7.SOHBET: LEVH-İ MAHFUZ?U YAKINA GETİRELİM

7.SOHBET: LEVH-İ MAHFUZ?U YAKINA GETİRELİM

Hoşgeldiniz ve Aleyküm Selâm.

Hoşgeldiniz. Sefalar getirdiniz, sefalar içinde olasınız.

Allah’ın, Evvel Ahir Rahmeti, Rızası hepinizin üzerine olsun. İnşallah!

Huvel Evvel, Huvel Ahir, Huvel Zahir, Huvel Batın ve Huve alâ külli şeyin Kadir.

Kadir Allah’ım!

 

Kur’ân-ı Azimüşşan’ın İsimleri ve K Harfi

Kur’ân-ı Azimüşşan’ın bir İsm-i Şerifi, Ümmül Kitap. Bütün, ne varsa kendinde toplamış, Ümmül Kitap.

Bir rivayette de Kur’ân’ı okumamış, bilmemişe ümmî diyorlar. Onların da kitabı cinni- peri.

Bir ism-i şerifi Ümmül Kitap. Kâinatın kitabı. Kur’ân-ı Azimüşşan, kimi okumamış, kimi okumuş.

Bir ism-i şerifi de Kitabı Mübin. Bir ism-i şerifi de Furkan. Yedi sekiz tane ismi var.

Say bakalım kaç taneymiş?

“Kur’ân-ı Kerim, Furkan, Kur’ân-ı Mübin, Ümmül Kitap.”

Sekiz tane ismi var. Fakat hepsi “k” harfiyle rücû ediyor. Kur’ân, “k” harfiyle rücu ediyor. Allah’ın  bahsettiği…

Farsça’da var. Türkçe’de var. “Kafa” diyor. Başa, “kafa” diyor. Türkçe de “kafa” diyor. Farsça da “kafa” diyor. Türkçe, Farsça birbirine yakın.

 

Kafa

Kafadan bahsettik ya. Baştan, baş! Kafa. Bu da iyi. Zekâ, akıl, bu da iyi. Bunların hepsi kafa içi.

Bugün bedeni üçe böldük. Hakikatte bütün Peygamberler, O ilme vakıf olmuşlar. Bize miras bırakmışlar.

Birisi burada. Kafa dedik de onun için üzerinde duruyoruz. Burada duruyoruz. Birisi de böyle, boğazdan yukarı. Biz namaz kılıyoruz.

Bak burada bir şey geldi. Namaz kılıyoruz. İşte Fatiha-i Şerif, İhlâs.

Acaba iki rekâtı mı kıldım, acaba üç mü kıldık? Dört tamam mı kıldık?

Şimdi doğrudan doğruya Fatiha-i Şerif.

Euzubillahimineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim.

Namaza girerken, sağ ayakla nereye duracağız? Sağ ayakla girelim oraya. Solu yanına getirelim. Sağ ayakla, solu yanına getirelim. Arası dört parmak olsun. Dört parmak.

Birisi demiş, yani Ashaptan: “Sağ ayağın, başparmağın yerinden oynamaması için, ileri, sağ yana gitmemesi için,  eğer abdest bozulmasaydı, başparmağıma bir çivi çaksam. Yerinden oynamasaydı.” Değil mi?

Bu hadis-i şerif değil mi? Buna da dikkat edelim. O da buraya giriyor. Mümkün mertebe, o başparmağı yerinden oynatmayalım. Hep o tarafa dönelim.

Ama bunların hepsi gene, kafadan geliyor. Baştan geliyor. Baş olmasaydı gövde ne yapsın? Kalp olmasa baş ne yapsın? Birbirisine bağlı.

Azamet, Levh-i Mahfuz, Miraç vesaire.  (Boynunu işaret ederek) Feza âlemi, hepsi buradan yukarı. Aşağı yok bir şey.

 

Levh-i Mahfuz ve  “Gidecek başka Allah yok!”

Levh-i Mahfuz dedim, bir şey geldi. Birisi otuz sene hocasına hizmet etmiş, otuz sene.

Buradan müjde var. Biraz sıkıntı var. Biraz müjde var. Ama güvenmeyelim, biz vazifemizi yapalım.

Bir gün sabah namazının abdestini dökerken, yaz günü böyle, dışarıdaymış. Efendisi dışarı çıkmış. Abdest alıyor. Bir ses gelmiş. Abdesti dökenin, otuz senedir hizmet ediyor. Bir ses gelmiş. Sese doğru bakarken, daha sabah namazı, karanlık. Şöyle yukarı bakarken bir perde açılıyor. Levh-i Mahfuzu görüyor. Açılıyor! Levh-i Mahfuzu görüyor.

Allah cümlemize nasip etsin. Mukaddes makamdır o. Çok mukaddes bir makamdır.

Levh-i Mahfuzu görürken bakıyor ki hocası, şaki defterine yazılı. Hayrihi ve Şerrihi. Otuz sene hizmet ettiğin hoca, şer defterine. Yani cehennem defterine yazılı. Bir daha bakıyor, öyle. Fakat bozuluyor. “Hocanın hali böyle olursa, bizim halimiz ne olacak?” diye çok merak ediyor.

İki gün, gene aynı. Bakıyor ki aynı, sabit. Adam bozuluyor. Hocası, malum.

Hoca gözü açıklardan. Bir hafta sesini çıkaramıyor. Ama bakıyor ki Hasan Efendi kendinden geçmiş. Ne yiyor, ne içiyor. Sapsarı kesilmiş. Hocasının merakından. Ama yirmi dört saati ibadet ile geçiriyor. “Hocam böyle olursa, bizim halimiz ne olacak?” diye adam merak ediyor. Gece yemiyor. Gündüz yemiyor. Uyuyamıyor. Bir hafta, on gün geçiyor.

Hoca bir gün diyor ki: “Oğlum hasta mısın? Oğlum, hasta mısın?  Oğlum, hasta mısın?”  

“Yok efendim.”        

“E, ne ola? Erimişsin gidiyorsun yahu!” diyor.

“Hocam bir şey yok. Ben iyiyim.” diyor.

Ama yüzü gülmüyor. Donmuş artık.

“Bak Hasan yavrum!” diyor hocası. “Otuz, kırk senedir bana hizmet ediyorsun. Eğer doğruyu söylemezsen, hakkımı sana helal etmem.”

“Hocam utanırım.”

“Utanma mutanma yok. Ne varsa söyleyeceksin.” diyor hoca.

“Allah rızası için, Habib-i Kibriya’nın yüzü hürmetine, sana yaptığım hizmeti bir hulusi kalb ile yapıyorum. Senin yüzün hürmetine Allah, bundan on gün, dokuz gün evvel, Levh-i Mahfuz kapısını açtı.” diyor. “Öyle bakıyorum.”

 

Ama Levh-i Mahfuzu yakın getireceğim inşallah. İnşallah! Hepiniz yukarıya bakıyorsunuz. Ya!

“Sen.” diyor, “Şaki defterine yazılmışsın. Onun için merak ettim.”

“Eğil bakalım!” diyor, eğiliyor. Şöyle kafasına vuruyor.

“Oğlum Hasan.” diyor. “Ben tam bilgiyle Hakka ibadet yaparken, Allah bir gün de o perdeyi bana açtı. Kırk sene evvel. Orada...  Baktım... Ben de bunu biliyorum, kırk senedir!” diyor. “Allah’ın sana açtığı gibi. Efendim, hocam vardı. Onun yüzü hürmetine de bana açtı. Kırk senedir, şaki defterine yazıldığımı kendim biliyorum. Gördüm oğlum.”

Talebe, hoca, mürşidi, ikisi birbirine gözyaşı döküyorlar.

Hocasının aklına geliyor: “Sana söyleyeyim mi?” diyor.

“Buyurun hocam.”

“Gidecek bir kapı daha var mı? Gidecek bir Allah daha var mı?” diyor. “Ömrümüz olsa, yüz sene de olsa, o ismimizi orada hep görsek, gidecek kapı yok. Gidecek başka Allah yok! Biz vazifemizi yapacağız oğlum. Ben buna güveniyorum oğlum.” diyor. “Sen de güven. Bana dua et.” diyor.

Gözyaşıyla karar veriyorlar.

Adam sabahleyin kalkıyor, suyunu hazırlıyor. Suyu dökerken gözü orada ya, bakıyor ki O safi olmuş, şaki defterinden Rahmet defterine geçmiş. Safi… Mağfiret almış.

“Hocam!” derken, ibrik elinden düşüyor yere.

“Ne oldu Hasan oğlum?”

“Müjdeler olsun hocam.”

“Ne yaptın oğlum?” diyor. “Ne yaptın?”

“İsim değişmiş hocam.” diyor.

“Ya oğlum.” diyor. “Allah Erhamerrahimin’dir.”

Hepimiz için inşallah.

“Allah Gafur ve Rahimdir. Allah Kerim’dir oğlum.” diyor.

“Çünkü O’ndan başka gidecek bir yer yok. İsmimiz şakiye geçmişse… Günahkâr olmuşsun, ya bir günah yaptın, ya bir adam öldürdün. Allah korusun, ya bir hırsızlık yaptın. E, bu günah daha benden gitmez. Yok oğlum, öyle bir şey yok. Allah bize vaat etmiş, affı mağfireti var oğlum.” diyor. “Binlerce hadis-i şerif vardır. Binlerce oğlum.” diyor. “Hamdü sena olsun! Ama bu, senin üzüldüğün, on gün merak ettiğin, yemeden içmeden bu dert ile bana söylediğin... Allah, Habib-i Kibriya’nın yüzü hürmetine, senin yüzü hürmetine, bu affı verdi.”

“Yok! Hocam sen bir söz söyledin.”

“Ne söyledim oğlum?” diyor.

““Ondan başka gidecek yer yok!” dedin.”

 

Allah Kimseyi Şaşırtmaz

Biz vazifemizi yapalım. Eğer günahtan, eğer sevaptan. İnşallah, gene Allah’ın izniyle yapmayalım. Bilerek bir şey yapmayalım. Allah’ın Rahmeti’ni kazanırken, şerre katılmayalım. Güzel bir çay pişirip içiyoruz, biraz da ayran katmayalım. Ayran kattın mı, ne çay içilir, ne ayran içilir. İkisi de bozulur. Hepimiz elhamdülillah, hayra şerre inanırız. Aklımız baştadır. Allah şaşırtmasın. Âmin.

Bak burada hepimiz diyoruz, ben de dedim. Allah şaşırtmasın, değil mi? Âmin. Burada kendi gönlüne göre bak, bir söz çıkıyor. Hepimizin bildiği bazı sözler var; ama söylemesek iyi.

Allah hiç yarattığını şaşırttırır mı yahu? Bak şimdi geldi bu. Hepimizin sözüne cevap veriyor. Allah bizi şaşırtmasın. Allah seni şaşırtmasın.

Yok canım! Böyle bir şey söylemeyelim, söylemeyelim. Allah kimseyi şaşırtmaz. Üzerimizdeki şeytan dediğimiz, nefs-i emmare dediğimiz, o şaşırtır! Allah, herkesi doğru yola davet ediyor. Allah’ın Resûlü davet ediyor.

Bu kelime şimdi, bak hoşuma gitti. Ama arkadan dedi ki; sen yanlış söylüyorsun. Hepimizin kullandığı bir kelime, Allah seni şaşırtmış. Allah beni şaşırttı. Bu çok geçiyor. Bu kelimeyi bir daha söylemeyelim inşallah. Âmin.

Allah kimseyi şaşırtmaz, hidayet eder. Doğru yola davet eder. Birbirine dâhil etmez. Dâhil etmiş, hayrı şerri ayırmış. Daha geçmiş, hayrı şerri ayırmış dedik. Yine aklınızda olsun inşallah. Bu çok mühim bir noktadır.

 

Zerre Kadar Hayır, Zerre Kadar Şer

Medine’den arabinin biri, mesela Elma dağından kalkmış, Ankara’ya gelmiş. Bu kadar yakınmış, Medine’nin bir kazası.

Ashap, “Allah’ın Resûlü, birisi seni görmek istiyor.” diyor.

Resûlullah Efendimiz: “Alın getirin.” Buyuruyor.

Mescitte oturuyorlar. Selâm ediyor. Oturuyor.

“Nereden geliyorsun?”

“Elma dağından, işte yakın bir kabileden.”

“Kimlerdensin?”

“Efendim bizde kimse kalmadı.” diyor. “Ben kalktım geldim. Mübarek Cemâlini göreyim. Müsaade edersen burada, Medine’de kalayım, gitmeyeyim.” diyor.

Bir kez daha okundu burada, fakat söz şimdi gene oraya geldi.

Allah’ının Resûlü diyor ki: “Çok iyi etmişsin yavrum. Selim!” diyor. “Bunu al, senin misafirin.” Medine’nin yerlisine, “Sen bunu misafir et.” diyor. “Elif, Be cüzünden başla. Her gün buna bir ders ver.” Diyor.

“Peki, Allah’ın Resûlü.”

Namaz bittikten sonra akşamleyin, yatsıdan alıp eve götürüyor. Allah ne vermişse yiyor, içiyor. Bir odada, bir hasır, bir yorgan atıyor üzerine.

“İşte burada yatıp kalkacaksın.” diyor. Hemen o akşam Elif-Be cüzünden başlıyor. Bir hafta, on beş gün, bir ay sonra: “Zerre kadar hayır yaparsan yazılır, o âyette geldi. Zerre kadar şer yaparsan da.”

“Bunu bir daha bana izah eder misin?” diyor.

İzah ediyor.

“Peki.” diyor. “Teşekkür ederim.”

Yatıyorlar. Fakat adam uyumuyor o gece.

Biz de böyle yapalım inşallah. Madem ki Allah’ının Resûlünü seviyoruz, Kur’ân-ı seviyoruz.

Kafa’dan açıldı bunlar. Oradan oraya geçiyorum ama, hepsi de lazım, ince noktalar.

Sabah namazında kalkıp, sabah namazını kılıyorlar. Allah bir şey, ne vermişse yiyip, içip gidecekler. Öğle vakti, evi uzak. Yine bir ders veriyor.

Diyor ki: “Müsaade edersen ben daha okumam.”

“Hayrola ne oldu?”

“Ben sabaha kadar uyumadım.” diyor. “Ben zerre kadar, ufacık bir kıl kadar hata yaparsam amel defterime yazılır mı? Yazılır. Şer yaparsam o da yazılır mı? E, yeter.” diyor. “Ben okumayı ne yapayım?”

Biz hepimiz, öyle okuyalım inşallah. Üniversite biter. Biz Kur’ân-ı Azimüşşan’ı okuyacağız. Hadisi okuyacağız. Öğreneceğiz, durmayacağız. Yani bu ona aittir, yani ona geleceğiz.

“Peki.” diyor. Kalkıyorlar öğle namazını kılıyorlar. Allah’ının Resûlü’nün arkasında. Bir yakın buluyor da ashap, yanaşıyor.

Diyor ki: “Bana verdiğin misafir, şimdiye kadar böyle, bu hale geldik. Akşam bunu verdim. Sabah dedi ki, ben daha okumam.”

Allah’ın Resûlü: “Gel bakalım.” diyor, yanına oturtuyor. “Neden okumuyorsun?”

“Ben zayıfım, ben başkalarının yanında misafirim.” diyor. “Ben kimsesizim, başkaları beni besliyor.” Biraz Allah zekâ vermiş yani. “Akşam bana verilen ders… Bir zerre kadar, bir hayır yaparsam, yazılır mı?”

“Yazılır.”

“Şer yaparsam yazılır mı?”

“Yazılır.”

“İnşallah, Senin yüzün hürmetine söz veriyorum Sana ve Allah’a ki şer yapmayacağım, hayra doğru geleceğim. Sen beni hoş gör.” diyor. “Ben yaşlıyım, bundan sonra okumayacağım.”

Allah’ının Resûlü o kadar seviniyor ki. Bütün, böyle bakıyor Ashab-ı Kirama. Bunun da sırtını şöyle okşuyor.

“Bu kardeşiniz, bu arkadaşınız!” diyor. “En büyük âlimden oldu. Bunun kıymetini bilin, bunun harçlığını verin, bir yer bulun. Bir iş bulun. Çalışsın.”

 

Şimdi bu hadis-i şerifin mealinde, bu âyet-i şerifin mealinde, hepimiz! Görmediğimiz, daha bilmediğimiz, birbirimize aşina olarak, inşallah! “Zerre kadar şer yapmayacağım.” diye, Allah’a söz vereceğiz. Ve ömrümüzün nihayetine, sonuna kadar, hayır üzerine çalışacağız. Milletimize, hükümetimize, komşularımıza, bütün insanlara muvaffak olacağız.

Allah’a söz verelim inşallah! Ama ilmimize devam edelim, okuyalım. En yüksek derecelere varalım inşallah.

Bu en aşağı derecedir. En aşağı ama en büyüktür.

Zerre kadar hayır, zerre kadar şer. Ufak. Daha birinci âyettedir.

O’nun üzerine Kur’ân-ı Azimüşşan gelecek. Daha bunun temeli sağlam oldu mu inşallah, sonu kolay gelir. Allah cümlemize nasip etsin. Âmin.

Bizi yaratanın, Habib-i Ekrem’in yüzü hürmetine, birbirisinin yüzü hürmetine ve mübarek günlerin yüzü hürmetine! Allah’a, herkes kendi vicdan hissinden, söz verelim! Şerre, günaha, harama paydos edelim. Hayra doğru gidelim.

 

Levh-i Mahfuz Yakına Gelir

Bu nereden açıldı. Levh-i Mahfuzdan açıldı. Değil mi? Yakın gelecek; geldi! Geldi inşallah!

Levh-i Mahfuz var. Kur’ân’da var. Var efendim! Bütün hadisatın yazılı olduğu yer.  Kâinattaki bütün hadisatı Rabbil Âlemin yaratmış. O’nundur zaten.

Biz ondan hissemizi alalım. Yakına getirelim. Nereye getirelim?

İşte başa getirelim. Kafaya! Buradan yukarı. Buradan yukarıyı fezâ âlemi sayarsak, gavsiyet makamını, Levh-i Mahfuz makamlarını, Allah’ının Resûlünün gittiği makamı, Miraç Makamını, burada sayarsak. İnşallah!

Buradan Levh-i Mahfuza gidelim. Levh-i Mahfuz yakına gelir inşallah.

Ne gelir? Allah’ın varlığı, birliği gelir inşallah.

O kafaya geldi mi? İşte, Levh-i Mahfuz kafaya geldi.

Yedinci katta, Levh-i Mahfuzu nerede bulalım? Allah’ın Resûlü müsaade ederse onu da görürüz inşallah. Bir defa kafamızda yer yapalım.

“Kafa.” dedi Kur’ân-ı Azimüşşan. Ondan bunlar çıktı. Oradan oraya, oradan oraya, oradan oraya. Ama hepsi inşallah, yanlış değil. Âyet-i şerif, hadis-i şerifin meâlidir inşallah.

Hah! Şimdi Levh-i Mahfuzu getirdik yakınına inşallah.

Miraç, onu da yakınına getirdik inşallah. Kafa, baş.

Kafa oraya uygun olsun. Oraya uygun oldu mu, her şey gelir.

Ufak bir şey unutuyorsun, birisiyle konuşuyorsun, bir kelime arasına geldi mi, birisini unutuyorsun. Şöyle bir dakika duruyorsun, bir de baktın mı gelmiş. Getiren kim, götüren kim?

Bak burada. Getiren kim, götüren kim?

Yunus Emre Hz.leri diyor. Ve o makama varan, Levh-i Mahfuz Makamı’na varan hepsine diyor. “On sekiz bin âlemi gördüm. Bir dağın içinde âşıklar, hepsi burada.”

Nedir o dağ? İşte şu kafa! Şu kafayı, oraya uygun yapalım inşallah.

“On sekiz bin âlemi gördüm, bir dağın içinde. Muazzam bir şehri gördüm.” diyor. Muazzam bir şehir yani. İstanbul gibi, Ankara gibi büyük bir şehir. Beş milyar, on milyar nüfus yaşayan bir şehir gördüm diyor. O: “Gördüm şehri, iki direk üzerinde gördüm.” diyor.

Onlar da şu ayaklar. Şehir bu! (Göğsünü, vücudunu göstererek.) O iki direk bunlar. (Bacaklarını göstererek.) Tasavvuf kısmına geçiyor. Şimdi size biraz tatlı, biraz zor gelir ama. İnşallah zamanla hoşunuza gider.

 

Sonra Beni Ararsınız inşallah!

Sonra beni ararsınız inşallah!

Biraz çalışın. Sonra beni ararsınız inşallah.

 

“Muazzam bir şehri gördüm iki direk üzerine.” diyor. “Ben hep gördüm.” diyor. “Bir muazzam şehre gittim.” diyor. “Orada bir otele çıktım.” diyor. “Otelin penceresinden, iki pencereden baktım.” diyor. “Öyle yan yana, iki pencereden baktım.” diyor ve “Neye baktım, bir gördüm.” diyor. “Hâlbuki iki pencereden bakıyorum.” diyor. “İki pencereden baktım ve neye baktım, bir gördüm. Nereye baktım bir gördüm.” diyor.

Onu da yakın getirelim. Şu mübarek pencereleri! İşte hah! Şu mübarek pencereleri. (Gözlerini göstererek.) İki taraftan bakıyoruz; ama nereye bakarsa onu görürüz.

İki görmüyor. İki görene şaşı diyorlar. İyi mi? Evet!

 

Yakına geliyorlar. İnşallah vasıl olursunuz. Dedim ya inşallah!.. Olursunuz. Biraz ileride adım atarsınız.

Bizi ararsınız inşallah.

 

Ne diyorum? Orada…

Ben daha gitmem, daha buradayım merak etme. (Âmin.)

Aradım, taradım, bir dost bulamadım. Gün akşam oldu.

Bize, birbirimize hasret oluruz inşallah.

 

Fakat dostu buldum, tez akşam oldu. Bu beşeri vaziyeti, Allah, Nizâmı İlâmı böyle kurmuş. Kimi gelir, kimi gider, kimi?.. Allah!

Bu çok hoşuma gider. Kendimde bir Efendim vardı. Hacı Ömer Efendi Hazretleri. Bunun üzerine. Memlekette. Malatya’da. Bize...  Gittik, gördük inşallah.

 

Neredeydi O? Tez akşam oldu.

Aradım taradım. Bir dost bulamadım. Gün akşam oldu. Allah! Gün, gün!

Fakat dostu buldum, tez akşam oldu. Bu olan işler. Bunlar.

Fakat hepinizin, inanç ve iman üzerinize olsun inşallah. İnşallah! Habib-i Kibriya’nın yolundan olsun inşallah.

 

Müracaatımızı Allah’ın Resûlüne Yapalım

Burada bir şey daha geldi. Hepinizin malumu bunlar. Böyle şaka vaziyetinden söylüyorum. Herkesin gönlüne girmesini... Öyle yumuşak yumuşak gidiyoruz. Şimdi bir tarafa gideceğim, gideceğiz.

Bir başbakanı mı göreceğiz, ya bir bakan, ya bir vekili göreceğiz, bir işimiz var. Ama bir öncü lazımdır, o vekili tanıyan birisi lazım. Bizi götürür, o vekile takdim eder. Biz o müracaatımızı yaparız. Bu hepinizin yine malumu.

Hepiniz biliyorsunuz, ama sıkı yapışalım.

Müracaatlarımızı evvel Allah’ın Resûlüne yapalım. O bize öncü olur. Cenab-ı Hakka götürür inşallah.

Peygambersiz Allah’a gitmek çok zor olur. O Levh-i Mahfuz’u toplamak çok zor olur. O’nunla her şey olur. Çünkü O, bütün ümmeti için O miracı yaptı. O dar zamanında, sıkıntı zamanında. Onu izah ettik inşallah. O’na müracaat edersek, O’nun çizdiği yoldan gidersek hepsi olur.

 

Sevgi Sırrı – Sırr-ı Muhammedî

Orada bir çizgi vardı, aklıma geldi bak.

Kim iyi okur? Bunu sen okursun. Sana kıyamam, hastasın.

O çok güzeldir. “Sevgi Sırrı” işte bu çok güzeldir. İşte o sırrı, Sırr-ı Muhammedi! Çözer inşallah. Kafandaki sırrı gene o çözer. Ve her şeyi çizmek. Çünkü plan, O’nun elinde, Allah’ının Resûlünün elinde.

O’nu çok sevelim. Nereye gidersek O’nunla beraber gidelim.

 

Cennette bir Kubbe; Kafa

Şu Levh-i Mahfuzu unutmayalım!

Bir şey daha var, daha yakına getirelim.

Yunus Emre bahsediyor. Hakkında hadis var, hadis-i kudsi var. Bilmem âyette var mı, yok mu? İnşallah cümlemize nasip olur. Lâ İlâhe İllallah Muhammeden Resûlullah, diyenlere nasip, demeyenlere de inşallah! Onlara da dedirtsin. O ki âdemoğludur, hepimiz kardeşiz.

Cennette bir kubbe varmış… Cennette bir kubbe varmış. Dört tane ırmak çıkıyormuş. O kubbenin mahiyetinde. Dört tane. Ne yukardan birbirisine karışıyor, ne aşağı inerken, ayrı ayrı gidiyor. Kubbe!

Allah, O Kubbe’yi cümlemize nasip etsin. Âmin.

O bal şerbetinden, o sütten. Yani dördünden, ayrı ayrı ne akıyor?

Bal, süt, gözle, Kevser. Dört tane ırmak. Bir de su. Dört tane ırmak.

Bugün kafadan bahsettik. Zaten bize lazım olan kafadır.

Bu dört ırmak, acaba Cennet-i Alâ’dan mı?

Kabul, Kuddusi! Âyet, hadis var.

Bak yakına getirelim. Yahu götürmeyelim, toprağa gömmeyelim!

Birisi gözyaşı, kafadan geliyor. Ayrı bir makamdan geliyor. Birisi kulak, acı. Birisi burundan geliyor, tatlı. Sümük. İlahi çocuklar yalıyorlar, tatlı olduğu için yalıyorlar. Havzı Kevser de, şu mübarek dil, şu ağız, havzı ağız. Şimdi Kubbe var. Amenna ve Sadakna.

Âyet ile hadis ile tespit. Büyükler görmüş, tespit etmiş. Fakat yakına getirelim. Bu Kubbe’ye hâkim olalım. İyi mi?

O dört ırmak bu kubbede var, aynı kubbeden çıkıyor. Ama, yolları ayrı ayrı. Göz ayrı, kulak ayrı, burun ayrı, tatları da ayrı.

Mübarek olsun hepinize.

Allah rızası için, Hüvel Evvel, Hüvel Ahir, Hüvel Zahir, Hüvel Batın ve Hüve alâ külli şeyin Âlim, Kadir! Ve Ma Erselnake İlla Rahmetellil Âlemin! 

Habib-i Kibriya’nın, O’nun yüzü suyu hürmetine, El Fatiha!

 

Şimdi hep Levh-i Mahfuzdan bahsettik, O Cenneti Alâ’nın, O Kubbesi’ni getirdik. Hepsinin Kafa’sını koyduk.

Bunları unutmayın buradan çıkarken. Yahu yiyin, için, keyfine bakın, ama yahu!.. Kubbeden çıkıyor, akıyor. Ayrı ayrı.

 

Kalbten Yukarı

Bir şey daha vardı, unuttuk geçti.

Hakkınızda hayırlı olsun inşallah.

İnşallah unutmayalım. Yani bugün “kafa”dan bahsettik, Levh-i Mahfuzdan, hepsinden yakın getirdik. Şu kel Kafa’ya koyduk. (Başını göstererek.)

Herkes kafasına razı olsun da!.. Başka bir şey koymayın oraya.

Güzel bir ayrana bir çay boşaltmayın, berbat olur. Bu çok, güzel bir misal. Çay, ayran güzel içilir. Çok güzel içilir. Bak, çayla süt birlikte içiliyor. Ama çayla ayranı karıştırınca, ne o içilir, ne o içilir. Biraz hâkim olalım.

Buradan. (Kalbi göstererek.) Yukarıya inşallah. İnşallah!

Ondan sonra gene kalbe inelim. Şimdi kalb olmasa, aklıma geldi, kalb olmasa burası (kafa) ne yapsın? Ama burası olmasa? Kalb bir filde de var. Bir balık en büyüğü, bir karıncada da var. Ama ismini fil koymuşlar.

Birbirini takviye edelim. Biraz akl-ı selim, kalb-i selime rücu edelim inşallah. Şuradan (kalbden) yukarı kıymeti başka, göbekten yukarı (kalbe kadar) oraya kadar kıymet başka. Aşağıda (göbekten), işte dünya. Gördünüz, masiva, dünya. Bu da oraya yarar. İşte bütün vücuda bir ettir. Göbekten aşağı ne var? Oradan şehvet çıkıyor, oradan pislik çıkıyor. Her şey oradan çıkıyor, ama buradan (kafa) giriyor. Oraya girene kadar dünyayı, mâsivayı seviyorlar. Burada da kalb olduğu için orta kısmı seviyorlar. Buradan yukarı (kalbten) Levh-i Mahfuzu seviyorlar, inşallah. Allah hepimizi muvaffak etsin. Kalb-i selim etsin.

 

Ya Allah! Allah razı olsun. Allah’a emanet olun.

Akşamleyin iftarı yaparken, teravih namazımızı kılarken, yatağa girerken unutmayalım. Bunların hepsini bir devr-i daim yapalım, inşallah.

Ki oraya yazılsın, unutmayalım. Oraya yazılsın inşallah. Ya Allah!

Hadi görelim.

 

Allah’ın Mülkü’nden Dışarı Bir Yer Yok

Kimse gitmek istemiyor. Bir şey geldi, söyleyeyim de öyle gidin.

Hacı Feyzullah Efendi, milli davasında Osmanlılar ağlarken, Allah onlardan razı olsun! Bir Nakşi tarikatından, Hacı Feyzullah Efendiyi, muhacirlerle beraber İstanbul’a, Edirne kapısına getirmişler. Kış gelmiş serin serin yağıyor.

Başına bak. Şimdi gene kaçıracağım sizi.

Kış gelmiş soğuk. Dört, beş tane çocuğu var. Bir yatak. Hepsi çadırda.

“Yahu, bunlar bizi unuttu.” demiş. “Kalkalım bir gezelim.” diye, Beyazıt’a kadar gelmiş. Orada bir dergâh bulmuş. Mevlevi dergâhıymış. Kapalı, mühürlemişler. İnmiş aşağıya bakmış ki her şey muntazam.

Sormuş esnafa: “Nedir bu?” diye.

“Vakıfa ait, kapalıdır.” demişler.

“Ayıptır, bir Mevlevi dergâhıdır.” demiş.

Esnaf: “Vakıflar. Kapalıdır. Mühürlediler. Tamam mı?”

“Tamam. Ya dikkat et!” diyor. “Gene kafan vurur.”

Ha! Kendi kafasına ihtiyacını, mihtiyacını görüyor.

Doğru gidiyor, hemen bir tekerli araba buluyor. Doğru geri geliyor. Anahtarı kırıyor.

Hanıma diyor ki: “Sen o tarafı süpür, ben şu tarafı süpürürüm.” Bakıyor ki mutfak yeri ayrı, zikir yeri ayrı, namaz kılacak yeri ayrı bir dergâh.

“Allah’ım!” diyor, “Sen bilirsin, beni buradan atma.”

Yerleşiyor. Beş altı gün sonra, memurlar oradan geçiyorlar.

“Kim?”

“Bir hoca geldi, açtı, girdi içeri. Beş altı gündür içeride.”

Geliyorlar. “Yahu ne yaptın sen?” diyorlar.

“Valla ne yapayım. Çoluk çocuğu gördün, soğuktan öleceğiz. Ben de bir vatandaşım.” diyor. “İşte burayı boş buldum, geldim.”

Hemen çıkarıyorlar hepsini dışarı. Gene kilitliyorlar, mühürlüyorlar.

“Bir daha elleme iyi mi? Bak ceza görürsün.”

Üç defa kırıyor. Onlar giderken oturuyor. Kıralım şu nefs-i emmareyi yahu! Sana hayır olur, inşallah.

Şeyhül İslam’a haber veriyorlar.

“O adamı alın getirin.” diyor.

İki memur geliyor. Polis, alıp götürüyorlar.

Şeyhül İslâm diyor ki:

“Falan yerdeki vakfı kıran sen misin?”

“Benim.” diyor.

“Niçin? Sen kanunu tanımaz mısın?”

“Tanırım yahu. Ben de bir vatandaşım.”

Hiç Şeyhül İslam’a ehemmiyet vermiyor.

Şeyhül İslâm diyor ki:

“Seni kovarım ha!.. Bak bir daha yer bulamazsınız.

Seni İstanbul’dan kovarım!” diyor.

Gülüyor adam. Gayet sakin adam. Hacı Feyzullah Efendi! Fatih Camii müezzini biraderiymiş.

“Neye gülüyorsun?”

“Efendi çok korktum senden. Ama bir müjde verdin. İstanbul’dan kovarım, dedin. Bursa’ya giderim, İzmir’e giderim.

Ben zannettim Allah’ın mülkünden beni kovuyorsun. Onun için çok üzüldüm.

Beni kovarsan giderim Bursa’ya, İzmir’e, Uşak’a. Bir yere giderim.”

Şeyhül İslam akıllı, kendi söylediğine pişman olur.

 

Demin buradan bir şey söyledik ya. Allah kimseyi şaşırtmasın, dedik. Ama yanlış söyledim, dedim. Yanlış söyledim. Ama biz hepsini, bunu unutmayalım. Allah, hiç bizi şaşırtır mı? Bizi şaşırtanlar nefs-i emmare, şeytan. Bir daha bu sözü kullanmayalım inşallah.

“Otur bakalım yanıma.” diyor. Hemen bir zile basıyor.

“Bir kahve getirin şu adama.” diyor.

“Yunanı alırken Midilli adasından.” diyor. “Muhacir olarak geldim. Ben orada müslümanım. Burada da müslümanım. Meslektaşıyım. Vatandaşıyım.”

“İlmin var mı?” diyor.

“Biraz.” diyor. “Babam Nakşiydi.”

“Hah! Sen nereye kadar, ne istersen!” diyor. “Var yahu! Otur.” diyor. “Yahu kusura bakma. Biz de şaşırdık.” diyor.

Hemen emrediyor, elli kese altın. O zaman bir kese altın yüz tane, o altını emrediyor.

“Gidin orayı temizleyin.” diyor.

Ona da o harçlığı veriyor.

“Orayı işlet.” diyor.

“Ama ben Nakşiyim.”

O: “Nakşi ile Mevlevi, ikisi birdir.” diyor.

Şeyhül İslam da o vakit ne diyor? “Elhamdülillah, sen bunun ikisini biliyorsun.”

Şimdi akıllı. Bir sarmaş dolaş oluyorlar, öpüşüyorlar.

 

Namaz Üzerine!

İyi mi? Ya Allah!

Allah’ın Mülkünden dışarı bir yeri yok.

Levh-i Mahfuz, hepsi O’nun içinde. Arayacağımız başka bir şey yok.

Yalnız ilk kitapta yazılı, dedim ki: Namaz üzerine!

Bütün Peygamberlere, ilk Âdem’den son Hz. Fahri Kâinat Efendimize kadar, hepsi namaz ile gelmiş. Bu hem duada da yazılı.

Fakat namazsız bir Peygamber bulun ki oraya gidelim, rahat edelim. Yok!

 

Muhammedî Yaşayalım

Kalkın, kalkın yahu! İşleri var herkesin. İşi var, daireler var.

Allah hepinizden razı olsun.

Allah, bu dua muhabbetimizi, hepimizi ebedi etsin! Âmin!

İlelebet olsun inşallah!

Bütün insanlık âlemine olsun. Ümmet-i Muhammed’e kutlu olsun inşallah!

Allah’ın rahmeti hepinizin üzerine olsun.

Mübarek günlerin yüzü hürmetine. Allahu Ekber!

Allah’a emanet olun. Allah’ın Rahmeti, Rızası üzerinize olsun.

Hadi bakalım, hasta olmadan.

Allah’ın Resûlüdür, “Ümmetinden hasta olmazlar.” diyor. “Sözümü tutarlar.”

Bizde her şeyi akılla yapacağız inşallah.

Bir meşhur söz vardır. Diyor ki kaşı yaparken gözü çıkartma.

Ya hepimize lazım!

İstanbul’dan bir mürşit gelmişti, bundan otuz sene evvel. Merkez Efendi Hazretlerinin torunundan intisap etme. Merkez Efendi’nin tarikatı varmış. Nakşi oğluyla beraber gelmiş. Doktor Bey aldı getirdi. Yatsı zamanı oturduk, bir geçtik böyle. Tanımam İstanbul’dan oğluyla gelmiş. Doktor da almış bize getirmiş. İki arkadaşı daha vardı.

Kapıdan çıkarken, kapıya kadar götürdüm, dedim ki, ismi Hasan:

“Bu kalp bize lazımdır. Bu kalbi sıkıştırma hemşerim.” Kalbi. Çıktılar, gittiler.

 Sonra Doktor Bey geldi. Dedi ki: “O adam! Benim kalbimi nereden biliyor?” demiş.

Hafi zikre geçiyormuş. Hafi zikre! Ağzı, burnu kapalı ve netice öyle öldü gitti. Rahmet olsun. Doktor Bey aldı, İngiltere’ye götürdü. Getirdi. İki ay Hacettepe’de yatırdı.

 

Onun için, dikkat edelim. İyi mi?

Zikri, ibadeti, namazı, yemeden, içmeden, her şeyi dikkatli yapalım. Muhammedî yaşayalım! İnşallah.

Hadi, Ya Allah!

Muhammedİ yaşarsak, her şey içinde! Hadi selâmetle.

Hafi zikre başladın mı, misal veriyorum. Kimya dersi, yani insan ne yaptığını bilmiyor.  Bunlar çok lazım. Devam inşallah!

Hadi güle güle. Allah feyzinizi arttırsın.

Hepinizin feyzi bereketini arttırsın inşallah.

Allah’a emanet olun.

Allah’ıma şükürler. Dostlara selâm.

 

 2 Şubat 1996, Cuma