeyr ve Hazreti Ayşe, Hazreti Ali idaresine isyan ettiler. Şam valisi Muaviye ise bu karagaşadan faydalanma yolunu tuttu. Hazreti Ali Muaviye’yi Şam valiliğinden azletti.

Asiler Hazreti Osman’ın katillerini istiyorlardı. Hazreti Ayşe ile Cemel muharebesi yapıldı. Bu harpte Talha ile Zübeyr öldürüldü. Hazreti Ali muharebeyi kazandı. Fakat bu hadiselerden faydalanan Muaviye Hazreti Ali ile Sıffin harbini yaptı. Üç ay süren bu muharebede iki taraf da pek çok zayiat verdiler. Amr İbnü’l As’ın bir kurnazlığı Muaviye’yi kurtardı. Muaviye’nin askerleri mızraklarının ucuna birer Kur’an-ı Kerim taktılar. Hazreti Ali’nin ordusunu Kitap ve Sünnet’in hükmüne davet ettiler. Bu hileye kapılan Hazreti Ali ordusu, mütareke yaptı. İki taraf birer hakem tayinine karar verdiler. Muaviye’nin hakemi Amr İbnü’l As, Hazreti Ali’nin hakemi ise Ebu Mürsel Eş’ari idi. Bu hakemler bir kürsüye çıkarak kararlarını bildireceklerdi. İlk önce Ebu Mürsel kürsüye çıkarak, “Parmağımdaki yüzüğü nasıl çıkardımsa, Ali’yi de hilafetten öyle çıkarttım,” dedi. Ondan sonra kürsüye çıkan Amr İbnü’l As, “Parmağımdaki yüzüğü nasıl parmağıma takıyorsam Muaviye’yi de öylece halife tayin ettim,” dedi. Tabii bu hile ortalığı karıştırdı. Bunu Ali taraftarları kabul etmediler. Hazreti Ali’ye, “Biz her hal ve karda senin sadık şian, yani taraftarlarınız,” dediler. “Şia” ilk defa o zaman çıkmıştır. Bir kısım halk da, “senin Muaviye gibi bir fitneci ile mütareke ederek hakem tayinine razı oluşun küfürdür, tecdid-i iman etmelisin,” diyerek ordudan ayrılıp Irak’a gittiler. Bunlara da “Hariciler” denildi. Bundan sonra Muaviye Şam sarayında saltanata başladı. Emevi devletini kurdu. Hakem vakasından sonra Ali’ye taraftar olanlar “Alevi” adını aldılar. Saltanat taraftarı olanlar “Sünni” diye adlandırıldılar. Şam’da Muaviye saltanatı sürerken, Hazreti Ali ızdırap içinde idi. Onu koruyanların sayısı azalmıştı. Hazreti Ali’nin Muaviye’den sonra en büyük düşmanı hariciler idi. Hariciler bir gizli toplantı yaparak Hazreti Ali’yi, Muaviye’yi ve Amr İbnü’l As’ı öldürmeye karar verdiler. İbn-i Mülcem adında bir Mısırlı Ali’yi, Merk adında birisi Muaviye’yi, Amr oğlu Bekir adında birisi de Amr İbn’ül As’ı öldürmek üzere vazife aldılar. Bu üç harici, bellerine birer zehirli kılıç takarak dağıldılar. Bunlardan Amr oğlu Bekir Mısır’a gitti. Fakat o gün Amr İbnü’l As camiye gitmediğinden ölümden kurtuldu. Amr oğlu Bekir, Amr İbn’ül As zannederek başkasını öldürdü. Haricilerden Merk ise Muaviye camiye giderken onu oyluğundan yaraladı.

Ramazan ayının 27. günü üç hain Ali’yi öldürmek üzere tertibat aldılar. Hazreti Ali, yanında oğlu Hasan olduğu halde sabah namazını kılmak üzere camiye yaklaştığı bir sırada İbn-i Mülcem yanındaki zehirli kılıcı Hazreti Ali’nin başına vurmak suretiyle ağır bir yara açtı.

Hazreti Ali’yi kanlar içinde evine götürdüler. Bu haini de yakalayarak Hazreti Ali’nin huzuruna çıkardılar. Hazreti Ali:

— Ya melun. Ben sana her zaman ihsanlarda bulunmadım mı?

Hain:

— Evet iyiliklerini gördüm.

— Öyle ise bu cinayete sebep nedir?

— Ya Ali, ben bu kılıcı 40 gün biledim. Bununla seni öldürmeyi Allah’tan diledim. Sonra bu işi işledim.

Hazreti Ali hiddetlenerek:

— Hayır o kılıç ile sen öldürüleceksin. Çünkü sen insanların en kötüsüsün, deyince, haini dışarı çıkarıp derhal başını kestiler. Hazreti Ali, oğulları Hasan ile Hüseyin’e dönerek:

— Ey oğullarım, size vasiyet ederim. Dünyaya rağbet etmeyiniz. Benim için ağlamayınız. Doğruluktan hiç bir zaman ayrılmayınız. Allah’ın Kitabı ile iş görünüz. Zalimlere düşman, mazlumlara yardımcı olunuz, dedi. O anda Hazreti Ali’ye zehir iyice tesir etmeye başlamıştı. Yüzü soldu ve gözlerinin feri iyice kayboldu. Az sonra kelime-i şahadet getirerek bu fani aleme gözlerini yumdu (M.S. 661).

Hazreti Ali’yi sevenler önünde bel bağlayıp kanlı gözyaşı döktüler. Bilhassa Horasan illerindeki Müslüman Türkler, Ali için yanıp tutuştular. Hala onun aşkı ile yanmaktadırlar. Bundan sonra Ali taraftarları da “Alevi” adıyla yad olundular. Zamanla Aleviler onu taparcasına sevdiler, o derece büyüttüler ki, “Cenab-ı Hak Ali’ye hulul etmiştir,” diye onu yükselttiler. Halbuki Hazreti Ali, Hazreti Muhammed’in sevgilisi idi. Onu ilmin kapısı addetmişti. Akrabası ve damadı idi. Hazreti Ali ilimde, ahlakta ve kahramanlıkta eşsiz idi.

Hazreti İmam Ali, geceleri biri Beytülmal’a ait, diğeri de kendi malı olan iki mum bulundururdu. Devlete ait işlerde Beytülmal’a ait olan mumu kullanır, hususi işlerinde parasıyla aldığı mumu yakardı. Bu derece devlet malını korurdu. Adil bir halife idi. Devlet malına “Malullah” ve amme hukukuna da “Hakkullah” derdi.

Hazreti Ali’nin şehadeti üzerine hilafet makamına büyük oğlu Hazreti Hasan geçti. Hazreti Hasan, Muaviye’nin üzerine yürümek üzere derhal bir ordu hazırladı. Fakat kendi askerleri ona bir ok atarak öldürmek istediklerinden, bu harpten vazgeçtiği gibi hilafetten de vazgeçti. Bir müddet sonra da Muaviye, Hazreti Hasan’ı zehirleterek öldürttü. Bundan sonra Muaviye’nin, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesiyle “Emevi Saltanat Rejimi”ni kurdu.

Artık Hazreti Muhammed’in kurduğu cumhuriyet şekli, saltanata dönüşmüştü. Emeviler Hazreti Muhammed nesline düşman kesildiler. “Ehl-i Beyt”i mahvettiler. Halayıklarını imamete geçirdiler. Kur’an-ı Kerim’e saygı göstermediler. Şam sarayında zevk ve sefaya düştüler. Bu sebeple de İslam alemi Emeviler’e düşman kesildi. Gerçi Muaviye kuvvetli bir devlet adamı idi. Arap devletini kuvvetlendirdi ve birçok fetihlerde bulundu, fakat ahlaksızlığı yüzünden İslam alemini ikiye böldü. Emeviler’in işlediği en büyük cinayet Hazreti Ali’nin oğlu Hazreti Hüseyin’i feci bir şekilde şehit etmeleridir. Araplar, Hazreti Hasan’dan sonra Hazreti Hüseyin’e biat ederek onu halife olarak tanıdılar. Hazreti Hüseyin’in halife olduğunu duyan Kufeliler, ona birçok mektuplar yazarak Kufe’ye çağırdılar. Bu davet üzerine Hazreti Hüseyin Kufe’ye gitmeye karar verdi. Dostları ona:

— Ya İbn-i Resulullah... Rica ederiz ki Mekke’den harice çıkma... Kufeli fesatçıların sözlerine itimat etme... Onların yüzünden babanızın başına neler geldi,” dedikleri zaman,

— Yezid’in zulmünden bezmiş olanlar yüzlerce mektup gönderdiler, bunları nasıl reddedeyim?

— Ya İmam, Kufe Yezid’in idaresindedir. Bu sebeple Kufeliler size yardım edemezler.

— Mademki bu kadar ısrar ediyorsunuz, müsaade ediniz de bu gece düşüneyim... dedi.

Fakat ertesi gün gitmeye karar verdi. O gün, dostları ile vedalaştıktan sonra yola koyuldu. Birçok yerlerde konakladı. Emevi halifesi Yezid, Hazreti Hüseyin’in Kufe’ye hareket ettiğini haber alınca Kufe valisi Abdullah bin Ziyad’ı Hazreti Hüseyin ile mücadeleye memur etti. Hazreti Hüseyin’in kafilesi yoluna devam ederken bir yerde durakladı ve Hazreti Hüseyin, “Burası neresi?” diye sordu.

Yanında bulunanlardan birisi:

— Kerbela... deyince, Hazreti Hüseyin:

— Allahuekber, haza (işte) arz-ı Kerbela, dedi.

Buraya gelen Kufeliler’le görüştü. Onlara arzuları üzerine geldiğini bildirdi. Kufe Valisi, Hazreti Hüseyin’in Kerbela’ya geldiğini duyunca, “Yezid’e biat et, yahut harbe hazır ol,” diye haber gönderdi. Bu haberi alan Hazreti Hüseyin, “Ümmetiyiz dedikleri Peygamberin evlatlarını mahv ve helak edenlerle cenge hazırım,” dedi. Vali, adamlarından Amr bin Saad adında birisine Rey valiliğini vaad ederek Hazreti Hüseyin ile muharebeye gönderdi.

Ona dedi ki:

— Hüseyin’i zorla Yezid’e biat ettir. Eğer muhalefet ederse başını bana getir, dedikten sonra bu adama bir kaftan ile bir at hediye etti. İbn-i Saad, maiyetinde beşbin askerle yola çıktı.

Kerbela’ya yaklaştığında Hazreti Hüseyin’e, Yezid’e biat etmesini bildirdi, fakat Hazreti Hüseyin bunu reddetti. Bunu duyan Kufe valisi, İbn-i Saad’a, “Yezid’e biat edinceye kadar sudan mahrum et,” emrini verdi. O da derhal Fırat nehri sahillerini beşyüz askerle tutturdu. Hazreti Hüseyin su almak üzere elli asker gönderdi. İbn-i Saad’ın askerleri onlara su vermediler. İbn-i Saad ile Hazreti Hüseyin karşılaşıp görüştüler. Bunu duyan İbn-i Ziyad onu tehdit etti. Bu esnada Hazreti Hüseyin’e Beni Esed kabilesinden bir kısım silahlı askerler yardıma geldiler. Fakat İbn-i Saad kuvvetleri bunları dağıttı. Bu defa İbn-i Ziyad, İbn-i Saad’a derhal taarruza geçmesini emretti.

Muharrem’in onuncu günü Kerbela’da kanlı bir muharebe başladı. Zaman zaman her iki taraftan karşılıklı vuruşmalar oldu. Yezid askerleri umumi bir taarruza geçtiler. Oklar çekildi, kılıçlar oynadı, Kerbela’da kanlar döküldü. Bir türlü Hazreti Hüseyin kuvvetleri mağlup edilemiyordu. Bunun üzerine İbn-i Saad ikibin kişi daha gönderdi. İki taraf arasında kanlı bir kavga başladı. Zamanla Hazreti Hüseyin’in kahraman askerlerinin çoğu şehit oldular. Hazreti Hüseyin de elinde kılıcı, kahramanca çarpışıyordu. Hava pek sıcaktı. Mücahitler susuzluktan halsiz kalmışlardı. Su içmek istiyorlardı, fakat Fırat nehri tamamen tutulduğu için, kimse su içemiyordu. Hazreti Hüseyin de susuzluktan yanıyordu. Düşmanla çarpışa çarpışa Fırat kenarına geldi. Tam su içeceği sırada düşman askeri:

— Ey Hüseyin, düşman karargahına hücum etti. Su içmek zamanı değildir, diye bağırınca su içmeyip geri döndü. Bunun bir hile olduğunu anlayınca geri dönüp suya yaklaştığı esnada bir ok ağzına isabet etti. Bir damla su içmek nasip olmadı. Susuzluktan halsiz kalmıştı. Bu halde iken Malik bin Beşir adında birisi Hazreti Hüseyin’in başına bir kılıç sallayarak yaraladı. Hazreti Hüseyin’in kanlar içinde yerde yattığını gören İbn-i Saad, üzerine hücum etti.

Hazreti Hüseyin:

— Ey zalim beni şehit etmeye mi geldin? dedi. Fakat bu kötü kalpli adam kılıcını çekemedi. Bu esnada Şemar adında bir hain Hazreti Hüseyin’in göğsüne çökerek kılıcını çekti. Hazreti Hüseyin mahzunane bir tavırla gözlerini açıp adama baktı.

— Ey hain... Sen kimsin?

— Ben Semar’ım.

— Ey Semar, benim katilim sensin. Fakat bu ay ne ayıdır, bu gün ne gündür, bu vakit ne vakittir?

— Muharrem ayı, cuma günü, namaz vaktidir...

— Ey zalim herkes namazda iken sen bu cinayeti nasıl işleyeceksin, bari göğsümden in de bir namaz kılayım...

İslam ve Türk tarihinden gelmiş ve geçmiş, elimize geçen tarihi belgelerle bu kadar anlatabildik. Burada insani olarak Hakikat-ı Muhammediye’nin gözümüz önüne alınması lazım geliyor. Cenab-ı Hakk’ın,

zahir ve batın vicdan hislerimizle emirlerini tutmak mecburiyeti hasıl olmuştur.

Tevfik Cenab-ı Allah’tan, nizam ve intizam ile gayret, çalışmak ve itaat etmek, umumi biz kullara düşüyor.

devamı...

SEN AHMED-İ MAHMUD-U MUHAMMEDSİN

Sultan-ı Resûl, Şah-ı mümeccedsin Efendim

Biçarelere devlet-i sermedsin Efendim

Divan-ı İlahide Ser-âmedsin Efendim

“Le amrük” tacı ile müeyyedsin Efendim

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim

Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim

Hutben okunur minberi iklimi bekada

Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezada

Gülbang-i kudümün çekilir arş-ı Hüdâ’da

Esma-i Şerifin anılır arz u semada

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim

Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim

Ol dem ki nebilerle veliler kala hayran

Nefsi için dehşetle kopa cümleden efgân

Yeis ile kulların ola halleri perişan

Destur-i şefaatla senindir yine meydan

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim

Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim

Biçaredir ümmetlerin, isyanına bakma

Red eli vurup hasret ile düzâha yakma

Rahmet et aman, âteş-i hicranına yakma

En başta kulun Galib’i pür-cürmü bırakma

Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim

Hak’tan bize Sultan-ı müeyyedsin Efendim.

Şeyh Galib

Şiirin açıklaması:

Resuller Sultanı, Şereflendirilmiş Şah’sın Efendim / Çaresizlere herdaim devletsin Efendim / İlahî Dvan’da Öndersin Efendim / “Ömrün hakkı için” (15:72) tacı ile doğrulanmışsın Efendim / Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim / Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim / Hutben okunur beka ikliminin minberinde / Hükmün tutulur Din Günü mahkemesinde / Adın yüceltilir Hüda’nın arşında / Şerefli İsimlerin anılır yerde ve gökte / Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim / Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim / İşte o an peygamberlerle veliler hayran kalır / Herkesten kendi nefsi için dehşet içinde bir feryat kopar / Duydukları kederle kulların hali perişan olur / Ve şefaat etme izninle meydan yine senindir / Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim / Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim / Çaresizdir ümmetlerin, onların isyanına aldırma / Onları geri çevirip senin özleminin cehenneminde yakma / Ne olur rahmet et, ayrılığının ateşine yakma / Ve en başta, baştan sona günahlarla dolu olan kulun Galib’i bırakma / Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’sin Efendim / Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim...

devamı...

TÖVBE VE İSTİĞFAR

(Bu Tövbei istiğfar yazısının çok dikkatli okunması rica olunur. Zira abdestsiz.
namaz kılınamayacağı gibi, tövbe etmeden de Allah`ın rızası kazanılamaz)

Tevbe Estağfurullah:

 

Bu sözcüğü, bilinçli bir şekilde, şuuruna ererek sarf ettiğimizde acaba neler kazanıyoruz dersiniz?

"Tevbe" ve "Estağfirullah", bu iki sözcük yanyana gelip, bizden olgunlaşarak
çıktığında, ne büyük bir dua oluyor, bir bilseniz. Öylesine bir dua ki, bizi gerçekle karşı karşıya bırakan, gerçeği bize öğreten.

Aslında hepimizin de öğrenmek istediği, gerçek değil midir?

Herkes onun peşinde, onu yakalamak için koşar. Çünkü insana sonsuzluk içeren mutluluğu veren, gerçektir.

İnsanın gerçekle yüzyüze gelmesi, Kur`an`ın 39:42. ayetinde şöyle verilmiştir :

"Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını
alır. Ölmelerine hükmettiği kimseninkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, düşünen kimseler için dersler vardır." Gerçekte gizli olanın da tevbe estağfirullah ile bulunacağı, pek çok ayetle müjdelenmiştir. İşte bunlardan birisi : "Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da hemen tövbe edenlerin, tövbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah, işte onların tövbesini kabul eder. Allah Bilen`dir. Hakîm olandır" (4:17).

O halde, Tevbe Estağfirullah, Allah`ın kullarına verdiği bir sözdür diyebiliriz.
O`nun sözü, hak olup, o verdiği sözden caymaz. O söz ise, gerçeğin ta kendisidir.

Biz bu satırlarımızda, bu kez Tevbe Estağfirullah ile gerçeği bulmaya niyetlendik. Bunun için, başımızı kaldırıp tüm yönlere şöyle bir bakalım.

Yeryüzü bir beşik, gökyüzü de bir kubbe, adeta beşiğini örten ve koruyan kocaman bir çadır. Güneşin varlığıyla beliren isimler, gecenin yerine geçmesi karşısında gizlenerek sıfatlanmış. Sanki, saklambaç oyunu gibi bir oyun bize görünen.

Halk, gündüzde Hak`ta belirmiş. Hak ise gecede saklanmış, halkı göstermiş.

İşte, biz insanlar hep birlikteyiz bu çadırda, yürür gideriz hayatımız boyunca, Halk`ta Hak`kı arayıp bulmak için. Tüm yaratılmışlarda Yaratan`ı bulmak için. Bir başka deyişle gecede gizlenen, gökteki Ay`ı, gündüzde ve yerde bulmaktır amacımız. Neden? derseniz; Çünkü iş orada deriz. O`nunla konuşabilmek ise, O`nu yerde bulmakla, secdeye baş koymakla olabilir.

Özetle, bu güzelliğe ulaşmak bir yolla başarılır, o da doğru yürümeyi öğrenerek.

Hepimizin yaşadığı bu ortak çadırın içindeki hayatımız, doğru yürümeyi öğrenmekle geçer. Doğru yürümek, bir hünerdir insanoğlu için. Kimileri, yürüyeceğim diye orasını burasını incitir, yaralar ya da kırar. Kimileri, kırarım, incitirim korkusuyla hareket edemeyip, yürümeyi bir türlü beceremez. Kimileriyse, öyle bir yürür ki, onlar için ne engebe kalır, ne de başka bir engel.

Onların yürüyüşlerinde bir güven vardır. Korkunun nedeni olan bilgisizlik, bilgi adı verilen en etkili eriticiyle eriyerek, onlarda yerini güvene bırakmıştır. Niye korksunlar ki? Onların gözleri görür, kulakları işitir. Onlar bilgilerinde takva ehli olmuşlardır.

Emrin çıktığı yere kadar uzanan sağlam bir ip onları bellerinden sıkı sıkıya kavrayarak, engellerden ve tehlikelerden, Tevbe Estağfirullah`ın sağladığı elastikiyetle uzak eyler.

Onlar adeta uçarcasına attıkları her adımda takva ile hamle yaparlarken, bu
ipin sevgiyle korumasına, yardımına ve öğretisine inanmışlardır.

Çünkü onlar her türlü girişimlerine Tevbe Estağfirullah ile atılırken, Allah`a dayanarak kendilerini güvene sokmuşlardır.

Başkası için tehlikeli, korkulu olan şey, onlar için Tevbe Estağfirullah ile korkulur olmaktan çıkmış, adeta örtülmüştür.

Düz, pürüzsüz bir asfalt yol

Bu bölüme, böyle bir yolda yürüyerek girelim. Yağmurun pırıl pırıl parlattığı, tozu dumanı olmayan, rahat yürünen bir yol.

Bu yol, öyle bir yol ki, imanı yansıtan asfalt, pürüzlerim örtmüş.

Rahman`ın huzuruna bölük bölük gidenlerin ve orada toplanacakların izlediği yol.

Bu yolda yürümeğe, "her türlü noksanlardan uzak, bozulması imkansız tevbe"
anlamına gelen Nasuh tevbesini okuyarak başlayalım.

"Ey inananlar : Yürekten tevbe ederek Allah`a donun ki, Rabbiniz kötülüklerinizi örtsün, sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koysun.

Allah`ın peygamberim ve onunla beraber olan müminleri utandırmayacağı o gün, ışıkları önlerinde ve defterleri sağlamdan verilmiş olarak yürürler ve : `Rabbimiz, ışığımızı tamamla, bizi bağışla, doğrusu sen her şeye Kadir`sin` derler" (66:8).

Evet, bu güzel ve bilgi yüklü tevbeyi hepimiz yaparak, Yaratan`ın peygamberlerine müjdelediği ve onlara sunduğu af ve mağfirete ulaşalım. Kendini koruma ve manevi örtünme anlamına gelen mağfiret ile Hak Teala, enbiyayı dünyada korumuştur. Bunların hepsi Resulullah`ın temsilcileri olup, amin diyen bütün kullar da onlara uyduklarında, Allah`ın af ve mağfiretiyle müjdelenmişlerdir.

Bütün peygamberler, her biri bir şekilde tevbelerini yapmışlar, onların tevbelerini izleyerek uygulayan kullar da o rahmetten faydalanmışlardır.

Musa "Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bize acı, sen merhametlilerin merhametlisisin" (7:151) seslenişiyle, Rabbinden böyle tevbe ve mağfiret dilemiş.

Hz. İbrahim ise, "Elbette ki sen Tevvabür Rahim`sin" (26:75) duasını aynı duygularla yapmış.

İşte Hz. Nuh`un tevbesi : "Rabbim, bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum" (11:47).

Kur`an, Hz. Adem`in tevbesini, BakInIz nasıl dile getirmiş : "Adem, Rabbinden
emirler aldı; onları yerine getirdi, Rabbi de bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri daima kabul eden ve merhametli olandır" (2:37).

Ve nihayet, insanlığın çıkışım simgeleyen Adem ve Havva, bu olgunluğa, "Rabbimiz, kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz" (7:23) seslenişinin şuuruyla ermiş, kazananlardan olmuşlardır.

Kur`an`ı incelediğimizde, bütün peygamberlerin teker teker tevbe ettiklerine ve
Allah`tan mağfiret dilediklerine şahid oluruz, İşte onların hepsi, bu olağanüstü rahmeti, herşeyin yaratıcısı ve hakimi olan Allah`ın "rahmetim herşeyi kaplamıştır" (7:156) müjdesinden ve bu müjdenin tebliğcisi olan, hatta bizzat kendisi rahmet olan Hz. Peygamber`den almışlardır: "Ey Muhammed, biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (21:107).

Ayetlerden de görüldüğü gibi, Allah`ın alemle ve alemi oluşturan tüm isimleri
toplayan insanla bağlantısı, bu rahmet üzeredir.

Bu rahmet, Rahman sıfatıyla inanan ve inanmayan tüm insanlara, Rahim sıfatıyla da müminlere, inançlardaki güç ve kuvveti nispetinde doğru orantılı olarak artan bir şekilde kendini gösterir.

Rahim sıfatı, Tevbe ve Estağfirullah ile inananlara en güzel yardımcıdır.

İnananlar içinde en değerli olan, şüphesiz takva ehli kişilerdir, İnsan, imanı güçlendirdiği oranda ve hayırlı işlerde çalışarak bu değere ulaşabilir. Allah, tüm insanlara aynı şekilde yakındır. Kur`an, "Biz ona şah damanndan daha yakınız" (50:16) diyerek, bunu açık bir şekilde belirtmiştir. Burada önemli olan, bu yakınlığın biz insanlar tarafından bilinmesidir ki, bu iş de ancak takva ile gerçekleşebilir. "Allah katında en değeriiniz, O`na karşı gelmekten en çok sakınanızdır" (49:13).

İşte, o kişilerdir Allah`a ve peygamberlerine uyanlar. Onlara uyanlar, bu davranışları sayesinde Allah`ın af ve mağfiretiyle müjdelenmişlerdir. Bu öylesine bir müjdedir ki, bu müjdeyle onların vücutları, Hak örtüsüyle örtünerek korunmuştur. Bu örtünme bir şekilde müjdelenir, o da marifettir. Yani olgunluğa doğru ustalıkla, bilerek, durmadan, adım adım yürümek.

Olgunluk, bir başka deyişle kemal, marifetle doğru orantılı olarak yükselme gösterir. Bu gelişme ise, tüm noksanlardan ayrılarak onlara pişmanlık getirmeyle olacaktır. Kısacası Tevbe Estağfirullah ile diyebiliriz. Tevbe Estağfirullah`ın, emirleri simgeleyen Allah`ın ipine sağladığı esneklikle.

Emirleri bilmek, onlara sıkı sıkıya uymak, bizlerin birinci görevidir.

Ancak Allah`ın asfaltlı yolundan ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım, Tevbe Estağfurullah sözü, bizi ona geri döndürecektir.

Başlı basma bir ibadet şekli olan tevbe, kelime anlamı itibarıyla "rücü" demektir. Veli Ulutürk, Kur`anı Kerim Allah`ı Nasıl Tanıtıyor? adlı kitabında, bu kelimenin anlamı için, Beydavi ve Ragıp`dan çok güzel açıklamalar getirerek, bizlere yardımcı oluyor:

"Tevbe, kul hakkında günah işlemekten Allah`a dönmek, Allah hakkında ise, cezalandırmadan kulun tevbesini kabul ederek, mağfirete dönmektir. Hem kul, hem Allah için kullanılan bu kelime, “alâ” harfiyle Allah açısından ayrılmaktadır. Kur`an`ın Tevbe Suresi 118. ayetinde hem kul, hem de Allah için, ikisi bir arada kullanılmıştır. “Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O tövbeleri kabul eden, merhametli olandır” şeklinde sunulmuştur.

Tevbe, kul açısından pişman olmaktır. Pişmanlık getirmektir. Pek tabii ki tevbe sıfatı da diğer sıfatlar gibi, O`nun o Güzel isimleri`nden belirmiştir. Bu güzel isim, Kur`an`da Allah`ın ismi olarak yalnızca bir ayette, Nasr Suresi 3. ayetinde geçer. Bakınız o Güzel isim nasıl sesleniyor oradan : "O`ndan bağışlanma dile. Çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir." O halde, tevbeleri kabul eden (Tevvab) ile, tevbe eden (Taib) arasındaki, sonsuza dek işlerliğini sürdürecek rahmete katılmak, şarttır.

Kur`an, "Ey inananlar, saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah`ın hükmüne dönün" (24:31) derken, bunu bir temel istek olarak bizlere belirtmiştir. O`nun o yüce ismi, Tevvab, ancak tevbeyi şuurlu bir şekilde etmek suretiyle bilinecektir.

Tevbe şuuru, Allah`ı bilmeyle, yani O`ndan sakınma ölçüsüyle belirir ve kazanılır. Maddi ve manevi olarak yapılan her güzel iş, daha güzelinin, daha mükemmelinin olabileceğinin düşünülmesi karşısında tevbeyi gerektirir. Bu düşünüş, en güzelin Yaratan`a ait olduğunu hatırlatırken, kulun acizliğini ortaya sererek, onun tevhidle yaşamasına yardım eder.

Tevhidle yaşamak, insana insanı kazandırır. Allah karşısında kulun acizliği, iyi değerden kötü değere kadar her derecede vardır. O, her derecenin Hakimi, başlangıcı ve sonu olmayan. Azim ve Kerim olan, rahmetiyle herkese merhamet eden, affetmeyi sevendir. İyi ve kötü değer olarak söylemeye çalıştığımız, isimler ve sıfatların sergiledikleri tüm uygulamalardır.

O halde, iyiden kötüye ya da artıdan eksiye kadar her durum ve her halde tevbe, insanın, sürekli oluşun bir üst olgun durumunu bulmasına yardımcı olur. Onun azimet üzere dikkatle, sıkı bir şekilde ibadetini yapmasına katkıda bulunur. Böyle bir tevbeyle kul, bir işi şuuruna ermiş olarak bitirip, bir diğer işe mutlulukla koyularak, Allah`ın emrini yerine getirmiş olur.

İşte O`nun emri : "Bir işi bitirince diğerine giriş" (94:7).

Onun yolu, bu güzel ismin yardımıyla, sıratı müstakim (doğru yol) üzere, yıkanarak açılır. Gerçeği bulduran tevbe, insana insanı en güzel öğretendir. İster alim, ister cahil; ne olursanız olun, tövbeleri kabul eden Tevvab, gerçek tevbeyle karşılaştığında, tevbeyi eden o kuluna, yani Taib`e gerçeği öğretecektir.

Hz. Peygamber : "Kalbime öyle şeyler gelir ki, her gün ve gece bunlardan yetmiş defa Allah`a istiğfar ederim" derken, Allahu Teala, ona : "Allah böylece senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir" (48:2) müjdesini vermiştir.

Hz. Peygamber için hal böyle olunca, bizlerin de izlemeği gereken tek yol, O’nun işaret ettiği sıratı müstakim üzere olacaktır. Olmalıdır.

Gerçeğin gizlendiği yokluk hazinesi, ancak bu şekilde, tevbeyle bilinir. Varlık, yerini yokluğa bırakır, nefs ruhta erir ve gerçek ortaya çıkar.

Bu bilgi seviyesinde olan Mevlana Hazretleri, Divan`ından şöyle sesleniyor:

"Aferin o yokluğa...
Aferin o yokluğa ki, varlığımızı kaptı. Can alemi o yokluğun aşkıyla vücuda geldi. Yokluk nereye gelse varlık azalır, biter. Bu ne tuhaf yokluk ki, o gelince varlık çoğalmada.

Yıllardır ben yokluktan varlık kapmadayım. Fakat yokluk, bir bakışta bütün varlıklarımı kapıp gitti.

Varlıktan, elemden, ölümü düşünüp korkan candan, korkudan, ümitten, oldu olacak düşüncesinden, her şeyden, her şeyden kurtardı beni. Varlık dağı, yokluk yeline karşı bir saman çöpüne benzer. Hangi dağdır o dağ ki yokluk onu bir saman çöpü gibi kapıvermesin?

Varlık nedir, yokluk ne? Saman çöpü ne oluyor, dağ dediğin ne? Ey söz, bu kapıdan dışarı çık, in damdan aşağı."

Mevlana Hazretleri, yine Divan`ının bir başka beyitinden de tövbeyi unutanlara
şöyle sesleniyor :

"Yarabbi, niçin tövbemi bozdum, ne diye ağzımı bağlamadım lokmaya?

Vesvese, halka halka çevremi kapladıysa ne diye geçtim de ortasına oturdum.

Sonucu, herşeyin yerini, aklımla gördüm; yüzlerce defa, binlerce defa kurtuldum.

Adeta Allah`a kulluk etmekten usanmıştım; çünkü canla, gönülle boğazıma tapmadaydım.

Bütün sıkıntılarım bir tek sıkıntı yapan hadisim de Peygamber`den okumuştum hani.

Nasıl oldu da gönlüme bir dumandır çöktü; nasıl oldu da tezce, toz gibi sıçramadım?

Şimdi pişmanlıkla yazdığım şu satırları, o vakit yazsaydı elim."

Mevlana Hazretlerine bu güzel dizelerde kendini hatırlatan hadisi, bir de biz dinleyelim : "Bütün sıkıntılarım bir tek sıkıntı yapana Allah kifayet eder, onu dünya sıkıntılarından korur; fakat birçok sıkıntılara düşen, Allah bilir dünyanın hangi bucağında, helak olur gider."

Bu güzel bilgi yüklü hadisi, Kur`an`ın pek çok ayetinde görebiliriz, işte onlardan birisi : "Allah`a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah`ı anarlar ve gerçeği hemen görürler" (7:201).

Allah`ı anmakta insanlara yardımcı en büyük kavram ise, Estağfirullah`tır. Şimdi bir de Estağfirullah`a bakalım.

Yarlıgama (acıma, merhamet), esirgeme (afv) ve de bağışlama (mağfiret) kavramlarını içeren, sevgi ve merhametle işlerlik gösteren, Allah`ın terbiye eden, olgunluğa eriştiren Rab ismini bizlere verir.

Duaların vazgeçilmez ismidir Rab. Karşılıksız sevgi ve merhametle kendini gösterir, insan, Yaratıcısının sonsuz rahmetinden bu isimle yardım alır. Allah kendisi tarafından tespit edilmiş hedefe doğru Rab ismiyle ulaştırır.

İşte insan, bu ilahi iradenin hakimiyeti altında, Allah`ın ahlakıyla ahlaklanarak,
Tevbe Estağfirullah`ın yardımıyla sıratı müstakim`de ilerler. Çünkü insanları doğru davranışlara götüren Rab, sıratı müstakim üzeredir, ilahi iradenin çekimi, sıratı müstakim (doğru yol) üzere, Arş`a doğrudur. Hepimizin bildiği gibi : "Rahman arşa hükmetmektedir."

Tümüyle her şey O`ndan gelir ve yine O`na geri döner. Geldiği ve gittiği yer belli olan insanın. Rahman ve Rahim olan Allah`ın o güzel merhametiyle tüm yarattıklarına rahmet ettiğini bilerek yaşaması, en doğru yaşam şekli olacaktır.

Anlatmaya çalıştığımız Tevvab (tevbeleri çokça kabul eden) ve Gafur (bağışlayan, affeden) sıfatlarıyla birlikte kullanılan Rahim olgusu, rahmetin sonsuzluğunu simgeleyen bir müjde olarak karşımıza çıkar. O halde geliniz, biz de bu güzel rahmetten faydalanalım. Bunun için de Kur`an`ın seslenişine kulap verip takvaya sahip olmak üzere ona uyalım : "Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme" (7:199).

O`ndan gelip, O`na dönen bir varlık olduğunu bilen insanın, şunları yapması gerekir: Akıl ve düşüncenin birliğinden çıkan çalışmalanna sevgiyle bağlanmak, başarma gücünü ümit ışığıyla kuvvetlendirmek, Yaratan`ın sonsuz rahmetinden affedilme ve bağışlanmayı dilemek.

Daima O`nun rahmetine ve merhametine güven duyarak yaşamak. Ruhu çıktığı yere, bedeni de dünyaya teslim ederek, takvaya erişmek.

İşte, bu şekilde yaşamak, başlı basma tevhidi ortaya seren, tevhidçi bir yaşam tarzıdır.

"Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, size Allah`tan hayırlı bir mağfiret ve rahmet vardır" (3:157) ayeti, yine bize tevhidi hatırlatıyor ve tevhidle yaşamaya davet ediyor.

İlahi iradenin hakimiyeti altında yaşaması emredilen insanın tevhidi gerektiren
yaşayış tarzı, aslında herkeste vardır. Şu farkla ki biri, geçici yağmur gibi toprağı doyuramaz, bitkinin kökünü kurutur. Diğeriyse, toprağı doyurarak, bitkinin dallarım göğe doğru yükseltip, meyva vermesine neden olur.

Hz. Peygamber`in dediği gibi: "İlim, iki çeşittir. Biri dildeki ilim ki, bu Allah`ın kullarına karşı bir tutanağıdır. Öbürü de kalplerdeki ilimdir." Esas ilmin geliş yerini hatırlayıp yaşamak, bir bitki gibi yetişen insanın olgunlaşıp meyve vermesine yardımcı olur.

Bir başka deyişle, yağmurun bilinmesi yanında, yağmasını dilemek de gerekir.
Yağmur Allah`ın rahmeti, onun istenmesi ise tövbedir.

Tevhid, herkeste vardır: Cahilinden alimine kadar ve pek tabii ki, derece derece. Çünkü ilahi irade, bunu böyle istemiştir. "O`nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız" (17:44) diyen Kur`an, bu uyarısıyla yine bizi bilgilendiriyor.

Bu bilginin ışığı altında şöyle diyebiliriz: Alim ile cahil arasında, karanlıkla aydınlık gibi, ya da geceyle gündüz gibi fark vardır.

İnsanlar, tevhidle yaşamalarındaki başarıları oranında birbirlerinden fark edilirler. Bu fark, gecenin yerini gündüze bırakması gibidir.

İnsan, aydınlığa kavuştuğu oranda olgunluk gösterir, işleri kötü sergileyen kötü, işleri iyi sergileyen de iyi anılır. Bu kadar basittir.

Herşeyin Yaratıcısı olan Allah, "Ol" emriyle yarattığı herşeye en güzel şekli,
karakteri vererek isimlemiş ve bizlerden bunu bilmemizi istemiştir.

"Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O`dur. Doğrusu, Rabbinin cezalandırması süratlidir. Şüphesiz O bağışlar, merhamet eder" (6:165).

İyi ya da kötü ismi, fiilin doğru ya da yanlış uygulanışıyla meydana gelir. Uygulamanın doğruluğu ise bir şekilde ortaya çıkar, o da Allah`ın yasa ve yaratışım iyi
bilip, sonsuz rahmetinin ışığı altında aydınlanarak ve aydınlatarak çalışmak.

Bir insan ne kadar alim olursa olsun, kendisini Yaratan`ı hep bilmeli ve hatasızlığın, noksansızlığın, zenginliğiyle ilminin, her şeyi kapsayan Allah`a ait olduğunu hep hatırlamalıdır. Böylece de tevbe etmelidir.

Affedilmek, merhamet dilemek ve bağışlanmak istiyorsa, bu mucizevi güzellikteki noksansızlığı hatırlayıp, önce kendi affetmeli, merhamet etmelidir.

İsimler, ismi gerektiren bir çalışma sonucu ortaya çıkar. Tevbe, tevbe etmeyle; Estağfurullah ise, olgunluğa götüren Rab isminin kuvvetiyle merhamet, acıma, bağışlama sıfatlarını, hayatın vazgeçilmez bir gıdası haline getirmekle elde edilebilir.

Pek tabii ki, bütün bu güzel davranışlar, olgunluğun belirmesiyle ortaya çıkacaktır.

İnsanı olgunluğa kavuşturan, onu karanlıklardan aydınlığa çıkaran Tevbe Estağfirullah, başlı basma bir ibadettir. Bu ibadetin sonucu nefsdeki olgunluk, bir başka deyişle Allah`ı bilme, yani marifet; insanın çalışmalarında açık seçik görülür, insan, marifetteki durumuna göre iyi ya da kötü davranışlar sergiler. Buna da şahid olan yine ilişkide olduğu hemcinsi, yani insandır. Demek ki olgunluk, insanın insanla olan ilişkilerinde gizlenmiş, son derece değerli, anlamlı bir olgudur.

Bu konuda Kur`an, "Ey insanlar, sabreder misiniz diye sizi birbirinizle sınarız" (25:20) diyerek, bu olgunluğa ulaşmada bizlere ne güzel bir yol gösteriyor.

Emirlere sıkı sıkıya yapışmak, birinci görevidir insanın. Tevbe Estağfirullah ile
emirlere sıkı sıkıya bağlanmak ise, O`nun ipine elastikiyet kazandırır. Bu öylesine güçlü ve koruyucu nitelikte bir şeydir ki, emrin çıktığı yere kadar uzanan bir iple bağlanan kuluna Allah rahmet ederek, ismini sunar. Yani, O`nun rahmeti, Tevvabür Rahim şeklinde belirir ve ipin anlatmaya çalıştığımız elastikiyeti ortaya çıkar.

Kul, tevbe ederek günah işlemekten Allah`a dönerken. Yaratan da, Tevvab ve
Rahim şeklinde ona rahmet eder.

Sonuç olarak tevbe, sadece hatalardan ve günahlardan arınmak için izlenilecek bir yol değil, Allah`ın isminin yüceliğine şahid olmak için yapılması gereken büyük bir ibadettir. O`nun yeri, secdedir dersek, en güzelim demiş ve seçmiş oluruz: Allah`ın kula emrettiği, emrini tutana da hediye edip verdiği secdesi.

"Ey doğru yolda olan, sakın ona uyma. Sen secde et, Rabbine yaklaş" (96:19) emri Hz. Peygambere verildiğinde, Hz. Peygamber secdesinde: "Allah`ım, azabından nzana, affına, senden yine sana sığınıyorum. Sen kendini yücelttiğin gibi ben seni yüceltemem" şeklinde dua ile karşılık vererek ibadet etmiştir.

Bu duayı yaparken Hz. Peygamber, secdesinde Allah`ın bir fiilinden başka bir fiiline sığındı. Sıfatı değerlendirme konumunda durmayıp. Zatı idrak etme konumuna ulaşarak, "Senden yine sana sığınırım" dedi. Bilgisinin boyutlarının derinleşmesiyle "ben" kavramını idrak ederek, "ben seni hakkıyla yüceltemem" seslenişiyle kendi yokluğuna şahit oldu.

Sonuçta, herşeyin yok olup, O`nun Zatinin kalıcılığına emin olarak Hak`kın Zatını müşahede eti.

Satırlarımıza pürüzü olmayan, yağmurun yıkadığı, temizlediği, pırıl pınl parlayan asfaltta yürüyerek başladık, inancımız; Allah`ın verdiği sözden caymayacağı ve sevgisini, bilgisini sunacağı idi.

Satırlarımızın sonuna geldik. "Yerin başka bir yerle, göklerin de başka göklerle değiştirildiği, her şeye üstün gelen tek Allah`ın huzuruna çıktıkları günde, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma, doğrusu Allah güçlüdür, öç alandır.” ( 14:47-48).

"Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir" (2:286).

Sözlerimizi, alemlere rahmet olan Hz. Peygamberin Estağfirullah`ı içeren şefaatiyle bitirmek istiyoruz. Tevbe bizden, şefaat O`ndan.

"Rabbimiz; eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma.

Rabbimiz; bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme.

Rabbimiz; bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma, bizi affet, bizi bağışla,

Bize acı. Sen Mevlamızsın, kafirlere karşı bize yardım et."

Amin.

devamı...

YOLLARIN AYRIMINDAKİ ZAT

Meded, Ey Resuller Sultanı Muhammed

İlk yaratılan nur, O`nun nurudur. O zuhur etmezden evvel gündüzün geceden, baharın da kıştan farkı yoktu. İyilikler, kötülüklerle içice; akıl nefse yenik, ruh da be­denin esiri idi. Varlığın sırrını keşfedip, akla yüksek hedefler gösteren, düşünceye ka­pılar açıp insanın ebedlere namzet olduğunu evrensel bir dille haykıran, O`dur.

Bütün yeryüzü, engin denizler, sema ve yıldızlar, O`nun dört bir yana saçtığı nurlar ve gönüllerimizde mayaladığı irfan sayesinde birer mana ve değer kazandılar. O`nun varlığı didik didik edip önümüze sereceği güne kadar, denizler gulyabaniler di­yarı, gökler birer bilmece ve kaos, yıldızlar yanıp sönen çocuk oyuncağı mumlardan ibaretti. O`nun aydınlık dünyasında herşey değişti, renklendi ve çok manalı, cisimleşmiş birer söz haline geldi. Şu kara ve kuru toprak, O`nun ötelerden getirip bağrına bo­şalttığı hayat suyu sayesinde, ebediyetin fideliği oldu. Tepeler, zümrütten urbalarıyla cennet bayırlarına döndü. Ovalar, bir bir ahiret güzelliklerine büründü. Irmaklar, kevser çağıltılarıyla akmaya başladı. Ve yeryüzü, okunan, manası anlaşılan bir kitap seviyesine yükseldi.

O`nun gölgesi şu fani cihanın üzerine düştüğü andan itibarendir ki, her insanın en büyük problemi olan "yok olma" düşüncesinin öldürücü tesirleri kırıldı; hicranla yanan sinelere, dost ikliminin bağ ve bahçesinden ümit kokuları gelmeye başladı. Bü­tün yaslı çehrelerde tebessümler belirdi ve o güne kadar bir matemhane görünümünde olan yeryüzü, bir bayram, bir şenlik halini aldı.

Biz hepimiz, O`nun, ruhlarımıza üflediği hayat sayesinde varlığımızı idrak edip, çevremizdeki güzellikleri tanıyabildik; benliğimizdeki cevherleri değerlendirip sonsuza açık arzularımızı sezebildik. O olmasaydı, ne özümüzdeki sonsuzluk düşüncesini anlayabilir, ne de ebedler ülkesine seyahati bu kadar şirin görebilirdik. Gözlerimizden perdeyi kaldıran O; gönüllerimizi aşk ve şevkle coşturan O; ve bizleri hakikate seferler tertip eden sırlı gemilerin sonsuza açıldıkları aydınlık rıhtımına ulaştıran da O`dur. O`nun rehberliğini kabul etmeyenler, katiyyen bu limana ulaşamazlar; li­manda bulunsalar bile, O`nun kaptanlık yaptığı gemiye binemezler.

O, bir uzun ve sırlı yolculukta bizim bulunduğumuz sahilin kaptan ve rehberi, öbür sahilin de konuk ağırlayıcısı ve teşrifatçısıdır. Kabirden cennet kapısına kadar her yerde O`nun bayrağı dalgalanır (dalgalandırana canlar feda olsun), insanlığın başı­nın sıkıştığı her yerde, O`nun şefaatiyle problemler çözülür.

O`nun nuru, sonsuzluk iklimine seyahatlar tertip edenlere kutup yıldızı gibi bir fener, O`nun neşrettiği hikmet, bu uzun yolculukta hiç aldatmayan bir rehberdir. O`nun nurundan mahrum olanlar takılıp yollarda kalmış, O`nun hikmetini tanımayan­lar da sapkınlıkta boğulup gitmişlerdir.

O`ndan evvel binler, yüzbinler, varlığın bağrına nurlar saçıp, eşyanın mânâ ve hakikatini ve O`nun işaret ettiği yüce gerçeği defalarca anlatmışlardı. O, bu mevzuda gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin sesi, soluğu oldu, yeri göğü velveleye verdi. Ön­cekileri ve onların hizmetlerim en gür avazlarla ilan etti. Kitaplarının asıllarım kabullenip, tahriflere parmak bastı. Yanlışları düzeltip, karanlık ve kısa geçilmiş noktalara aydınlık getirdi. Kurduğu dünya ve ahiret dengesiyle, akılsızlık ve muhakemesizliğin ayağına prangalar vurdu. Maddeyi ve maddeciliği ışıktan prizması altında değerlendirerek, herşeyi yerli yerine koydu. His, akıl, kalb ve ruh karışımından dantelalar gibi yepyeni sistemler meydana getirdi; insanlığın önüne herkesin istifade edebileceği se­mavi sofralar serdi. Ve bu renk ve desen içinde, vahyin büyüleyici ışıklarıyla vicdanlara en ölümsüz ilahi besteleri sundu.

Ey yaratılışın gayesi, varlığın özü, peygamberlik hakikatinin en seçkini: İnsan­lık ancak senin bayrağının dalgalandığı yerlerde emniyet ve mutluluğa erip aradığını buldu; buldu ve yok olmaktan kurtuldu. Senin kutlu adın yeryüzünde duyulmaya baş­ladığı andan itibaren (adına canlarımız feda olsun), sultanlar kulaklarına küpe takıp kul olduklarım ilan ettiler ve kapıkullarına sultanlık yolları açıldı.

Dünya senin dünyan, bizler de senin kapı kullarınız. Dizgin neden başkasının elinde olsun; bizler neden yabancıların kulu-kölesi olalım? Kalk, karanlıkta kalmışla­rın dünyalarını aydınlat; pejmürdelerin imdadına kös; huzurunda el pençe divan durup kul olduğunu ilan edenlere tebessüm eyle; dünyaları yeniden şekillendir ve asırlardan beri devam edegelen şu kör döğüşüne hakem ol. Özünden uzaklaşıp başkalaşanların gözlerine ışık saç; yarasalara gündüzlerin erkanını öğret; nefsin kullarına hürriyete gi­den yolları göster; tabiata tapanları maddenin zindanından azad eyle.

Bak, bir yanda hak zayıflatılıp zulüm alkışlanıyor; diğer yanda getirdiğin ilahi mesajlara "çöl kanunu" denilip alay ediliyor ve Hak`kın cilalı aynası olan Yüce Zat`ın hakkında (Zat`ına ruhlarımız feda olsun — utancımdan söyleyemeyeceğim) neler neler deniyor. Soyluluk ve cömertliğin, bu şom ağızları da bağışlayacaksa, boynumuzu büküp sükut etmeden başka ne gelir elimizden? Haddimiz mi, Sultan`a yol gösterelim? Ama, bizler Sen değiliz, sabrımız da sabrın olamaz. Birgün takat ve tahammül surlarımızı zorlayan bunca saygısızlık, bunca hoyratlık karşısında, senin yumuşaklığım, se­nin selimliğini koruyamazsak, Allah aşkına bizleri bağışla ve edeb bilmezliğimizi hoş gör.

Ey sabrın, hilmin (yumuşaklığın), silmin (selimliğin), azmin, ümidin temsilcisi:

Gel, gönüllerimize bir kere daha doğ; vicdanlarımıza ümit ve barış mesajları sun. Gel, şu sarsılan gemimizin dümenine otur ve sadık tayfalarına kurtuluş sahillerim göster.

Cihanın dört bir yanında karanlık karanlık üstüne, havaların karardığı, denizle­rin en hınçlı dalgalarla ardarda kabardığı, karaların en vahşi ulumalarla inlediği şu günlerde, uzat elini bizlere. Uzat ki, çok bunaldık. Uzat ki, atmosferimiz aydınlansın, kuduran deryaların homurtusu dinsin ve şu birkaç asırlık ulumalar kesilsin.

Bak, senin dünyanda fitne, gemi azıya almış gidiyor; kundaklamaları kundaklamalar takip ediyor. Kalk, bu fitne ateşlerine bir su serp ve dünyanın çehresini saran tozu, dumanı temizle, her taraf çağının alnı gibi tertemiz olsun.

Güllerin minik minik tomurcuğa durduğu, kuşların gizli gizli tebessüm kesip yolunu gözlemeye koyulduğu, yolunu bekleyenlerin "bize ay doğdu" diyecekleri en şerefli saatin yaklaştığı şu dakikalarda, hasret ve hicranla yanan ruhları daha fazla bekletme, gel. Gel ki, kapıkulların coşsun ve övünsün, düşmanların da parça parça ol­sun, yerinsin.

Yıllar var ki, Sana, şu mütevazi sayfalarda, kırık-dökük beyanlarımızla daveti­yeler çıkarıyor, halimizi arz edip yalvarıyor ve gönüllerimize taht kurup, bizlere "ben­delerim" diyeceğin anı bekliyoruz. Hatta zaman zaman, ondört asır öteden lütfedip gönderdiğin "kardeşlerim" iltifatına itimat ederek, kapımızın önünde duyduğumuz her ayak sesine "bu O`dur" diyor ve "geldi bir ak kuş kanadıyla yürüyen" sözüyle kıyam eder gibi, kalkıp elpençe divan duruyoruz. Bu ümit ve bu şevkle kıyamete kadar da böyle oturup kalkmaya devam edeceğiz.

Ey dost: Dil eksik, ifade eksik; aşk ve şevk eksik, yürekte heyecan eksik... Af­fına sığınarak bir söz edelim dedik, o hepsinden eksik. Bir şey var eksik olmayan: Kapının kulları olduğumuz ve ışığına muhtaç bulunduğumuz... Evet, işte bunu şefaat­çi yaparak son bir kere daha kapının tokmağına dokunuyor ve Şeyh Galip edasıyla :

Medet ey övülmüş, yüce Şah, resullere Sultan

Medet ey biçarelere ebedi zenginlik olan

Medet ey ilahi divanda en başta bulunan

Medet ey "Ömrün hakkı için" fermanıyla desteklenmiş, olan deyip inliyoruz, inanıyoruz ki böyle eşiğine baş koyup beklerken, birgün mutlaka o ipekten kanatlarınla uçup üzerimizden geçecek ve geçerken de, Taptuk diliyle "bunlar bizim kaçaklar mı?" deyip sahip çıkacaksın.

Kainat Kitabının Tercümanı

Bütün varlık mükemmel bir kitap, Kur`anı Kerim bu kitabın mukaddes bir tercümesi, parlak bir tefsiri ve kainat kitabının kapalı noktalarını açan sırlı, sihirli bir anah­tar; Hz. Peygamber ise o muhteşem kitabın açık seçik bir tercümanı, kitap sahibinin en gözde elçisi ve yerlerde, göklerde gizli bulunan hakikatlerin anlaşılır bir lisanıdır.

Kainat kitabını okuyan, Kur`an`la onun derinliklerini kurcalayan, sonra da varlı­ğın özü o Zat (Aleyhisselam)`ın aydınlık ikliminde eşya ve olayları tanımayı başaran talihliler, zerrede güneşi bulur, damlada deryaya erer ve hiçliklerin içinde dünya ve ahiretin sultanları olma mevkiine yükselirler.

Varlığın çehresindeki bu yazıları okuyamayan, Kur`an semasının yıldızları arasında yolculuk yapamayan ve özellikle, peygamberlik aleminin ay`ı, güneşi sayılan Nebiler Sultanı`nın nurlu dünyasını tanıyamayan bahtsızlar ise, beyhude yaşar, bütün bir hayat boyu hayal kovalar ve talihlerine ağlayarak yıkılıp giderler.

Şimdi, Kâinat Sahibi`nden haber veren bu üç genel delilden (yani Kâinat, Kur`an ve Son Peygamber`den), Hak`kın Zatı`nın en parlak aynası olan Hz. Peygam­berin nurlu iklimine girerek, O`nun ışığıyla aydınlanan gözlerimizle, O`nun feyziyle aralanan kalplerimizle, bir kere daha hakikatin çehresine bakmaya çalışacağız.

Evet, bu konuda en birinci söz, o Zat`a aittir. Zira yeryüzü bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine de bir minber farzedilecek olursa, insanlık aleminin iftihar tablosu o ışıklı varlık, bu muhteşem mescidde bütün inananlara imam, bütün insanlara açık ve anlaşılır bir hatip ve bu aydınlık cemaatin en başta gelenleri olan bütün peygamberle­rin, feyiz kaynağı ve efendisi; nebiler ve velilerden meydana gelen muhteşem bir zikir halkasının saflardan saf bütün kutlularının özü ve hülasası, O`na uyup arkasından ge­len bütün Hak dostlarının aslı ve mayası; öyle nurani, öyle ışıklı, öyle mübarek bir varlıktır ki, hem gelip geçenler, hem de arkadan O`nu takip edenler, O`nun ilan ettiği yüce davaya parmak basar ve tasdik ederler.

Şimdi, hangi kuruntunun haddi var ki, böyle binlerce imza ile desteklenen bir davaya parmak karıştırsın.

Cin ve insin (insanın) efendisi, varlığın özü, insanlığın iftihar tablosu, peygam­berlik semasının en parlak yıldızı, güneşler güneşi Hz. Muhammed (S.A.V.), Hak`kın varlığını aksettiren en parlak ayna ve hakikate giden yollarda en nurani bir işaretçidir.

Evet, O gelmiş geçmiş bütün nebiler arasında en güçlü bir ışık kaynağı, en ay­dın bir sima, en tok sözlü bir hatip ve sonsuzluk yolunda arkasına alıp götürdüğü kimseler için en yanılmaz bir rehberdir. Geçmiş peygamberler O`nun tohum ve kökle­ri, onları takip eden bütün Hak dostları da O`nun çiçek ve meyveleridirler. Bu itibarla da O, çürüme bilmeyen, sağlamlardan sağlam bir kökten gelmiş ve her biri ayrı bir dünyayı aydınlatacak, değişik çiçekler açmış ve meyveler vermiştir.

İşte, Ebu Hanife, Maliki, Şafii, Ahmed b. Hanbel gibi fıkıh ve hukuk sahasın­daki meyveleri.. işte, imamı Gazali, İmamı Rabbani, Şahı Geylani, Şazeli, Muham­med Bahaüddin ve Mevlana gibi hakikat dalındaki semereleri... İşte Battani, Biruni, Cabir b. Hayyan, Farabi, İbni Sina, Fergani, Harizmi, İbni Heysem, Ali Kuşçu gibi il­min değişik dallarındaki dev talebeleri.. İşte Halid, Ukbe, Nureddin, Salahaddin, Al­parslan, Fatih ve Yavuz gibi, kışla ruhuyla yetişmiş, askeri ve idari sahadaki dahi çı­rakları...

Evet, o bir taraftan böyle peygamberler gibi, aldanmaz ve aldatmaz pırıl pırıl bir topluluğun diliyle, diğer taraftan da kendi medresesinde yetişen insanlık semasının yıldızları bu büyük insanların lisanıyla, kainatın en yüksek hakikati olan Allah`ın var­lığını, bütün cihana avaz avaz haykırmakta ve yeri göğü velveleye vermektedir.

Şimdi hangi vehmin haddi var ki, böyle binlerce elmas çivilerle vakit semasına perçinlenmiş bulunan bu yüksek hakikate ilişebilsin? Kaldı ki, hiçbir delil olmasa bile, O Zat`ın üstün şahsiyeti Allah`ı gösteren en nürani bir aynadır. Ve "Muhammed aynasından Allah görünür daim..."

İşaret ve İşaretçilerden Sonra

Ey varlığın özü Yüce Ruh, gönüller seni tasavvur etmekle zevklerin en derinini elde eder, en erilmezine ererler, insanlar böyle bir mazhariyete kamçılana kamçılana götürülseler bile, elde edilmesi düşünülen şeylerin yanında çektikleri, çekecekleri hiç kalır. O`na ermeye yürekten azmetmiş o yolun delileri, gerekirse bu uğurda Kaf dağına bile seyahat edebilirler.

Bilhassa, ümitlere can getiren yeni esintilerin hissedildiği, karanlıkların bir bir bozguna uğrayıp dört bir yanda şafakların sökün ettiği şu günlerde, vuslata (kavuşmaya) teşne gönüllerde bir başka aşk, bir başka heyecan dalgalanıp durmakta...

Evet, O, elinde hayat iksiri taşıyan biricik hekim, bizler de, yıllar yılı onun yolunu gözleyen hastalarız (ruhlarımız O`na feda olsun). O gönüllerimize hayat üfleyip bizlere dirilme yollarını açmasaydı, bizler varolamazdık; O gözlerimizden perdeyi kaldırıp eşyanın hakikatini tanıtmasaydı, bizler hiçbir şeyi tanıyamaz, ilim ve medeniyet adına bir adım dahi atamazdık. Bugün varlık adına neye sahipsek, O’nun açtığı vadide malik olduk; hakikat adına neyi idrak edebiliyorsak, O`nun başlarımızın üstünde tutuşturduğu meşale sayesinde idrak edebildik.

Ey, başı gökler-ötesi alemlerde dolaşan Ruh; ey ümmetlerin en hayırlısını gemisinde taşıyan Nuh! Bizler, seni tanıyan ve tanımayanlarımızla hepimiz, kapının azad kabul etmez köleleriyiz; kapı kullarının yaramazlıklarına bakıp ihsanlarını kes­me. Adab, erkan bilmezlerden lütfunu esirgeme. Yıllar yılı senden ayrı düşmüşlüğün derbederliğiyle yaşayan ruhları, başka kapılarda dolaştırarak perişan etme. "Allah`ın kulları, etrafımda toplanın" de ve atını çağımızın uğursuzluğuna doğru mahmuzla. Mahmuzla ki, yolunu gözleyenlerin canları dudaklarına geldi.

Senin, bir şafak gibi gönüllerde ağarman, seni tanıyanın da, tanımayanın da kurtuluşu olacaktır. Bugün seni tanımayıp sana baş kaldıranların her anı, ayrı bir çıl­gınlık, ayrı bir hezeyan.. İlimden, irfandan yoksun tanıma iddiasında bulunan bağlıla­rın, bir çoğu itibariyle ya içinde yaşadığı dünyadan habersiz, veya hayal okyanuslarına yelken açmış ve rüyalarda teselli aramakta.

Ey kapkaranlık bir dönemi bir hamlede ışığa boğan aydınlıklar Sultanı; güneşlere taç giydiren muhteşem nurunun geçici olarak gizlenmesi bile, her şeyi altüst etti. Seni gerektiği gibi tanıyamamış bir kısım dostlarının ümit mumu, sönmeye yüz tuttu. Dinsizlikle gözü kararmış düşmanların şımardıkça şımarıp, bütün bütün gemi azıya al­dı ve senin cennetlere denk dünyanda, baykuş sesleri duyulmaya başladı.

Ey gecesi gündüzlerden daha aydın ve gündüzü, cennet baharlarına denk Sul­tanlar Sultanı: Cihanlara ışık dağıtan "Yedi beyza"ı, yani ışık saçan beyaz elini bir kere de karanlıkta kalmışların dünyasına çevir ve onları karanlık çevrelerinin kanlı kabuslarından kurtar. Sen bir Sultan isen, ki öylesin, sanma yaraşan budur; bir ışık kay­nağı isen, ki öylesin, gel, nuruna hasret kalmış gönüllerimizi doldur...

Yıldızlara her gece ayrı bir türkü söyleten hikmetinin diline kilit vurulduğu; yakuttan düşüncelerin, değer bilmezler elinde tozlanmaya terkedildiği; söz cevherinin aşırı samimiyet ve yakınlıkla değersiz bir mal haline getirildiği günden bu yana, in­sanlık hep abes duyup abes dinledi; fikir diye hep, hezeyanların arkasına takılıp gitti ve o gün bugün de, saksağan sesini bülbül nağmesi diye alkışlayıp durmakta... Ne olur gel, kömürü elmas yapan o semavi bakışlarınla gönüllerimize bir kere teveccüh buyur; teveccüh buyur ki, sensizlikle karanlıklara boğulan sinelerimizde yeniden şuur ve idrak kıvılcımları parlasın. Bak, bir tarafta duman duman üstüne, çevreye sis püs­kürten imansızlık ve nifak ocakları, diğer tarafta sevgiden mahrum sineler, af bilme­yen düşünceler, hoşgörüsüz ruhlar. Birinciler dört bir yanda yangınlar çıkarıp dinde yarıklar açıyor; ikinciler, kine kinle, nefrete nefretle karşılık verip, senin sevgi ve dünyanın esas ve kaidelerini temelden sarsıyorlar. Bütün bir hayat boyu, kan-ter besleyip büyüttüğün gül bahçendeki çiçekleri, peşi peşine poyrazların yalayıp geçtiği şu günlerde, Burak`ına (Miraç bineğine) atlayıp imdadımıza koşmazsan, ardı arkası kesil­meyen bu fırtınalarla yaprak yaprak savrulacak ve düşmanlarımıza bayram konusu olacağız. Diriltici soluklarına su kadar, hava kadar ihtiyaç duyduğumuz şu dakikalar­da, sana olan hasretimizi nasıl ifade edeceğimizi ve gönüllerimizde bir şafak gibi ağa­racağın günü nasıl bir heyecanla beklediğimizi dile getirememenin aczi içinde, "Yetiş, ey Resuller Sultanı" deyip inliyoruz.

Bir hamlede sinelerdeki bütün kötü duygu ve tutkuları silen, sen; bir solukta aydınlık düşüncelerinle karanlıkları yerle bir eden, yine sensin. Sen olmasaydın insan­lık, ahlak ve fazileti bilemez, ihtirasların öldürücü girdaplanndan kurtulamazdı. Bizler ahlak ve fazileti, senin sayende öğrendik; nefsaniliğin sisli labirentlerinden, senin eteğine sarılarak kurtulabildik.

Ey, insanlığın yıllanmış dertlerine derman olan hekimler hekimi; gel, asırlardan beri bucak bucak dolaşıp derdine derman arayanların ızdırablarını dindir. Gel, çaresizliklerimize çare bul. Gel, Yezid`lerin, Şimr`lerin kılıçlarını kır; Hüseyin`in âhü efgânını sona erdir. Gel, kendi elinle yapıp ortaya koyduğun gönül kabesini tamir et. Ve onu, ilmin, irfanın tefekkürün kıblesi haline getir, İbrahim peygamber Kabe`yi inşa ederken, ayağının altına koyacağı taşı Ebu Kubeys tepesinden getirmişti. Gel, yıllar yılı yolunu gözleyen bizler, kalblerimizi senin ayaklarının altına serelim... Hayır, ha­yır; Sen o mübarek ayağını (ayağın başlarımıza taç olsun) kemikleşmiş günahlarına kefaret arayan Kıtmir`inin (Ashabı Kehf’in köpeğinin) mücrim başına bas ve yapacak­larını yap. Söyleyeceklerini söyle. Alacaklarını al. Bırakacaklarını bırak.. Yolunun ka­ra sevdalılarına, bağlılıklarını ifade etme fırsatını ver.

Ey, peygamberlik semasının güneşi ve nebiler ağacının meyvesi; şu senin çev­rende dolaşıp sana yakınlığını hissedemeyen; senin kapının önünde kendi uzaklıklarını yaşayan; semavi sofralarınla sunduğun nimetleri göremeyip, o sofraların başında aç bî-ilaç kıvranan yol bilmez, usül bilmezlerin kusuruna bakma. Bilmeyerek sana arka çevirip başka kapı arayan görgüsüzleri (Hak`kın sana olan lütufları hürmetine) kapından kovma.

Kerem kıl, kesme sultanım, keremin, çaresizlerden

Cömerde yakışır mı, kerem kesmek dilencilerden

(M. Lütfi)

Bizler çok uzaklarda kaldığımız zamanlarda bile, uzaklığımızın gerektirdiği azarlanmayı değil; yakınlığının gereği olan ihsanlarının düşleriyle yaşadık:

El benim, etek senin, ey Rahmeten Lil alemin

Şöhretim isyan benim, sen af ile meşhursun deyip, iki büklüm olduk. Senin iltifat ve teveccühlerin sadece yakınlığına ermiş kutlulara sınırlı kalamaz. Sen bütün alemlere rahmetsin ve rahmetin de, herkesin başvurdu­ğu ve vuracağı bir Kevser çeşmesidir. Bizler, ellerimizde kırbalarımız, dillerimizde (Uhud şehidleri başında) kardeşliğe kabul buyurduğunu ifade eden iltifatkar sözlerin, bir düzine garib ve kimsesizler olarak, "Biçarelere ebedi zenginliksin efendim" iniltileriyle, kapının tokmağına dokunuyor ve bizleri göz ardı etmemeni diliyoruz.

Bu uçsuz bucaksız kainatlar, senin adına yaratıldı: Varlığın başlangıcı da sen­sin, sonu da sen. Kaosların bağrında beliren ilk nur senin nurun; yokluğun sinesine gömülen ilk çekirdek de senin hakikatindir. Senin varlığının ışığıyla kainatların çehresinin aydınlanacağı güne kadar, varlık-yokluk içiçe ve birbirinden farksızdı.Renkler seninle birbirinden ayrıldı; yolların hedefi seninle belli oldu ve senin etrafa saçtığın nurlar sayesinde, kainat manalı bir kitap, hadiseler de hikmetle akan bir ırmak haline geldi.

Her biri devrim çapındaki muhteşemlerden muhteşem icraatınla, bizleri derin uykulardan uyandırdın, gözlerimizden perdeyi kaldırıp, bizlere ölümsüzlüğün yollarını gösterdin. O gün, bugün, kah sekerek, kah uçarak, gölgesi yere düşmeyen sultanlar sultanına gölge olmaya çalışıyor ve izinin tozunu dudu kuşu gibi koklayıp koklayıp kendimizden geçiyoruz.

Şimdi, müsaade buyurulursa, damladan deryaya, sızıntıdan yağmur yüklü bulutlara menfezler açıp, bir kere daha güneşler güneşine doğru seyahati denemek isti­yoruz.

Devlerin, dev destanlarının yanında, bir minik vızıltıyla huzura alınma arzumuzu hoşgör. Şimdiye kadar senin kapına koşanlardan hiçbiri, o muhteşem kapıya göre hediye getirdiğini iddia etmemiştir. Onlar sana doğru koşmayı, koşup kapının eşiğine baş koymayı en büyük şeref saymış ve bu mazhariyeti, hayatlarının gayesi bilmişler­dir.

Bizler de deruni hislerle, eli boş, eteği boş, fakat sana güven ve itimadın kanatlarında şahlanmış gönüllerimizle, bir yeni yolculuğa çıkma kararındayız.

Allah aşkına doğ gönlümüze. Bizi yalnız bırakma!

devamı...

YİRMİSEKİZ PEYGAMBER`İN KİMLİĞİ

Cenabı Hak varlığını tanıtmak ve büyüklüğünü bildirmek, herkesi doğru yola çevirmek için, kullarının en namuslu, en akıllı, herkesin güvenebildiği, özü ve sözü doğru olanlarından bazılarına peygamberlik ihsan buyurmuştur. Onlara kendi kudretinden kimsenin yapamayacağı mucizeler vermiştir. Fazla olarak bir kısmına da kitap da göndermiştir. Peygamberler de, Cenabı Hak`kın emirlerini ümmetlerine tebliğ etmişlerdir.

Peygamberler normal insanlardan ayrı birer varlık olarak yaratılmışlardır. Onlar bir çok şeyleri önceden görürler ve bildirirler, iç alemleri pek kuvvetlidir. Gönül gözleri açıktır. Bu kudret sayesinde ruhlarını cesetten çekerek manevi aleme yükselme hasletine sahiptirler. Bu haslet onlara Rüya, Cezbe ve Vahiy halleriyle verilmektedir.

Peygamberlerin hepsi fakirane yaşamışlar, dünya zevklerini terketmişlerdir. Ömürleri insanları irşad etmekle geçmiştir. Bu yüzden çok cefa çekmişlerdir.

Kur`an`da adı geçen peygamberlere ait çok kısa, ancak bilinmesi gereken bilgiler aşağıya yazılmıştır.

Her peygamberin bir hakikati ve ruhu, bir aklı ve kalbi, bir de nefsi vardır. Bunlardan hakikati ve ruhu, Allah`ın Zati isimlerinin nurundandır. Akıl ve kalbi, Allih`ın Sıfati isimlerinin nurundandır. Nefsi ise, Fiili isimlerin nurundan yaratılmıştır. Aşağıda, bu unsurlardan her birinin, Allah`ın hangi isminin etkisinde ve egemenliğinde, yani hangi ismin nurundan yaratılmış olduğu belirtilmiştir.

 

Künyesi

Hz. Muhammed (A.S.)

Gönderildiği Kavim 

Tüm insanlığa.

Babasının Adı        

Abdullah (R.A.)

Annesinin Adı       

Amine (R.A.)

İndirilen Kitap        

Kur`anı Azimüşşan.

Yaşama Süresi      

63 Yıl.

Mübarek Kabirleri     

Medinei Münevvere`de, Ravzayı Mutahhara`dadır.

Lakabı 

Pek çoktur. En meşhurları, Habib, Ahmed, Hatemen Nebi v.s. dir.

Hakikatı

Hz. Muhammed (S.A.V.)`in Hakikati, gerçeklerin gerçeğidir. Ve de bütün semavi mertebelerin sıfati belirişlerini yüce isminde toplamıştır. 

Ruh`u  

Hak Teala`nın bütün Zati isimlerinin nurundan.

Aklı

Yine Hak Teala`nın bütün Zati isimlerinin nurundan.

Kalbi

Hak Teala`nın bütün sıfati isimlerinin nurlarındandır.

Nefsi

Hak Teala`nın bütün fiili isimlerinin nurundandır.

Ruhların Babasıdır (ebül ervah). O`ndan sonra Peygamber gelmeyecektir.

Künyesi                   

Adem (A.S.)

Gönderildiği Kavim

İlk insan.

Gönderildiği Yer   

Serendip Adası.

İndirilen Kitap

On Suhuf (Sahife).

Yaşama süresi

960 Yıl.

Lakabı

Bütün insanların atası (ebül beşer).

Ruhu

Adem Allah`ın Zat ismi nurundandır. Mübarek Ruhlarının l. kat gökte dolaştığı Miraç olayında bildirilmektedir.

Aklı ve Kalbi

Rahim, Rahman nurundandır.

Nefsi

Bedi nurundandır

 

 

 

 

Künyesi

Nuh (A.S.)

Gönderildiği Kavim

Mısır kavmi.

İndirilen Kitap

Yok.

Yaşama Süresi

950 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Bunun için üç yer gösterilmektedir, l- Küfe, 2-Kerkük, 3- İbrahim (A.S.)`in mağarası.

Lakabı

İkinci Adem.

Kavminin Helaki

Su tufanı iledir.

Hakikati ve Ruhu

Selam nurundan.

Aklı ve Kalbi

Şekur`dan.

Nefsi

 Müntakim (intikam alıcı). Hafız (Koruyucu).

Özelliği

Kavminin inkarı üzerine, Hak Teala tarafından bir gemi yapması emredilmiş, bu gemiye her cins yaratıktan birer çift alınması emredilmiş ve gemi tamamlandıktan sonra da tufan başlamıştır. Kafirlerin helakından sonra gemi Kaf dağına konmuştur.

 

 

Künyesi

Hud (A.S.)

Gönderildiği Kavim

Ad kavmi.

Gönderildiği Yer

Yemen.

İndirilen Kitap

Yok.

Yaşama Süresi

150 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Mekke`de ibrahim (A.S.)`in makamının yanındadır.

Hakikati ve Ruhu

Mümin`den.

Aklı ve Kalbi

Kahhar (Kahredici).

Nefsi

Hadi (Hidayete erdiren), Zar (Zarar veren).

Künyesi

Salih (A.S.)

Gönderildiği Kavim

Semud kavmi.

İndirilen Kitap

Yok.

Yaşama Süresi

200 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Kabe`de; Rükün ile Makam arasında olduğu söylenir.

Kavminin Helaki

Ateşte.

Hakikati ve Ruhu

Bedi.

Aklı ve Nuru

Muhsi (Sayıcı).

Nefsi

Fettan (Açıcı), Kabıd (Kabzedici, ruh alıcı).

 

 

 

 

Künyesi

ibrahim (A.S.)

Babasının Adı

Azer.

Gönderildiği Kavim 

Samoğulları.

İndirilen Kitap

10 Suhuf (Sahife).

Yaşama Süresi

200 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Kudüs civarında Halilürrahman kasabasındaki bir mağarada olduğu söylenir.

Lakabı

Halilullah (Allahın dostu demektir).

Hakikati ve Ruhu

Aziz.

Aklı ve Kalbi

Halim.

Nefsi

Rezzak, Reşid.

Özelliği

Doğar doğmaz ayakları üstüne durup, "La ilahe ilallahü  vahdehü la şerike lehül mülkü ve lehül hamdü elhamdü lillahillezi halekani ve belagani" demişir.

 

 

 

 

Künyesi

İsmail (A.S.)

Babasının Adı

İbrahim (A.S.)

Annesinin Adı

Hacer (R.A.)

Gönderildiği Kavim 

Cürhüm kabilesi.

İndirilen Kitap

Yok.

Yaşama Süresi

130 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Bilinmiyor.

Hakikati ve Ruhu

Cebbar.

Aklı ve Kalbi

Halim.

Nefsi

Mucib, Hasib, Rakib.

 

özelliği

l- ilk kurban edilmek istenendir, 2- Peygamber Efendimiz, ismail (A.S.)`in neslindendir.

 

 

 

 

Künyesi

Lut (A.S.)

Babasının Adı

Hasan bin Tarık

Gönderildiği Kavim 

Sodom (Sedum) kavmine.

Kavminin Helakı

Zelzele ile.

Yaşama Süresi

Bilinmiyor.

Mübarek Kabirleri

Bilinmiyor.

 

 

 

 

Künyesi

İshak (A.S.)

Babasının Adı

İbrahim (A.S.)

Annesinin Adı

Sara (R.A.)

Gönderildiği Kavim 

Beni îsrail.

İndirilen Kitap

Yok.

Yaşama Süresi

160 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Kudüs civarında Halilürrahman kasabasında bulunan mağaraya defnedilmiştir.

Hakikati ve Ruhu

Mütekebbir nurundan.

Aklı ve Kalbi

Rauf.

Nefsi

Vekil, Bais.

Özelliği

Peygamber Efendimiz`e kadar gelmiş peygamberlerin İshak (A.S.)`in neslinden geldiği söylenir.

 

 

 

 

Künyesi

Yakup (A.S.)

Babasının Adı

İshak (A.S.)

Gönderildiği Kavim 

Kenanlılar

İndirilen Kitap

Yok.

Yaşama Süresi

145 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Kudüs civarında Halilürrahman Kasabasında bulunan mağaraya defnedilmiştir

Hakikati ve Ruhu

Kebir.

Aklı ve Kalbi

Vedud.

 

Nefsi

Halik (Yaratıcı), Bari.

 

 

 

 

Künyesi

Yusuf (A.S.)

Babasının Adı

Yakup (A.S.)

Gönderildiği Yer

Mısır.

İndirilen Kitap

Yok.

Yaşama Süresi

120 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Kudüs civarında Halilürrahman kasabasında bulunan mağaraya defnedilmiştir.

Hakikati ve Ruhu

Allahü Teala`nın Zat isimleri nurundandır.

Aklı ve Kalbi

Kaadir.

Nefsi

Musavvir, Hafız, Afüv.

Özelliği

l- Mısır`a padişah olmuştur. 2- O güne kadar yaratılanların en güzel yüzlüsüdür.

 

 

 

 

Künyesi

Eyyüb (A.S.)

Gönderildiği Yer

Beni israil.

İndirilen Kitap

Yoktur.

Yaşama Süresi

290 Yıl.

Hakikati ve Ruhu

Gayb.

Aklı ve Kalbi

Sabur.

Nefsi

Vasi (Geniş), Tevvab (Tövbe edici).

Özelliği

l- Çok zengin idi.  2- Çok cömertti.   3- Çok belalar çekti. 4- Çok sabırlıydı.

 

 

 

 

Künyesi

Şuayb (A.S.)

Babasının Adı

Milka.

Gönderildiği Kavim

Medyen evlatları.

Kavminin Helakı

Sıcak Yel.

İndirilen Kitap

Yok.

Yaşama Süresi

300 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Mekke`de Rükün ile Makam arasındadır.

Hakikati ve Ruhu

Macid.
 

Aklı ve Kalbi

Kerim.

Nefsi

Muksit.

Özelliği

O`na peygamberlerin hatibi derlerdi.

 

 

 

 

Künyesi

Musa (A.S.)

Babasının Adı

Mişa (İmran).

Gönderildiği Kavim

Beni İsrail.

İndirilen Kitap

Tevrat-ı Şerif (40800 kelime, öğüt ve nasihatlardan ibarettir.)

Yaşama Süresi

120 Yıl.

Mübarek Kabirleri

Bilinmiyor.

Lakabı

Kelimullah (Allah`la konuşan).

Hakikati ve Ruhu

Celil ve Ula.

Aklı ve Kalbi

Alim.

Nefsi

Muiz (Aziz eden, Mükerrem kılan), Muzil (Zelil eden, itibarsız kılan)

Özelliği

Allahü Teala Hazretleri ile Sina dağında perdeli konuşması.  Kendisine mucizevi asa verilmesi. Nil nehrini yürüyerek geçmesi.

 

 

 

 

Künyesi

Harun (A.S.)

Babasının Adı

Mişa (îmran).

Gönderildiği Kavim

Beni israil.

İndirilen Kitap

Yok

Yaşama Süresi

Bilinmiyor.

Mübarek Kabirleri

Bilinmiyor.

Hakikati ve Ruhu

Zahir, Batın. Lütfü ile Zahir, sırrı ile Batın oldu.

Aklı ve Kalbi

Gaffar (Bağışlayıcı), Latif.

Özelliği

Musa (A.S.)`nın kardeşidir.

 

 

 

 

Künyesi

 

Gönderildiği Kavim

 

İndirilen Kitap

 

Yaşama Süresi

 

Mübarek Kabirleri

 

 

Yuşa (A.S.)
Beni israil.
Yok.

Bilinmiyor.
Bilinmiyor.

 

 

 

Kiinyesi

Gönderildiği Kavim
indirilen Kitap
Yaşama Süresi
Mübarek Kabirleri

devamı...

İNSAN VE İMAN

İnsan iman etmesi için yaratılmıştır. Onu inançsızlığa yönelttiniz mi, suyu tersine akıtırsınız. Toplumlar, fertlerin vicdan ahengi dengeleriyle kurulur ve yürür. Onların vicdan ahengindeki ortak cereyan, inançtır. " Bu söz, inançsız toplumların da dağılıp parçalanmalarının kaçınılmazlığını belirterek, inancın önemini vurgulamaktadır.

İnsanoğluna Allah`ın istek ve iradesi içinde, halkı yönetmek ve yönlendirmek amacıyla ne zaman bir peygamber gönderilse, insan mesajın öz değerine bakıp onu kabul edeceğine, Allah`ın elçilerinden olağanüstü deliller, mucizeler istemiştir. Bu, insanoğlunun imana, inanca ulaşmada ne denli zor geçitlerden geçeceğini, doğru yolu bulmada nefsiyle girişeceği mücadelenin önemini ortaya koymaktadır. Oysa peygamberlere Allah tarafından bir güvenname olarak verilen olağanüstü olaylar, alametler, harikalar, mucizeler, Allah`ın kendisi tarafından yapılmaktadır, insanoğlu bu ince noktayı hatırlayarak, peygamberlerin de Allah`ın kulu olduklarını ve Allah Resülü`nün "En büyük derece, Allah`a kulluk derecesi`dir", diye buyurduklarını unutmaması gerekir. Böylece Allah`a, kitaplarına, resullerine iman konusunda, hiç bir tereddüde düşmeden inanmanın mutluluğuna ermesi gerekmektedir. Allah`ın varlığına, birliğine inanan her insan, son ilahi kitaba, Kur`an`a ve son peygamber olan Resulullah`a kayıtsız şartsız inanır. "Onlara yetmez mi, biz sana (Ey Muhammed) indirmiş bulunuyoruz ki,
sürekli onlara okunup duruyor. Mutlaka onda bir rahmet ve hikmet var, iman edecek bir kavim için" (29:51) ayeti kerimesinde belirtildiği gibi, imanın eksiksiz olarak kazanılması için, Allah`ın son mesajı olan Kur`anı Kerim`in iyi anlaşılması, iyi öğrenilmesi, onun hükümlerinin noksansız ve doğru olarak uygulanması gerekir. Zariyat suresinin 56. ayetinde belirtildiği gibi, "insanın yaratılmasının hikmeti, Allah`ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir." insana evrende yücelik kazandıran, Allah inancı ve Allah sevgisidir. Bu ise en üstün yanımızdır. İnsana bu kutsal yanını öğreten, onu bütün çıkmazlardan çıkartan, insanı en değerli yaratık haline getiren de, Resulullah Efendimizdir.

Allah`ın sanatını, insan oluşumuzun üstünlüğüne yakışanı derin bir duyarlılıkla seyreder, her an ona şükrederiz. Bütün evrenlerin en üstün yaratılmışı olan Resulullah Efendimizin, bu son İslam Peygamberinin en büyük mucizesi olan Kur`anı Kerim`in yolunda ve Peygamber Efendimizin sünneti seniyelerinin ışığında, akılcı, bilimsel ve
tam bir imanla, müslüman oluşumuzun şükrünü yaşarız.

Yalnız islam alemi değil, hırıstiyan, putperest, ateistlerden de bir çok düşünür,
alim, bilim adamlarının, Allah`ın varlığı, birliği, Resulullah`ın büyüklüğü, Kur`anı Ke-
rim`in erişilmez üstünlüğü hakkında pek çok araştırma, inceleme ve düşünceleri var-
dır. Bunlardan çok sınırlı bir parçası özetlenerek aşağıya alınmıştır. Tam bir imana
erişememiş, islam`ın yüceliğini daha anlayamamış kalplere belki bir uyarı olur. Hida-
yet Allah`tandır.

devamı...

NEFSİN ARITILMASI

İnsanı Kamil

Hiç şüphe yok ki Peygamber Efendimiz, İnsanı Kamil`in, yani mükemmel insan`ın, en birinci ve eşsiz örneği idi. Önceki peygamberler de derecelerine göre, birer kamil kişi idiler. Kim ki Peygamber Efendimizin bildirmiş olduğu prensiplere uyar, İslam dininin gereklerini hakkıyla yerine getirir, onun gösterdiği yoldan gider, o da kamil bir kişi olma bahtiyarlığına erişebilir. Bunun yolu ise, nefsle savaştır.

İnsan, normal olarak nefsi emmare seviyesinde bulunur. Bu nefs tezkiye edilmeli (arıtılmalı), terbiye ve ıslah edilmelidir ki, saflaşsın, nefsi safiye ya da nefsi kamile haline gelebilsin.

Bunun kolay bir uğraş olduğunu sanmayınız! Tüm kötü ahlakları kendinde toplamış olan nefsi emmare, sizinle bütün gücüyle, ölümüne dek savaşacaktır. En amansız bir düşman gibi sizi pusuya düşürecek, en güvendiğiniz taraftan, en ummadığınız bir anda sizi yere serecektir. Peygamber Efendimiz, en zorlu bir savaşın dönüşünde şöyle buyurdular: "Şimdi küçük savaştan, en büyük savaşa (cihadı ekber) gidiyoruz." Etrafındakiler: "Aman Elendim", dediler, "şu yeni çıktığımız savaştan daha yaman hangi savaş olabilir ki?" Allah`ın Resulü şöyle buyurdu:

"Nefsimizle savaş."

Ancak, korkmayınız. Nefs düşmanının korkunçluğu, sizi yıldırmasın, ümitsizliğe düşürmesin. Allah, Kur`anı Azimüşşan`ında müjdeliyor: "Nefsini arıtan, temizleyen, mutlaka umduğuna kavuşmuş, kurtuluşa ermiştir" (91:9) ; ve : "Allah temizlenenleri sever" (9:108). "Kendini pak tutan, Rabbini zikredip namaz kılan, elbette umduğuna, kurtuluşa ermiştir" (87 : 14-15).

O halde yapılması gereken şey, nefsimizi öldürmektir. O bizi mahvetmeden, biz onun hakkından gelmeliyiz. Kur`an`da şöyle buyuruluyor: "Nefslerinizi öldürün" (faktillu enfiiseküm. Bakara, 2:54). Peygamber Efendimizin hadisi şerifi de buna işarettir: "Ölmeden evvel ölünüz" (mutu kable en temutü). Hemen belirtelim ki, burada kastedilen katiyen intihar etmek, birbirini öldürmek ya da başka birşey değildir; aksi halde "ölmeden önce" nasıl ölünebilir ki? Hayır; burada kastedilen, nefsin emmare`liğini, yani buyurganlığını, bencilliğini öldürmektir. Benliğimizin kötü taraflarım öldürmeliyiz; kötü ahlakım ıslah etmeliyiz; kötü huylarım ayıklamalıyız. Ta ki onu tamamen arıtana, tam saflığa eriştirene kadar, işte o zaman, Abdülkadir Geylani Hz.`nin belirttiği gibi, "Nefslerinizi öldürmeyiniz" çağrısı gelir (la taktillu enfüseküm: Nisa 4:29, Enam 6:151). Savaş bitmiş, nefs yenik düşmüştür, işte o zaman, şimdiye kadar şu ya da bu yönden devamlı isyan içinde olan nefs, nihayet Rabbini tanır; onun bütün emirlerine boyun eğer. Peygamber Efendimizin hadisi gerçekleşir: "Nefsin bilen,
Rabbini bilir" (men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu).

Peygamber Efendimiz buyurdular: "Her insanın bir şeytanı vardır." Ashabı bu sözün üzerinde düşündüler, taşındılar, sonra çekine çekine sordular: "Sizin de şeytanınız var mı, Allah`ın Resulü?" Efendimiz cevap verdiler: "Var! Hem de benim şeytanım, hepinizinkinden daha yaman, daha zorludur." Ashabı şaşırdılar: "Aman Efendimiz nasıl olur? Sizden daha üstün ahlaklı, Allah`ın emirlerine sizden daha iyi uyan kim var? " Efendimiz gülümsediler: "Ben onu müslüman ettim."

İşte bu, müslümanlığın doruğudur.

 

İlmi Ledün

 

Ledün ilmi, sırlar ilmidir; Gayb (görünmezlik) alemine ait bilgilerdir, insanlığın büyük çabaları sonucu, bugün ilim ve teknik, doruğuna ulaşmıştır. Çağdaş bilim ve teknik, tamamen madde aleminin araştırmasına yöneliktir. Fakat tabiattaki her olayın, insanların her teknik buluşunun, iç dünyamızda, yani mana aleminde, bir karşılığı, bir eşdeğeri vardır. Yüce Allah, Kitab`ında buyuruyor: "Biz onlara ayetlerimizi (yani işaretlerimizi) ufuklarda (dışarıda) ve kendi nefslerinde göstereceğiz" (41:53).

Şu halde, dış dünyada gözlediğimiz her olayın ve buluşun, kendi iç dünyamızda da tekabül ettiği bir gerçek vardır. Bu açıdan bilimin keşfettiği her sır, ilmi ledünden bir parçadır; ancak biz, onun iç manasım kavrayamıyoruz. Diğer bir deyişle, ledün ilmine biz de sahip olabilirdik — eğer dışarıdaki olayların içyüzüne vakıf olabilseydik.

Peygamber Efendimizden rivayet edilen bir hadis şöyledir: "Eşbahiküm ervahiküm, ervahiküm eşbahiküm." Yani bedenler (son çözümlemede) ruhlardır, ruhlar da bedenlerdir. Bu söz hem tevhid (birleme) anlayışı ile bağdaşır, hem de fiziksel dünyanın yasalarının ruhsal dünyada, manevi dünyanın yasalarının da maddi dünyada birer karşılığı olacağını gösterir. O halde madde bilimlerinde ilerlemek, doğru bir yorumlama sağlanabilirse, manevi bilimlerde de ilerleme sağlar.

Bu düşüncelerden hareketle, nefsin saflaşması ile dış dünyadaki bir olay arasında bir benzetme kurabiliriz. Kömürün elmas haline gelmesi, bazı yönlerden nefsin arıtılması olayını andırmaktadır. Bilindiği gibi kömür, çok eski çağlarda ormanların toprak altında kalması ile meydana gelmiştir. Kömürün hammaddesi, odundur; ağaçlar, binlerce yıl boyunca toprak altında kalmışlar ve sonunda kömürleşmişlerdir. Ancak bu, kömürün elmas haline dönüşümünü açıklayamaz.

Bunun gerçekleşebilmesi için, kömürün (grafit) yerin çok altında, çok yüksek sıcaklıklara (3 bin dereceden fazla) ve basınçlara (yüzbin atmosferin üstünde) maruz kalması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, kesinlikle kolay bir iş değildir. Zaten elmasın ender oluşu ve değeri de buradan kaynaklanmaktadır. Fakat kömür bu şartlara uğrarsa, sonuçta yapışı değişir ve kristalleşir: Ortaya çıkan sonuç, elmas, yani saf karbondur. Kapkara kömürün yerini, ışıl ışıl parlayan, saydam elmas almıştır. Saf olduğu için de, yandığında hiç kül bırakmaz.

İşte nefsini arıtan herkesin yaptığı, belki de insanı Kamil`in "elmas bedeni"ne kavuşmak için çaba sarfetmeğe benzetilebilir.

devamı...

BİR ZİKİR SENFONİSİ: KAİNAT

“Yedi gök, yerküre ve bunun içindekiler Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu överek tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.”— Kur’an, 17/44.

Ayet-i kerimede belirtilmiş olduğu gibi, tüm varlıklar her an Allah’ı tesbih etmekte, yani zikretmektedirler. Bu zikir, insanlar tarafından görülüp algılanamamaktadır. Bununla birlikte, onu en azından anlamak yönünde bir adım atamaz mıyız?

İşe kalbimizden başlayalım. Kalbimiz, tıpta “sistol” ve “diastol” adı verilen bir ritm içinde çarpmaktadır. Ve biz farkında olsak da olmasak da, dakikada ortalama 80 defa “Allah Allah..” demektedir.

Nefes alıp verişimiz de böyledir. Ciğerlerimiz her nefeste “Al..” diye dolmakta, “..lah” diye boşalmaktadır.

Hayatımız, kalbimizin ve ciğerlerimizin bu zikrine bağlıdır. Onlar olmazsa hayatımız da olmaz.

Buradan giderek, doğadaki bütün ritmik hareketleri bir zikir olarak görmek mümkündür. Tabiattaki bütün varlıklar, devamlı tekrarlanan hareketler içindedir ve bu hareketler, her tekrarlanışta bir zikir oluşturmaktadır. Her ritmik hareket, bir zikirdir.

Dünya, kendi etrafında 24 saatte bir kere dönmekte ve böylece bir gün oluşmaktadır. Bu günün bir kısmı gündüz, bir kısmı gecedir. Dünyanın “Allah” zikri uzun süren bir zikirdir.

Dünyamız, güneş etrafında yılda bir kere dönmektedir. Bu sayede mevsimler oluşmaktadır. Şu halde dünyanın ikinci zikri, daha da uzun süren, bir yıl süren bir zikirdir. Bu hareketiyle dünyamız, yılda bir defa “Allah” zikrini tekrarlamaktadır.

Güneş etrafında dönen diğer gezegenlerin de kendilerine göre değişik süreler alan “gün”leri ve “yıl”ları vardır. Bunlar, her tekrarda bir zikir oluşturmaktadırlar.

Havada uçan bir kuş, her kanat çırpışta bir zikir yapmakta, bu zikir üzerinde kanatlanıp uçmaktadır. Âdeta “zikirden kanatlar” takınmıştır.

Tabiatta uzun süreli zikirler olduğu gibi, çok kısa süreli zikirler de vardır. Bunları incelemeye, ses dalgalarından başlayalım.

Havadaki moleküllerin titreşmesi, yani sürekli olarak gidip gelme hareketi yapmalarıyla ses dalgaları oluşur. Bunlar saniyede 32 ila 16 bin titreşim yaptıklarında, insanlar için duyulur bir hal alırlar. Demek ki her titreşim, bir zikirdir. Her dalganın tekrarlanan çıkışı ve inişi, “Allah” isminin bir kere zikredilmesinden başka bir şey değildir.

Buradan elektromanyetik dalgalara geçiyoruz. Saniyede bir titreşime Hertz (Hz) adı verilmiştir. Radyo ve televizyonlarımıza kadar gelip orada ses ve görüntüye dönüşen dalgalar binlerce, milyonlarca, hatta milyarlarca Hertz mertebesindedir (kilo-mega ve gigahertz).

Gözümüze gelip dış dünyayı görmemizi sağlayan ışık ışınları (fotonlar) ise, çok daha yüksek frekanslara ve çok daha kısa dalga boylarına sahiptirler. Evet, fotonlar, saniyede trilyonlarca defa zikretmektedirler.

Evimizden çıktık, arabamıza bindik. Kontak anahtarını çeviriyoruz. Arabamızın motoru, dönmeye başlıyor ve her devirde bir kere “Allah” diyerek, tekerleri çeviriyor. Tekerler, her tam dönüşte bir kere, “Allah” lafza-i celâlini tekrarlıyorlar. Arabamızın tekerlekleri bunu yapmasalar, şuradan şuraya gidemezdik.

Bize hayat ve canlılık veren güneşe dönelim. Güneş yüzeyinde 11 yıl arayla lekeler belirir. Güneşin bu zikri, 11 yıllık bir sıklıkla tekrarlanır.

Her tekrarı bir zikir olarak düşüneceksek, hareketle sınırlı kalmak zorunda mıyız? Madde, enerjinin, yani hareketin donmuş şeklidir. En azından Einstein, böyle diyor. Kendimizi küçültelim, küçültelim; maddenin temel zerreleri olan atomlar âleminde dolaşmaya başlayalım. Bir madde parçasına girdik, karşımıza kocaman bir dünya gibi bir atom

(ya da molekül) çıktı. Onun yanından geçiyoruz.

Sonra aynısından bir tane daha, sonra bir tane daha... Bir tesbihin taneleri gibi yanyana dizilmiş sayısız atom.

Milyonlarca, milyarlarca defa bu olay tekrarlandığı vakit, maddeyi de zikrin donmuş şekli olarak düşünmeye başlarsak yanılmış olur muyuz?

Maddeyi “zikrin donmuş hali” gibi değerlendirmek, bize sürekli tekrarlanan desenleri ve simetriyi bir zikir olarak düşünme kapılarını açar. Bunun en basit örneği kristallerdir. Bir kristal, son derece simetrik bir düzen içinde ve belirli geometrik şekiller çerçevesinde, basit ya da karmaşık bir molekülün sürekli tekrarından oluşur. Burada mümkün olan diğer bir nokta, Esma-ül Hüsna’yı (Allah’ın Güzel İsimlerini) ve bütün diğer Esma’yı bu çerçeve içine

alabilmektir. Örneğin bir molekül, Allah’ın Rahman, Rahim... gibi isimlerini, tek tek ya da bunların bir bileşkesi olarak temsil edebilir. Böylece her farklı kristal, Allah’ın isimlerinin farklı bir zikri gibi düşünülebilir. İslâm sanatındaki geometrik desenler de, gene farklı isimlerden oluşan “durgun bir zikir” olarak görülebilir.

Çağdaş bilim, bize hayatın temel taşının DNA molekülü olduğunu göstermiştir. Bu molekül, “ikili sarmal” şeklindedir. Yani, helezon şeklinde iki molekül zinciri, birbiriyle irtibatlanarak daha büyük DNA molekülünü oluşturur. Burada da helezon yapısı, sürekli tekrarlanarak bir “zikir zinciri” oluşturmaktadır. O halde bütün canlılar, canlılıklarını, sürekli tekrarlanan bu zikirden almaktadırlar.

Buraya çok azını almış olduğumuz bu örnekler, sonsuz derecede çoğaltılabilir. Ve böylelikle, görürüz ki, kâinatın tamamı, “Allah” zikrinin sonsuz çeşitte, sonsuz tekrarından oluşan bir “zikir senfonisi”nden ibarettir. Her varlık kendi yaratılış özelliklerine uygun bir şekilde, kendi zaman birimine göre zikretmektedir. Ve bu biteviye tekrarlar, evren dediğimiz varoluşun dokusunu örmektedir.

Bunların içinde zikrin en efdali, en üstünü insana verilmiştir. İnsan imanıyla, ilmiyle, tıbbı ile, tekniği ile, bütün varlığı ile Allah’a bağlıdır. O halde bilinçli olarak zikretmek, kainat senfonisine insanın faal katılımını sağlayacaktır.

İnsan dışındaki tüm varlıkların, hatta insanın kendi bedeninin zikirleri, irade dışıdır; Allah tarafından tüm evrene programlanmış olarak sürüp gitmektedir. İnsanın kendi bilinciyle, iradesiyle zikretmesi ise, kâinatın sayısız zikirlerine aktif olarak katkıda bulunması demektir. İnsan, yaptığı zikirlerin yoğunluğuna, derinliğine ve mükemmelliğine göre, kâinatın yaptığı zikirlerin başka bir seviyesine eşlik etmiş olur. İnsanın zikri, müzik aletleri ile çalınan bir parçaya bir şarkıcının eşlik etmesi gibi, kâinatın zikir senfonisinin tamamlayıcı unsurudur. Önem önceliği ise, insanın zikrindedir; çünkü assolistin söylediği şarkıya, müzik aletleri tamamlayıcı derinliği kazandırırlar.