Aradığımı Buldum

ÖNSÖZ

İnsanoğlunda birçok akıllar mevcuttur. Bunlardan en önemli olan ikitanesi, Aklı Selim ve Aklı Maişet`tir. Aklı maişet, reformlara yer tanır. Fakataklı selim sabit olup, Kainat`ın Kitabı Kur`anı Kerim`in maiyetinde hareketeder.

Bunun bir örneği de, "hayrihi ve şerrihi"dir. Şer, nefsani olduğu içindaima tefrikalara düşürür. Hayır iseAllah`ın emirlerinden ayrılmaz, sabit kademdir.

Karanlık bir gece ile, güneşi örnek verecek olursak, güneşin doğmasıyla bütün karanlıklar bozguna uğrar, ortadan kalkar. Aynı şekilde PeygamberEfendimize de Kur`an-ı Kerim indirildikten sonra, bütün hurafeler ve yanlışinançlar dağılmış, yok olmuştur.

Tevrat, Zebur ve İncil`e sonunda reform girmiştir. Kâinatın Kitabı olanKur`anı Azimüşşan ise, reforma yer bırakmamıştır. Bütün insanlığı Kur`an`a davetetmiştir.

Kur`anı Azimüşşan, 1400 küsur yıl öncesinden bugüne kadar insanların bütün haklarını vermiştir. O, demokrasinin ta kendisidir.

Bu konunun anlaşılmasına yardımcı olacağı ümidiyle, elinizdeki buküçük eseri çeşitli kaynaklardan derledik, bir araya getirdik. Burada reforma karşı,hep ayet ve hadis ile cevap verilmiştir. İsabet ettiysek, kendimizi bahtiyarsayacağız. Bir kusur bulunursa, bunun da bağışlanmasını rica ederiz.

Allah`ın insanlar için bahşettiği tabiat âlemindeki bitkileri ele alalım.En ömürlü bir çınar ağacından, en zayıf bir gül bahçesine, bir kır çiçeğine kadarhepsinin zuhuratı, Cenabı Hak`kın ilâhi takdiri iledir. Bunun temeli topraktır, onakuvvet veren de sudur. Su, yağmur olmasa, toprak ne yapar? Toprak olmasa su neyapar? Ikisi bir araya gelerek, başta insan olmak üzere hayvanata, nebavata,Allah`ın emriyle yardımcı olur, hizmet eder.

Âdemoğluna bakarsak, gerek boy, gerek beden, gerekse isim açısından olsun, parmak izine varıncaya kadar hepsi tektir, birdir, ayrı vebenzersizdir. Hayvanlar âlemine bakarsak, insanlık âlemine yardımcıdır veonlar da ayrı ayrı, çeşit çeşittirler. Bitkiler âlemine bakarsak, ilk bakıştahepsinin rengi yeşildir. Fakat o yeşil renkten, hangi rengin çıkacağınıbilemeyiz. Bir gül bahçesini, bir kır çiçeğini ele aldığımızda, kırmızı, sarı, ...envai çeşit renkler çıktığını görürüz. İşte bütün bunları tertip eden, düzenleyen,ancak Cenabı Allah`tır.

Bunu, bilene ve bilmeyene bir misal olarak anlattık. Tefekkürkısmı, bilgi kısmı, irfanınıza aittir. Allah yardımcımız olsun.

Din alanında reformu okurlarımıza takdim edebilmek için,reforma ait yazıları buraya aldık. Diğer konulara ait yazılarla da, kitaba bir renkkattık, süsledik, çeşitli misaller verdik. Ortaya zengin bir sofra, ya da dilerseniz,bir çiçek bahçesi çıktı. Türkçeye uygun olmak şartıyla, yazıları sadeleştirdik vekolaylaştırdık.

Tarif bizden, hidayet yüce Allah`tandır...

(Yazanlar: Kemal Usta, Şamil Agun, Şerif Onaran. Yardımcı: MetinBeynam. Kontrol: Hacı Ahmet Kayhan.)

 

 

Hacı Ahmet KAYHAN Mayıs 1991

(Malatya`nın Pötürge ilçesi Aktarlar Köyü, Âli İsmail oğullarından Ali oğlu Hacı Ahmet Kayhan.)

devamı...

KÂİNATIN KİTABI KUR`ANI AZİMÜŞŞAN REFORMA YER BIRAKMAMIŞTIR

("Form", şekil demektir. "Deform" sözcüğü şeklinbozulması, "reform" kelimesi ise bozulan şeklin düzeltilmesi anlamınagelir. Oysa, İslâm dini bozulmaya uğramamıştır ki, reforma ihtiyacıolsun. Şu duruma göre reform, Kur`an`ı değiştirmek ve eklemeler(bid`at) yapmak, İncil ve Tevrat-ı Şerif gibi, Kur`an`da da tefrika yaratmakanlamına gelmektedir.)

 Bazı kimseler, "İslam dininde reform lâzımdır" diyorlar. Okuyucularımızın birçoğu da, "İslam dininde reform olabilir mi?" diye soruyorlar.

Şimdi bu gibi sorulara dilimizin döndüğü kadar cevap vermeye çalışalım.

İslam dininde reform isteyenler din denince ne anlıyorlar, dini nasıl tarifediyorlar?

Onların bu soruları nasıl cevaplandırdıklarını bilmediğimiz için, önceliklebiz dinin mutlak tarifini yapalım, sonra konuyu açıklayalım.

İnsanın aslını, nereden geldiğini, nereye gideceğini ve yaratıcısınıbulma aşkına, din denir. Bu aşk ile donanmış kimseye de dindar denir.

Bugün yeryüzünde belli başlı altı din vardır. Bunlar; Zerdüştlük,Brahmanizm, Budizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet`tir.

Yüce İslam dini, önceki bütün dinlerin görünen (zâhirî) ve görünmeyen (bâtınî) yönlerini mükemmelleştirmiştir. Onun için İslamiyet tüm insanlığın mutluluğuna kefil olmuştur. Dolayısıyla reformaihtiyacı yoktur.

Ancak İslamiyet dışındaki diğer dinlerde reform isteniyorsa, bu sonderece yerinde olur.

Evet, İslam dini insanlığın mutluluğunu, akılların erişemediği bir düzeydesağlamıştır. İtirazı olanlar varsa, onun yüce şanını anlamak için tarihebaşvursunlar.

Eğer reformla kastedilen şey; bu dine iftira ile karıştırılmış olan hurafelerise, bunlar zaten İslam dininin malı değildir.

Din-i Muhammedî; bütün hurafe ve yalanlardan, aklın iğrendiğihayallerden arınmıştır. Gücü, insan vicdanını doyurmaya fazlasıyla yeten, tabiibir dindir.

İnsan, beşeri gücüyle onun neresine el sürebilir?

 

İslam dini rahmet bulutu gibi evrende belirdiği zaman, âlem başka âlem,âdem başka âdem oldu.

Karanlık bir çağ yaşayan Avrupa, sonunda İslam dininin feyziylebir uygarlık yuvasına dönüştü.

Evet, uygarlığı taklit edilen Avrupa, ilmi yalnız kiliseye bağlayıp, bilimadamlarını diri diri yakarken, yüce İslam dini, "Talebül ılmi farîzatün alâ külliMüslimin ve Müslimetin", yani "İlmi öğrenmek, istemek, her Müslüman  erkeğe, her Müslüman kadına farz olmuştur" diye emrediyordu.

Bugün eksiğimiz varsa, kabahat İslamiyet`te değil, bizimmüslümanlığımızdadır.

Bu dinin en büyük düşmanı, bütün kötülüklerin anası olan cehalettir.Çünkü İslam dini, "Cehalet kötü ahlaka, kötü ahlak da mahva sürükler" der.

Bunun  neresinde  reform  yapılabilir?

 

"Kötülüğü taklit, intihardır" diyen bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Evet, yukarıda söylediğimiz gibi İslam dini, bütün dinlerin bozulmadanve çarpıtılmadan önceki özü ve  en kusursuzudur. Yücelik ve kutsallık bakımındanen aziz olanıdır. Uygulamasındaki kolaylık ve sağladığı mutluluk ile de, hepsininüstündedir.

Ama sen nefsine boyun eğer de dinine başkaldırıp geri kalırsan, suç sendemidir, dinde midir?

Bir de, dini kendi nefsine uydurma metoduna eğer reform dersen,dinin emrine kulak vermeyip, nefsin iradesine can verirsen; ilk ayeti "Oku!"emriyle gelen bu dinin büyük kitabı Kur`an, sana ne verebilir?

Yaratılmışlığın asli temizliğini devam ettirebilecek kuvvet, ancak yüce İslâmdininde vardır.

Dinden uzaklaşarak, kendince aklını amir, vicdanını hâkim sayanlar,bu sahnede çok yanılmışlardır.

Hayatta, "Ah, bugünkü aklım olsaydı" diye kaç kere tekrar etmişizdir...Yarın da bugünkü aklımıza hasret çekmeyeceğimiz ne malum?

Fıtrat   :  Oluş, Tabiat          :    Diziliş,

Din de :  O oluş ve dizilişin düzenidir. Dikkat!

İslam`da reform yapmaktan amaç; bu aziz dinin `âlimiyim` diye geçinenbirtakım kimselerin, bu dinin ruhiyatı hakkında hakkıyla bilgi sahibi olmalarınıistemek ise, buna diyecek yok.

Bu gibi kimseler için; "Mihrab`da okuduğunu bilsin, ilâhi isteği vePeygamber`in istediğini anlasın" anlamları kastediliyorsa, yine diyecek yok.

 

Şimdi bir örnek verelim:

 

Bir hastanenin kapıcısı veya hademesi beyaz bir gömlek giymiş, dışarıdangelen kimselere, o hastanenin uzman bir doktoru gibi görünmek istiyor.

Bu dinin de bugün çoğunlukla `âlimiyim` diye geçinip, fakat bu dinindeğil ruhiyatını, metnini bile anlamadan; babadan kalma mirasyedi şeklinde geçinen müslümanların; dinde olmayan, hatta ilişkisi bilebulunmayan birtakım kabalıkları, hurafeleri, din namına ortaya dökenlerinıslahı kastediliyor, hakkıyla ilim sahibi olmaları isteniyorsa, buna dadiyecek yok.

Bu din; bütün tasavvurların, doğal şeylerden daha güzel olan şeylerinuygulanabilir kısmını yapmıştır. Ondan fazlası insanın manasını tahrip eder,"Ah!" seslerini fazlalaştırır.

 

Dikkat!

 

Önemli bir konuya değiniyoruz:

 

Bu dinin özünde ve aslında, reform yapmak isteyenler; ya bu dinihakkıyla bilmiyorlar, Kilise dini ile karıştırıyorlar, ya da bilmek istemiyorlar.Bir kısmı da din denildiğinde, yalnız namaz kılmanın şeklini görüyorlar.Aslında bu, din değil, dinin prensibidir. Hatta, bu dini mevlid okumak, aşurepişirmek veya bir ölünün başında ağlamak sanıyorlarsa, bunların da bu dininaslı ile ilgisi yoktur.

Reformdan maksat bunların düzeltilmesi ise, başımızın üstünde yeri vardır.

 

Yine istenilen reformla:

 

Yıllardır minber denilen o yüce makamı; çevrile çevrile okunan, ilkokulöğrencisine yapılacak öğütlerden daha basit, basmakalıp hutbe kitaplarınınöğütleri yerine, "İslam`ın ruhiyatına, Kur`an`ın inceliklerine, maddi ve maneviyükselme ve ilerlemeye dair anlamlarla, bilgilerle dolduralım" denmek isteniyorsa,başımızın üstünde yeri var. Ona da diyecek yok.

Bir de deniyorki;"Efendim,ibadetlerimizkendidilimizleolsun." Olsunolmasına ama, önce ibadetin ne olduğunu anlamak gerek.

İbadet iki bölümdür:

 

Resmi  ibadet ve özel ibadet.

 

Resmi ibadet: Bağlayıcıdır. Allah ve Resûlullah nasıl emretmişse o öyledir,ona hiç kimse el süremez!

Mesela, namaz nasıl emrolunmuş ise, onun şekli de, içinde okunanı dailâhi bir öğreti ile farz kılınmıştır. Kiliselerde olduğu gibi sıralı, masalı namazolmaz. Ona reform denmez, değiştirme ve tahrif denir.

Nasıl, her devletin resmi bir dili varsa, Allah`a ait resmi dil de Kur`andilidir. İnsan herhangi bir resmi toplulukta, resmi bir makamda bile dilineçekidüzen verir. İlâhi makam bunlardan aşağı değil ya!

Hem, ilim ve irfan, insanı kasten bir dile düşman eder mi?

 

Bugün aydın sayılan kimselerin çoğu bir satır yazıda, konuşulan bircümlede sayılamayacak kadar çok, yabancı dilden kelime kullanıyor.Moral, randıman, reform, enerji, metot, etüt, estetik... Daha neler, neler...

Bu kelimeler öz, ana dilimiz mi?

 

İnsaf,  vicdan ve akıl, Kur`an`ın dilini ve cümlelerini bunlardan daha aşağıgörüyorsa; böyle reforma ne Allah, ne Resûlullah, ne de; tarihin en eskiefendisi olan, zulümü gördüğü yere adaleti, cehaleti gördüğü yere ilmi,inkârı gördüğü yere imanı bildiren, üç kıtada hükmünü sürdüren, elininbir işareti ile "Otur!" dediğini oturtan, "Oğlum serbestçe `Allah` desin, kızımtemizlik ve namus timsali olarak yaşasın" diye savaş alanlarında şehit olmayı zevkedinen, şehitlik kanını kefen yapan dedesinin ruhu izin vermez.

Özel ibadete gelince:

 

OradaAllah ile istediğin gibi, istediğin dilde konuş. Kapı ardına kadaraçıktır.

Şimdi, tarihi de önümüze alarak, din konusu üzerinde biraz dahaduralım.

İnsanlık sosyolojisi gerektiği gibi araştırılır ve dinler tarihi hakkıylaincelenirse görülür ki:

İnsanlar ilk çağlardan beri, mutluluklarını kendi zamanlarında yaygınolan dinlerden birinin yoluna girerek temin etmişler, ya da rastlantı sonucu,bulundukları kıtada hüküm süren bir kavmin siyasetine uyarak, maddiihtiyaçlarını tatmine çalışmışlar, vicdani hayatlarını da acılar içindegeçirmişlerdir.

Evet, uygarlık kavramı altında ilerlemeye çalışan bir takım uluslar,doğru yolu bulmak için bir hayli çırpınmışlar, fakat araya giren ihtiras karanlığı,onların hedefe varmalarına engel olmuştur.

Ayrıca, kavimlerin birbirlerine karşı saldırıları, işgalleri, çıkarlarınıkabul ettirmelerindeki başarılarının, dini ve vicdani yönlerine üstüngelmesi; tüm insanlığı bela seli gibi sürükleyerek yok olmaya götürmüştür.

Tarih tarafsız bir bakışla gözden geçirilecek olursa, din uygarlıklarının, dünya uygarlıklarından daha çok yaşadıkları ve insanlık üzerindedaha etkili oldukları görülür. Çünkü din uygarlıkları, dayanak noktasını `kuvvet`olarak değil, `hak` olarak; hedefi `çıkar` olarak değil, `fazilet` olarak;hayatı `kavga` olarak değil, `yardımlaşma` olarak kabul etmiştir.

Dinsiz uygarlıkların eğitimleri ve kuralları, his konusunda acemi kalmıştır.Kanunlarını düzenlemede insani hislerden yana olanlar karşısında, ufak birdalgalanmada yönetim kuvvetleri, derhal çözülüp dağılmıştır. Eflatun veHipokrat`ın hayal ettikleri "erdemli hükümet", zihinde bile yer tutamamış, soyutbir kavram halinde kalmıştır.

Şimdi çok daha iyi anlaşılıyor ki, ilk çağlardan beri insanlık; ya aklınhükümleriyle, ya da dinin bildirdiği (nakli) hükümlerle yaşayagelmiştir.Bu iki yol birbirine son derece yakın olduğu halde, araya çıkarların ve bireyselüstünlüklerin girmesi sonucu, birbirleriyle durmadan çarpışmışlardır. Buçarpışma sonunda da, insan hayatı ve insan haklarını devam ettirmeye kefilolan, adaletle sınırlanmış, hürriyet, eşitlik, kardeşlik ve hukuk kelimeleri ileanılan ilkeler, kötüye kullanılmıştır.

Dikkat!

 

Dinin dayanağı, `vahiy`dir. Vahiy,  eksiği olmayan ilmi kuralların çıkış yeri,kaynağıdır. O halde nakil ile, dinin bildirdiği akıl arkadaştır; insanlığın bilgisi,dinin bildirdikleriyle hiçbir zaman kavga halinde değildir. Akıl ile dininbildirileri birbirine karşıt olmaz. Herhangi bir şeyde var gibi gözükürse, ya akılgerçek değildir, ya da dinin bildirdiği açık değildir.

Bu konuyu başa almamızdaki amaç:

 

Dinde reform isteyenlerin çoğunluğunun, din ile hiçbir ilgileri olmadığıhalde, böyle bir dava peşinde koşmaları; bir kısmının da dini küçümseyerek,belki yalnız `avam` için gerekli saymalarıdır. Bunların çoğunluğu, Kilise dini ileİslam dinini birbirlerine karıştırırlar. Bir kısmı ise, İslam dininin özündenhaberdar değildir. Din deyince, dinin prensibi olan ibadetlerin bir kısmıüzerinde dururlar. Mesela; "Camilerin şekli değişmeli, sıralı, masalı namazkılınmalı"  derler. Acaba bunların çoğu ömürlerinde bir defa başlarını secdeyekoymuşlar mıdır?

"Efendim, çok çalışmak asrındayız, günde beş vakit namaz kılmak içinnasıl zaman ayırabiliriz? Bu, bir veya iki vakte indirilse..." diyenlerin çoğu,acaba ömürlerinde bir rekat namaz kılmışlar mıdır?

"Namaz, bugünkü uygar kıyafetimizi bozmaktadır.Pantolonumuzun ütüsü kırışıyor" diyenlerin çoğu, acaba pijamasıyla bir rekatnamaz kılmış veya o aşkı göstermiş midir? Hatta canı gibi sevdiği annesi, babası,evladı, âşığı, ahbabı gibi kişiler hayattan göçtükleri zaman, onlar için yapılacakson görev ve hizmet olan cenaze namazını kılmışlar mıdır? İşte, cenazenamazında rükû da yok, secde de yok!

Bu gibiler, cenazesini getirir, musalla taşına koyar, kendisi kenaraçekilir, ümmet-i Muhammed`in fukarası, cenazesinin namazını kılsın da götüreyimdiye bekler...

Şimdi gelelim konunun can alıcı noktasına:

 

"Dinde reform gereklidir!" diyenlerin anlatmak istedikleri din, felsefiinançtan doğan din midir, yoksa iyiyi, kötüyü, hayrı ve şerri bildiren; Kitap`tanolan din mi?

Emirlerin bildirildiği Kitap`tan doğan din öyle bir öğretidir ki,Peygamber`in tebliğlerine akıllı olanları davet eder. Bu dinde bildirilen her emir,akla uygundur.

Sonra İslam dini, aşk dinidir. Onun bir parçasından vazgeçmek,bütününden vazgeçmek anlamındadır. Aşk da öyle yakıcı bir sıfattır ki,karargâhını hangi kalpte kurarsa, orada kendisinden başka ne varsa yakar,yıkar ve çıkarır...

Evet, bu din öyle bir dindir ki, "İki gününü maddi ve manevi eşit kılanaldanmıştır" diye ilan eder. Yine bu din dünyayı, `görünen şekiller` olarak değilde, `hak ve hakikatten alıkoyan şey` diye tanımlar.

Bunun neresinde reform yapılabilir? Bu dinde küfürün iki esası vardır:

1-            Yüceltmeyi hor görmek (ta`zîmi tahkîr)

2-            Hor görmeyi yüceltmek (tahkîri ta`zîm)

Bu esasları taşıyan dinde, insan gücü ile kim reform yapabilir?

 

İnsanlığın Fahri Ebedisi Peygamber Efendimizin, Yemen Valiliği`neatanan Ebu Musa el-Eş`ari ile, Muaz bin Cebel`e:

"Siz halka daima kolaylık gösteriniz. İşleri karıştırıp zorlaştırmayınız.Halk ile anlaşınız, anlaşmazlık çıkarmayınız..." anlamındaki emirleri; hak vehakikat uğrunda içten olmayı elde eden insanların huylarını, dinde dayanakbuyurduklarına açık bir delildir.

Bu aziz dinin esası, kolaylıktır. Uygulanmasında şiddet gösterilmesi yasaktır.

İnsaf! Bu esasların neresinde reform olabilir? Şimdi, şurası dabilinmelidir ki:

Din, yalnız Allah`ı, Peygamber`i tasdik etmekten ibaret değildir. Peygamber`in Allahu Teâlâ tarafından getirdiği kesin olan hükümleri onaylamakda esastır.

Sonra; bir dinin birçok ilkesini beğenip, doğrulayıp, kabul ettiktensonra, içinden bir tanesini kabul etmemek olamaz!.. Gaflet içindeki insan, onunemirlerinden birisini yapamayabilir. Ancak kabul etmeme düşüncesine din izinvermez. Bu, yapamamaktan daha büyük bir suçtur.

Bir dinin binlerce hükmü, ilkesi kabul edilir olsun, onaylansın da, yalnız birtanesinin kabul edilemez olduğu iddia edilsin; bu haliyle bile diğer bütünhükümlerine nazaran yüce, semavi, hak bir din olması mümkün değildir.

Bazı kimseler din denilince red ve ispat ("başka yoktur, yalnız O vardır")şeklinde bir inanmaktan ibaret, vicdani bir emir anlamını çıkartıyorlar. Onunmetot, ayrıntı ve hükümlerini âlemden birer bahane ile silmenin şartlarınıarıyorlar.

Ancak gerçek mümin, bunların karşısında şaşırmaz. Çünkü onunPeygamberi, insanlığın Fahri Ebedisi, kâinatın kalbi olan Hz. Muhammed  (Allah Ondan Razı Olsun):

"Kıyametten önce bir gün gelecek, onların fikri ileri gidecek, dünyadinsizlikle dolacak" haberini de vermiştir.

Ne olurdu, keşke o Sadık Haberci`nin bu haberini, kendi düşüncelerinin bir müjdesi olarak kabul etseler de, hiç olmazsa buMuhammedî mucizeye inansalar...

Evet, dinde reform isteyenler, İslam`ın bağrına dönsünler. Kur`ansofrasında nasıl oturulduğunu görsünler, samimi uygarlığın nasıl doğduğunuseyretsinler. Kilise dini ile İslam dinini birbirine karıştırmasınlar.

Tanzimat`tan sonra, uygarlığını kopya ettiğimiz Batı`nın kültürünüaldığımız zaman, din tanımı da birlikte alınmıştır. Oysa oradaki din, Kilisedinidir. Cenabı İsa Ruhullah`ın bizzat getirmiş olduğu din, bozulmuş veçarpıtılmıştır.

Kilise`nin ortaya koyduğu din, mahlukun koyduğu dindir. İslam dini ise,Allah`ın koyduğu dindir. Kilise, ilmi yalnız kendine ait kılmıştı. Pozitif ilmedüşmandı, bilim adamlarını yakıyordu. İşte Batı`da bu duruma karşı laiklikdoğmuştu. Halbuki İslam dini, on dört yüzyıl önce laikliği ilan etmişti.

Buna bir örnek verelim:

Laikliği bir elbise olarak kabul edersek, gerçek Müslüman için onugiymeye gerek yoktur. Çünkü onun dini "La ikrahe fiddiyn" diye emreder, yani"Dinde zorlama yoktur, iman vicdani işlerdendir, zorlama olmaz!" der.

Hatta bu nazmı şerif; sadece Kitap ehlinin değil, kitabı olmayanların bile, Kur`an hükümlerine uymaya zorlanamayacaklarını bildirir.

Bu derece hürriyeti öngören bir dinin neresinde reform yapılabilir?

"Biraz sonra kıyametin kopacağı haberi alınsa bile, elindeki fidanıbahçesine diksin, doğru iş üzerinde bulunsun!" emrini veren bir dininneresinde gerilik olabilir ki, orada reform yapılabilsin?

Dikkat!

 

İnsanlığın Fahri Ebedisi Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun),"Elmüslimü men selimel müslimün min lisanihi ve yedih", buyurmuş,İslamiyet`i "Kendisine dokunmayan kimseye ilişmemek", müslümanı da,"kendisine ilişmeyenleri, eliyle, diliyle incitmeyen kimse" olaraktanımlamışlardır.

Şimdi herhangi bir uygar kimseye, "Sana ilişmeyene sen ilişir misin?"diye sorulsa, acaba ne şekilde cevap alınabilir? Şüphesiz "İlişmem" diyecevap verecektir. Şu halde İslamiyet, hürriyet ve hakların koruyucusudur.

Evet, İslam dininden daha hürriyet ve haksever bir ideal gösterilebilirmi?

Buna bir örnek verelim:

 

Tarihte bir çağ açan Fatih Sultan Mehmet`in, Fener Rum Patrikliğinetanıdığı dini ayrıcalıklar, padişahın şahsi bir acıma duygusu muydu? Hayır...Ancak Kur`anı Azimüşşan`ın her zaman genç ve dinç bulunan, düşmanlarınıon dört yüzyıldan beri tartışmaya davet edip, her zaman ilim ve akıl yoluyla üstün gelen, insan onu ister onaylasın ister onaylamasın, her an kendi emirleriyüceliğinde yaşatan, yürüten o Kitâbı Mübîn`in, tüm insanlığa sağladığıayrıcalıklardandı.

Evet, İslam dininden daha hürriyet ve haksever bir ideal gösterilebilirmi?

Evet, bu dinin insanlara bağışlamış olduğu hürriyetlerin hangisindenbahsedelim?

Bir gün Peygamberimizin huzuruna zengin bir kişi geldi:

 

–               Ya Resûlallah! Ben birçok işçi çalıştırıyorum, bunlara ne ücretvereyim? diye sordu.

Akılların eğiticisi olan yüce Peygamberimiz:

 

–               Bunun sınırı olmaz. Nefsinizle karşılaştırırsınız, kendinizi o mevkiye indirirsiniz, aynı işi siz yaptığınız zaman neye razı olursanız, onlarada onu verirsiniz.

–               Peki ne zaman vereyim?

 

–               Teri kurumadan, teri kurumadan! diye buyurdular.

 

Acaba bu emirlere uyulsaydı, insanlığı felakete sürükleyendüşünceler, fakiri zengine düşman yapan durumlar bu âlemde meydana gelir miydi?

Acaba bu emirlere uyulsaydı, insan haklarını koruyan ve ona saygıgösteren nurlu sayfaları, İslam`ın bağrından başka bir yerde aramak gafletinedüşülür müydü?

İnsan hakları, tarihte yapılan bütün inkılâplarda pek tatlı ilkelerle dünyayabildirilmiştir, fakat İslam`ın bağrındaki berraklık gösterilebilmiş midir? 

İnsaf! Böyle bir dinin neresinde reform istenebilir?

 

Ne yazık ki biz, yüzyıllardır Kur`anı Mübin`i yalnızca ölülere okuyup,mezarlık kitabı yaptık. Dini sakalla, bıyıkla ölçtük. Âdet sünnetiyle ibadetsünnetini bile ayıramadık. Dini yalnız namazın ve orucun dış görünüştekişekilleri sandık.

 

İslam`ın, âlemlerin eğiticisi olduğunu ispat için; "Beşikten mezara kadarilim istemeye çalışarak gerçeklerin ortaya çıkarılması" emri yeterlidir.

 

İslam`a inananlara, önce marifet eğitimi ve hakikat telkini iledüşüncelerini aydınlatmaları emrediliyor.

 

Bu dinde en büyük esas, "Etta`zimü liemrillah veşşefekatü alâhalkillah"dır.

 

Yani: "Kim ki Allah`ın emirlerini saygıyla yüceltir ve kalbiyaratıklarına merhametle çarpar, işte bu ölçü ile Hak`kın yolunu seçer" diyeemreden, "Yanındaki komşusunun aç olduğunu bilerek kendi karnınıdoyuran, mümin değildir" diye ilan eden, "bir yörede bakımsızlıktan dolayıhastalanıp da ölen kimsenin katili, o yöredir" diye feryat eden bir dinin,samimi olarak neresinde reform yapılabilir?

 

İslam`ın elinde, bozulmaktan ve çarpıtılmaktan korunmuş, inkâr edeniakıl ve ilim ile tir tir titreten bir Kur`an`ı vardır.

 

O`nun ismindeki anlam, "Okunacak"tır...

İşte bu Kitabı Mübin (İyiyi kötüyü, hayrı şerri bildiren kitap): İnsanların toplumsal esaslarını, gerçek uygarlığını, adaletini, ahlakını;çıkarlardan, kin ve kıskançlıklardan, gösterişten, yüzeysellikten arınmışolarak, en temiz, en sade, en güzel, en genel şekliyle düzenlenmiştir.

Kur`an uygarlığının amacı; diğer uygarlıklar gibi eğlenceye, gereksizgösterişe, faydasız yorgunluklara, nefsani şehvet ve ihtiraslara değil; iki dünyamutluluğuna erişmektir.

 

İşte tarih daima açıkça göstermiştir ki, nefsani ihtiraslarla kurulmuşolan uygarlıklar, yine nefsani ihtiraslarla yıkılır.

 

Şimdi, bu kitabın emir ve yasaklarının üzerinde insan kudretiyle reformyapmaya kimin gücü yeter?

 

Evet, Din-i Muhammedî öyle bir dindir ki, tüm düşünce ve uzmanlıkdüzeylerini, eksiksiz olarak toplamıştır.

 

Her dini, o dine bağlı olan kimseler ayakta tutar. Bu din ise kendikendisini ayakta tutar. Eğer kendine bağlı olanlara kalsaydı, çok acı sonuçlaralınırdı.

 

İslam dini öyle bir dindir ki, tüm düşünce düzeylerini eksiksiz olarakkendinde toplamıştır ve aynı gerçeği, her vicdanın ihtiyacı ve alabileceği orandavermek gibi olağanüstü bir niteliğe sahiptir.

 

İslam dinindeki kurallar, sadece ibadetle ilgili bilgilerle sınırlı değildir.Toplumsal kuralları arasında tam bir ilişki ve denge bulunduğundan, dinduygularına sahip bir müslüman hiçbir zaman akıl ve mantığıyla,inançlarından birini terk etmek gibi bir güçlüğe, veya vicdanını yakacak birzorunluluğa düşmez.

 

Evet, insan gücüyle bu ilâhi dinin neresinde reform yapılabilir? Tekrarediyoruz:

İslam; tüm düşünce düzeylerini eksiksiz olarak kendinde toplamışbir dindir. İşte, bütün insanlığa ait en son din oluşu, bu hikmete dayalıdır.

 

Kur`an hiçbir yerinde, İslam, insan ve âlemin gelişmesi için bir sınır veyadurak yeri göstermiş midir?

İnsaf! Bu dinin neresinde reform yapacağız?

 

Bu din, ancak nefsini bileni, ihtiras ve üzüntülerine hâkim olanı hürolarak tanımlar. Bu din, "İnsanlık için özlenen hürriyet, ahlak ile sınırlanmıştır"der. "Ahlak, göreve saygıdan ibarettir" der.

Neresinde reform yapacağız?

 

Bu dinin büyük kitabı olan Kur`anı Mübin, "Yaradılışın sebebi, Marifet`tir"diye ilan eder.

Sanmayalım ki Marifet, dedikodudur, kuru kuru benlik davasıdır.

Marifet: Mutluluk bolluğunun vesilesidir. Marifet: İnsanlığın ta kendisidir.  Marifet: Vicdan huzurunun sebebidir. Marifet: İslam`ın mirasıdır.

Mirasımıza ne oldu?

 

Bu dinde reform isteyenlerin kalpleri gerçekten din duygularıylaçarpıyorsa (ki dinin genel tarifi, aslını bulmak aşkıdır), bu aşk ile o gerçeğiarıyorlarsa, "İslam`ın mirası ne oldu? Hani Marifet`in kazancı? NeredeMarifet`in ürünleri?" diye feryat etsinler...

Bu din, mertçe girişimleri emreder. Orada alçakça istekler yoktur.İnsanların yüce özelliklerinin, hürriyetlerin korunmasıyla yükselebileceğiniaçıklamıştır.

"Adaletle sınırlanmış hürriyet de, bende vardır" der.

 

O halde bu din, hayatın gıdası hükmündedir. Gıdasız yaşamak isteyenlereşaşılır...

Evet, gerçek hürriyet, İslamiyet`ten ibarettir. Neresinde reformyapacağız?

Bunun farkına varmadan uluorta reform yapmak isteyenler, din yerinenefsani arzularını mı kabul ettirmek isterler, acaba?

İnsanlığın amacı, huzur ve refahı sağlamak değil midir?

 

Başvurulabilecek hiçbir araç, insanlara, dinin düzenleyici gücü kadareksiksiz bir hayat ve düzenli bir çalışma programı verememiştir, veremez.

Çünkü din, kalp ile bedenin görevlerini ayırmıştır. Kalbe, "Habîbi(sevgiliyi) bul", bedene de "Tabîbi (hekimi) bul" diye emretmiştir.

Evet, sonsuz ruhsal sıkıntı ve acıları değiştirmiş, düzeltmiş vehafifletmiştir.

Sade bir hayatın eğitimini verir. Bu eğitim hayatın boşa geçmesiniönler, yıpratıcı ve gereksiz işlerle uğraşmayı terk ettirir.

İşte, gereksiz işler ne kadar terk edilip ne kadar azaltılırsa, hayat da okadar refah ve huzura kavuşur.

Akıl ve vicdan hakem tayin edilirse, her şeyden önce hayata değer veönem verdiren esasın, dinin düzenleyici gücü olduğu görülür.

Din, hayatı, ölçülü bir çalışmaya doğru yönlendirir. Az çalışmayıyasakladığı gibi, başkalarının zararına olan çalışmayı da yasaklar.

Gösterişli, tantanalı, nefsin iştahını sürekli olarak uyaran bir yaşantınınne kadar fazla mesaisi olursa olsun, o yaşayışın bütün ihtiyacını sağlamayayeterli olamayacağından, muhakkak diğer insanların kazançlarındanfaydalanmaya kalkacağından dolayı, toplumda "Ah!" sesinindinmeyeceğini, din apaçık söyler.

İşte İslamiyet, bir taraftan bu esası emrederken, diğer taraftan insanlara,diğerlerini yaralamayı, mevcut üzüntüleri, acıları çoğaltmayı değil; yaralarıkarşılıklı sararak iyileştirmeyi zorunlu kılar. Bu hâl ise intihar ve delilikleriortadan kaldırır. Çünkü umutsuzluk ortadan kalkar. Umutsuzluk ortadankalkınca da, insanlığa huzur ve refah gelir.

Hak ve hakikati arayıp bulan dindar bir kimse, yaptığı işlerin başarıveya başarısızlıkla sonuçlanmasının doğaüstü düzenleyici bir güce ait olduğunainanmıştır.

Sonsuz hayata iman ettiğinden, geçici hayattaki çalışmalarınınbaşarısızlıkla sonuçlanması onu kırmaz. Bu iman, onu hiçbir zaman ümitsizliğedüşürmez. Hiçbir zaman zulüme, haksızlığa göz yummaz. "Beni benden iyibilen var, hatta ben yokum, O var" der. Hazret-i insan gibi yaşar vebaşkalarının hakkına karşı gelmekten ve saldırmaktan, son derecekorkar ve çekinir.

Değil saldırmak, yolda bulduğu sahipsiz bir mala bile el sürmez. Çünkü okimse insanların gönlünde yara açarak değil, yaraları sarmak ve iyileştirmeklegönlünde huzur bulur. Çünkü din; ona hayatı bir tartışma, mücadele olarakdeğil, yardımlaşma olarak tanımlar. Tartışma ve mücadelenin sonucubölüşmek, yardımlaşmanın sonucu ise kucaklaşmaktır.

Fakat insanlık son yüzyıllarda bu nimetin farkına varamamış, bir yenilikhastalığına tutulmuş, o hastalığın dürtüsüyle, dinin düzenleyici gücüyleyüzyıllardır yapmış olduğu hizmetlerine karşılık, kendisine bir teşekkür bileetmeksizin ona sırt çevirerek, genç ve dinç zannettiği uygarlığın yapaygörüntüsüne sarılmış, sarıldıkça da feryat sesleri top seslerini bastırmıştır.

Acaba uygarlık, dinin yerini doldurabilmiş midir?

 

Bu sorunun cevabını `Hazret-i insaf`ın huzuruna sunarız!..

 

Şunu iyi bilmek gerekir ki, gerçek uygarlık İslam dininin türevidir.Bu din asıldır, o ondan çıkmıştır.

Bu dinin neresinde reform yapacağız?

 

İnsanlık tarihine bakacak olursak; seçkin ve sıradan kişileri hayretedüşüren, akla şaşkınlık veren faziletlerin, akılları durduracak kadar karşılıksız,kötü niyetten uzak, yalnızca iyilik olsun diye yapılan hayırlı işlerin meydanageldiği en parıltılı dönemlerin, hep iman ve inancın en sağlam ve yaygın olduğuzamanlara denk geldiğini görürüz. Özetle, insan türü ne zaman tam bir inanç venurlu bir imana sahip olduysa, dünya huzur dolmuştur.

Tarihin her sayfası bunu bize pek canlı olarak gösterir.

 

İnancın bozulduğu, dinsizliğin moda olduğu zamanlarda ise, toplumdaher türlü alçaklık, rezillik ve suç egemen olagelmiştir.

Dikkat!

 

Ahlak kuralları, dinin kararlı temelleri üzerine kurulmayıp, yalnızcaakla dayandırılırsa, o derece faziletli olamaz.

Ahlak kurallarının en güçlü yaptırımları, dinde bulunur. Ahlakın özünüinsanlara kabul ettirebilmek için, sonsuzluğa iman şarttır, şart.

"Evren kör bir rastlantının sonucudur, ben de gelişmiş bir hayvanım,ikinci hayat, sonsuzluk filan masaldır. Nefsimin arzu ve isteklerini yerinegetirmeyi başarabilirsem, işte benim için hayat budur" diye yaşayan kimse, hiçbirzaman topluma ve insanlığa olan borcunu ödeyemez.

Bize bırakılan ahlakın en büyük koruyucusu nedir, bilir misiniz?

 

Kâdir-i Mutlak`ın; ikinci hayatta bireysel yetkilerin (cüz`i tasarruf)kaldırıldığı, yani hiç kimsenin "Ben`im" kelimesini kullanamayacağı, hâkim ilemahkûmun, zalim ile mazlumun aynı düzeyde tutulduğu, gökleri deler gibibakan gözlerin önüne baktığı, yeri ezer gibi basan ayakların tir tir titrediği o ahiretgününde, kullarını ödüllendirmesi veya cezalandırması hakkındaki güçlüimandır.

Bu iman ortaya çıkmadıkça, akla dayanan bütün eğitim tezgâhlarıçalışsa, en yüksek zekâlar toplansa, en kusursuz güvenlik örgütleri uğraşsa, enbilgili ekonomistler birleşse, düşünceler yorulsa; yani bu imanın dışındainsanlığın bilgisi ne kadar gelişirse gelişsin, insanların "Ah..." sesi dinmez,nefsin arzu ve istekleri sönmez.

Evet, nefsani ihtiraslarla kurulmuş olan uygarlıklar, yine nefsaniihtiraslarla yıkılır.

Bu yıkılış da, dünya sahnesinde; değil görenin gözüyle, körün gözüyle bileseyredilebilir.

Kalpler ne ile temizlenir, bilir misiniz?

 

Yalnız ve yalnız, Peygamberlik pınarından kaynaklanan emir veyasaklarla... Bunları davranış kuralları olarak kabul etmekle...

Evet, yorulmaksızın kalpleri eğitme özelliği, yalnız bu emir veyasaklarda vardır.

Peygamberlik kuvveti başka kuvvet, o marifet başka marifettir. İslam dini, gerçekten ahlak dinidir.

Yargılarının eskimeyeceği gerçeği ortaya çıkmış olan, her zaman gençve dinç bulunan, insan ister onaylasın, ister onaylamasın, mutlaka onunçerçevesinde yürümeye zorunlu olduğu gerçeği ortaya çıkan, bizden öncekilerinve bizden sonrakilerin haberini veren Kur`anı Mübin`in hangi ayeti araştırılırsaaraştırılsın, söylenişiyle ya da kavranışıyla, insanları hak yoluna ve faziletliolmaya yönlendirecek, mutluluğa engel olan ahlak ve işlerden kaçıracakuyarıları, konulan yüce işaretleri görmekte zorluk çekilmez.

Kur`anı Mübin`de, ona samimiyetle yaklaşıp kapsamlı bir şekildeinceleyen kimse için bir zorluk vardır. O da, ahlak ve terbiye ile ilgili olanayetlerin hangisini seçeyim, hangisini anlatayım diye hayret zorluğu...

Bu dinin Peygamberi:

 

"İnnema bü`ıstü liütemmime mekarimel ahlâk" yani, "Ben ancak güzelahlakı tamamlamak için gönderildim" Emr-iAhmedî`siyle bu âleme ve âdeme,büyük bir alçakgönüllülükle ne için gönderildiklerini apaçık bildirmişlerdir.

Hz.Ayşe`ye Peygamber`imizin ahlakı sorulduğunda: "O`nun ahlakıKur`an`dan ibarettir" cevabını vermiştir.

Dikkat!

Bu din öyle büyük bir dava ile ortaya çıkmıştır ki, tarihte benzeri hiçgörülmeyen, görülmesi de mümkün olmayan ve istenilen amaca çeyrek yüzyıldaulaşarak, dünya tarihinde yapılan gerçek ve en büyük devrimi, ancak o meydanagetirmiştir.

Kur`an sofrasında diz dize oturup yetişen faziletler, her biri bir topluluğagurur vesilesi olabilecek gönüller kazanmış, insanlığın insana emanet olduğudünya sahnesinde uygulamalarıyla rehberlik ederek, onca büyük insanyetiştirmiştir.

Büyük İslam dininin temelinin ve ruhunun, iyi ahlakla ahlaklanmakolduğu bildirilmiştir.

Bu amaca bağlı kalındığı zaman; yeryüzünde bu kadar az süre içinde hayretverici böylesi bir devrimin meydana gelebileceğini de dünya tarihinegöstermiştir.

Eğer reformdan kasıt, uzaklaşılan bu amaca tekrar yaklaşma yollarınıaramaksa; hay hay... Başımızın üstünde yeri vardır.

Tarih iyi incelenirse görülür ki; İslamiyet, Maverâünnehir ufuklarındaparlamaya başlayınca, tarihin en eski efendisi olan soylu Türk, ruhunu tatminedecek, gönlünü doyuracak ışıkları onda görmüş, özlediği ve vicdanının aradığıaşkı onda bulmuştur.

Hicretin doksan dördüncü yılında Buhara`da cami yapıldığı zaman;Türk kalbinin meydanında iman abidesi dikilmiş, Türkler akın akın, bölük bölükİslam dinine girmeye başlamışlardı.

Yine tarih açıkça gösteriyor ki; Peygamberlik nuru Arabistan`dadoğmuş olduğu halde, İslamiyet, aydınlığına can atan vicdanlarıTürkistan`da bulmuştu.

Anlayıştan yoksun ve haksızlığı seven bazı kimseler, "Türklere İslamiyetzorla kabul ettirilmiştir" derler.

Hayır!..

 

Bu soylu millete kimse İslamiyeti zorla kabul ettirmemiştir. Türkler; NeBudizm`in uyuşturucu ayinlerine, ne ateşe tapanların acaip telkin ve geleneklerine,ne de Şamanizm`in ilkel büyülerine gönül vermiyorlardı.

 

Onlar yaradılışları itibariyle, ruhlarına ululuk, kanlarına hareket, nefislerineakıl, yiğitlik ve görkem, çevrelerinin yüksek ilhamlarına güç verecek bir dinarıyorlardı.

İşte Hira Dağı`ndan tek başına açılan "Lâ ilâhe illallah" davası,İslamiyet, vicdanlarının yıllarca özlediği bir sevgili gibi karşılarına çıktı.Onlar da O`nu aşk ile karşıladılar.

İlk başta âşık oldukları nokta; İslamiyet`te hâkim ve mahkum unsurlarolmayacağını anlamalarıydı. Böylelikle İslamiyet, tarihin efendisininruhuna gayet yumuşak ve uygun geldi. Türk, Dini Ahmedî`de adaletlesınırlandırılmış olan hürriyeti görmüş ve ona tutulmuştu... Gerçek vicdanınıgeliştirecek esasları bulmuş, âşık olmuştu...

Ulusal geleneklerini onaylayan kuralları görmüş, zevk ve heyecanla"Lâ ilâhe illallah, Muhammeden Resulullah" deyip, Hak meydanınagirmişti.

Türk, yaradılıştan askerdi. Girdiği din olan İslamiyet de cihadıemrediyordu.

Türk doğuştan yüce gönüllüydü, kimsesizlere karşı alçak gönüllü,Allah`ın yarattıklarına karşı şefkatliydi.

İslamiyet de zekâtı, dinin şartlarından sayıyordu.

 

Kur`anı Mübin`de otuz iki yerde namaz emri, bir yerde hac emri, biryerde oruç emri olduğu halde, yetmiş iki yerde `infak`, yani `veriniz` emri vardı,"düşeni kaldırın" deniyordu.

Özetle, Türk, yaratılışına uygun dini İslamiyet`te bulmuş, İslamiyetde onun ruhsal ihtiyaçlarını doyurmuş ve onu birdenbire yükseltmiş, tarihinen görkemli sayfalarında ona seçkin bir yer kazandırmıştı.

Evet, tarihin en eski efendisi olan soylu Türk`ün doğal dini, yüce İslamdinidir. Türk`ün, gerçek İslamiyet`e bağlı kaldığı sürece daima yükseldiğine,tarihten büyük tanık, belge, senet aramaya gerek var mıdır?

Böyle bir dinin neresinde reform yapacağız?

 

Yüce İslam dini insan ruhunun yanlış inançlarını, yanlış yönelişlerini, yanlış işlerini en yakın, en derin bir etkiyle çözümler. İnsanlarıbirbirinden ayrı kabul etmez. Aralarında soy sop farkı gözetmez. Fakir ilezengini bir tutar. Doğal olmayan göreneklerden ayırır, gerçek olgunlaşmayoluna yöneltir.

Dikkat!

 

Ulusal kültürler İslamiyet`in etkisiyle daha insani, daha uygar kültürlerolarak gelişmeye başlamıştır. İslam dini, "İlim ve irfan hangi ulusun malı olursaolsun, İslamiyet`in nazarında bütün insanlığındır" diye ilan eder.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

 

İslamiyet, insanlığı yaradılışı itibariyle asla birbirinden ayırt edemez. Bu böyle olduğu gibi, akla ve yasalara uygun olan hayati ihtiyaçların değerinide ayırmaz.

Bu büyük dinin gözünde, adalet nerede olsa adalet, zulüm nerede olsazulümdür.

Derya içinde olan balığın deryadan haberi olmayışı gibi, bazı kimselerinde, gözlerinin önünde daima apaçık parıldayan İslamiyet`in nurundan haberleriyoktur.

Bunlar,"İslami hükümlerin uygulama değeri kalmamıştır" derler de,İslami esasların nelerden oluştuğunu bilmezler. En önemli nokta: Bu davayıaçanların, "reform" diye tutturanların davaları da, kanıtları da işitmeye dayanır.

Bunların bazıları da; Batı`da İslamiyet karşıtı kötü niyetle yazılan birtakımeserleri okumuşlar, düşmanın sözleriyle sataşmaya kalkışmışlardır.

Bunlar o kadar zavallı, o kadar anlayışsız kimselerdir ki, "İslami hükümlerOrtaçağda dönemini tamamlamış, geçmiş gitmiştir, uygarlaşmış olan buyüzyılda hiçbir değeri kalmamıştır" derler.

Acaba insaf ile düşünmezler mi ki, değil Ortaçağ, İlk çağ, hatta tarihöncesi çağlarda bile, öyle bir şeyi değerinden düşürmeye sebep olacak biretken bulunamaz.

Ne kadar nurlar, ışıklar vardır ki, yaradılıştan beri insanlığıaydınlatmaktadır.

 

Altın, gümüş ve inci madenleri, evrenin kuruluşundan berideğerinden kaybetmiş midir? Hayır, aksine gösterilen ilgi ve fiyatı, giderekyükselmiştir.

 

İşte, insanın yaradılışıyla eş, öyle faziletler vardır ki, dünyanın sonunakadar, Allah istediği sürece değerlerinden kaybetmeleri mümkündeğildir.

 

Belki onların da değerlerinin kalmadığını iddia edenler olabilir. Fakatdava etmek başka, dava kazanmak başkadır. İşte bu Din-i Mübîn`in emir veyasakları hiçbir çağda değerinden düşmemiştir, düşmeyecektir.

 

 

Çünkü onlar semavi bir nurdur, ilâhi bir ışıktır, bir hikmet denizidir.

 

İşte onun için hiçbir şey, onların hiçbir çağda uygulanma değerlerini düşüremez.

 

Dikkat!

 

Onun tatbiki değerinin kaybolması için, esaslarının olaylarıkapsayamaması, ihtiyaçlara yeterli olamaması gerekirdi. Böyle bir kusur,belki insanın koyduğu kanunlar için geçerli olabilir. Fakat İslam dini için söz konusu olamaz, çünkü o ilâhi kanundur.

 

Ne yapalım, insan ister onaylasın, ister onaylamasın O`nun yüce arzusudoğrultusunda yürüyecektir.

 

O, semavi bir kanundur. Olayları kapsayamamak, ihtiyaçlara yeterliolamamak gibi bir eksikliği bulunması düşünülemez.

 

Dikkat!

İnsan, şimdiki zamanı bilemez, geleceği bilemez, olayları tam olarakkavrayamaz. Onun için kurduğu düzen, gelişen olayları tam olarakkapsayamayabilir. Fakat, Allah`ın yaptığı böyle midir?

 

İslam`ın her hükmünün katışıksız hikmet ve nimet olduğu, bilim ilerledikçedaha iyi anlaşılacaktır.

 

Şimdi İslam`ın esasından, genel hükümlerinden biraz dahabahsedelim:

 

Yönetim konusunda İslam`ın hareket çizgisi, devlettir. Devletsizliği,kanunsuzluğu, göçebe hayatını İslamiyet, uygarlığın dışında görür.

 

Devletçilik de, baskıyı, başına buyruk yönetimi yasal kılamaz.

 

Evet, İslamiyet`in beğendiği yönetim biçimi, halkın oyuna dayananyönetim biçimidir.

 

İslamiyet devlette sorumluluğu olmayan kimseyi kabul etmez. Uygarlıkda İslamiyet`in bu bakış açısını kabule doğru yürümüyor mu?

 

İslamiyet, dış politikada, düşman uluslara karşı daima tetiktebulunmayı, hile ve oyunlara aldanmamayı, her durumda onlardan üstün birgüçte bulunmayı emreder.

 

İslamiyet, yöneticilere, halka adalet ve merhametle davranmayı emreder.Buna karşılık da halka, hükümetin adaletli emirlerine, yasaklarına,kanunlarına ve düzenine boyun eğme görevini yükler.

 

Bunun acaba neresinde reform yapılabilir?

 

Bu çağın en gözde konularından biri de, hürriyettir. İslamiyet de, adaletlesınırlandırılmış hürriyetten ibarettir.

 

İslamiyet`in temel ölçüsü, mutlak adalettir.

Adalete öyle bir derece vermiştir ki, onun "uzun yılların ibadetindendaha geçerli bir ibadet, daha hayırlı bir tapınma" olduğunu söyler.

"Bir toplum, dine karşı geldiği halde kalıcı olabilir. Ama zulüm ilekesinlikle kalıcı olamaz" der.

İşte bütün dünyanın sevgi duyduğu, ama bir türlü elde etmeyi başaramadığı, o adalet değil midir?

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Reformla kastedilen; özel aile ilişkileri yerine, genel ve uygunsuz,zevk ve keyif verici geçici ilişkiler koymaksa, İslamiyet`te böyle reforma yeryoktur.

Reformun prensipleri; hak ve bâtılı, helal ve haramı, sevap ve günahıbirbirinden ayırmaksızın, faziletleri yok sayıp, hayatı sırf çıkarlardan ibaretve her şeyi mübah (yapılmasında sakınca olmayan) kabul etmek ise, İslamiyetböyle reforma yer vermez.

Reformun en belirgin özelliği, adaletsiz bir hürriyet adına, çocuklarıana-babasına, büyüğüne itaat ettirmemek ise, İslamiyet böyle reformterbiyesini terbiyesizlik kabul eder.

Reformun amacı, ilkesi; sadece maddi olmak ve maneviyata değer veönem vermemek ise, İslamiyet, insanlığın bu yolda asileşmesini felaket kabuleder.

Açıkçası:

 

Müslümanların İslam`ın feyzi ile ilerledikleri dönemlerde, Avrupa`daderebeylik yönetimi vardı ve İslam üniversitelerine ilim eğitimi için, akın akınhıristiyan öğrenciler geliyordu.

Tarih denen büyük ilim ortadan kalkmadıkça, İslam uygarlığının Avrupauygarlığı üzerinde büyük etkileri olduğunu kim inkâr edebilir?

Evet, İslam uygarlığı, Avrupa uygarlığını bilimsel ve ahlaki yönden çoketkilemiştir. Bilim ve fen, Avrupa`ya müslümanlar tarafından yayılmıştır.

İspanya`da İslam devletinin kurulması, Avrupa`yı canlandırdı.Müslümanların bütün ilimleri, Avrupa`ya bu yolla geçti ve böyle dağıldı. Busuretle müslümanlar, bütün hıristiyanları bilim ve fen egemenliği altındayaşattılar. O egemenlik, Avrupa`da altı yüzyıl sürdü.

 

İşte beğenmediğimiz, "Reform isteriz!" diye tutturduğumuz gerçekİslamiyet, Avrupa`yı böylece egemenliği altında bulundurdu.

 

Tarih iyi incelenir, insaf terk edilmezse, yüce İslam dininin insanı hiçbirzaman geri bırakmadığını görürüz.

 

Bilir misiniz, ne geri bırakır?

İki yüzlülük ve yalan. Bu ikisi, yılandan daha kötü düşmanlardır. İslamdini gerçeği arayanlara yol gösterdiği, ümitsiz ve bezgin olanlara ümit vecesaret verdiği, bütün insanlığa mutluluk vaat ettiği için, rahmetin ta kendisidir.

 

Bir ulusun feyiz ve yüceliği, ancak iki şey ile devamlı olabilir. Biribireylerinin kalp ve kalıplarının birleşmesi, vahdete (birliğe) eğilimleri; diğeri,vakardan ödün verdirtmeyecek bir egemenliğe sahip bulunmalarıdır.

 

İşte Allahu Teâlâ, bir ulusun varlığının devamını dilerse, onun yaradılışınabu iki yüce sıfatı vererek, onu olgun bir şekilde meydana getirir. O zaman oulus, yüce amaca ulaşır. Bir millette de vahdete eğilim gördün mü, omilletin bilinmeyen (gaybi) ilâhi hazineden donatıldığını bil.

 

Tarihi açar, gerektiği gibi inceler, bütün milletlerin olgunlaşmasındaki, sonaermesindeki hallerini iyi araştırırsak, insanlık toplumu hakkında geçerli olanilahi kanunu şu şekilde buluruz: Allah bir ulusu, ancak o ulus bölünme, geçimsizlik(nifak) ve uyuşmazlık hastalıklarına tutulduktan sonra yok ediyor.

Bu din de bize, "Birçok vücutta tek ruh olarak yaşayın!" diye emrediyor."Karşındaki ya dinde kardeşin, ya da yaradılışta bir eşin" diye sesleniyor.

Bu dinin neresinde reform yapacağız?

 

Özetle, bizde bir gerilik varsa, Allah`ın, Peygamber`in bizeyasaklamış olduğu bölünmeye, geçimsizliğe düştüğümüzden dolayı olabilir.Kıskançlığı, yalanı, ikiyüzlülüğü kaldır; Kudret, semayı senin ayağına indirir.

Bu din bizden bunu bekler. Yoksa, nefsin kaprislerine uygun reformbeklemez.

Bir din ki insanın kurtuluşunu, bütün yeteneklerin güzel gelişmesiolarak ilan eder; insanın yaratılışında saklı olan ahlaki ve ruhsalfaziletlerin, ancak kabrin öte tarafında meyvelerini toplayacağını açıklar;dünya hayatında ise bu faziletleri daha yüksek aşamalara hazırlamak içingeliştirmeyi o kimsenin üzerine zorunlu kılar, dünya hayatını ahiret hayatının birhazırlayıcısı kabul eder; "İnsanlık, tüketmek için değil, dosdoğru çalışıpkazanarak, yücelmeyi sağlamak için doğmuştur" diye açıklar.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Müslümanlar, İslamiyet`e sımsıkı sarıldıkları zaman, kâinatın efendisiolarak yaşamışlar, her sahada gelişmişlerdir. Bilim ve mimarlıkta birçokşaheserler meydana getirmede, süslemede dünyanın üstadları olduklarınıkim inkâr edebilir?

İslam mimarlarının girdikleri her yerde yapılan tapınaklar, saraylar,dünyaya yeni bir şekil vermemiş midir?

Yine İslam dininin, sanat ve ticarete ne kadar geniş değer verdiğiniinkâra kimin gücü yeter?

 

Evet, bu büyük din sanatkârlara, ticaretle uğraşanlara, o kadar geniş veşerefli dereceler vermiştir ki, o sayede ticaret ve sanatla uğraşanların,madenlerin çıkarılıp işlenmesinden, türlü türlü alet edevatlara, silahlarakadar neler meydana getirdikleri herkesçe bilinmektedir.

 

Tarihte bir dönem kapatıp, yeni bir dönem başlatan, olmazı olur yapan,karada gemi yürüten, yirmi üç yaşında cihangir olan Fatih`in döktüğü toplar, bugünAlman müzelerinde sergileniyor.

 

Onun kazandığı bu zafer, onu sarhoş edip Allah ile büyüklük yarışınaçıkarmamış, önlüğünü giyip "Bu zaferi siz kazandınız, müslümanlar" diye,erlerine yemek dağıtmak hizmetinde bulundurtmuştur. Zaferle kafası gökleredikilmemiş, Bizans`ı fethettiği zaman secdelere kapanmıştır.

 

Özetle, İslamiyet ile müslümanlar her alanda o kadar ilerlemişlerdirki, yeryüzünü ve hayatın şeklini değiştirmişlerdir.

 

Sözgelimi, İslam fabrikalarında yapılan kâğıt, İspanya`dan Fransa`ya,İtalya`ya, İngiltere`ye, Almanya`ya on üçüncü yüzyılda geçmiştir.

 

Barutun kullanımı üzerine çalışanlar müslümanlardır.

 

Hangi birini sayalım? Müslümanlar bitkilerle uğraşmışlar, o kadarileriye götürmüşlerdir ki, onları aşı ile birleştirmişlerdir. Ticareti kolaylaştırmakve haberleşmeyi sağlamak için yollar açmışlar, postalar düzenlemişler, geçitlerdekuyular açmışlar, su depoları yapmışlardır. Yine müslümanlar, jeolojikonusunda göz kamaştırıcı eserler yazmışlardır.

Müslümanlar, İslamiyet`in sadece metnine, sözüne değil, özüne hakkıylasahip oldukları zaman, bundan önce anlattığımız gibi hangi alanda bilime konu,sanata model vermemişlerdir ki...

 

İslamiyet bunların hepsini özendirip, geliştirdiği halde, Roma`lıların koyduğu kanunlar, bu hususa tamamen karşı gelmiştir. Yine ozamanlar birçok kişi, Eflatun`un felsefesini izlemişlerdi. Bu felsefe, sanayi ileuğraşan kimselere medeni hakları layık görmüyordu.

 

Bir de İslam`ın nuruna bak:

 

Büyük Peygamber, Tebük zaferinden dönüyorlardı. Sevgilidostlarından Hz. Muaz karşılamaya çıktı, sırtını sıvazladılar. Şerefli Peygamber,"Kebedet yedâke yâ Muaz!" Yani, "Yâ Muaz, ellerin nasırlanmış" dediler."Evet ya Resûlallah, getirdiğin dinin gösterdiği yolda helal kazanayım,çoluğumun, çocuğumun geçimliklerini alın teriyle çıkarayım diye sıkıçalışıyorum, çiftçilik yapıyorum, bundan dolayı ellerim nasırlandı," deyinceCenabı Peygamber, Ashabı Kiram`ına "İşte öpülecek el!" diye Muaz`ın eliniokşayarak gösterdiler ve "Allah`ım, bu elin sahibini korur" buyurdular.

 

Şimdi böyle bir dinin acaba neresinde reform yapılabilir?

 

O halde kabahat İslamiyet`te değil, bizim müslümanlığımızdadır.İslamiyet, batmayan bir güneştir. Müslümanlık da o güneşin girdiği yerdir. Ogüneşe perde çekilmez.

 

Sen, nefsinden doğan ve adına reform diye tutturmuş olduğun perdeylekalbinin penceresini kaparsan, kendin karanlıkta kalırsın, İslamiyet`e bir şeyolmaz. Dinde reform yapılmak isteniyorsa, dinin kendi yapısında değil, onunsahibiyiz diye geçinen müslümanların çoğunluğunun ona sırt çevirmelerinidüzeltmek için yapılmalıdır. Yüzler Peygamberlik nuruna çevrilmelidir. Evet,gerçeğin kapıları henüz kapalıdır. Geleceğin yolları ise sayılamayacakkadar çoktur. Bu karanlığı yok edecek bir ışık vardır ki, o da ancakPeygamberlik nurudur.

 

İnsan aklı, bir dereceye kadar hikmet âleminde (dünyada)dolaşabiliyor. Fakat insan, yalnız hikmet âlemine ait bir varlık değildir. Bir tarafıda kudret âlemine (ahirete) bağlıdır. Oraya gelince, akıl ve fikir tıkanıp kalıyor.Orada keşif ve geçiş, vahiy ile mümkün oluyor. İşte insan, ona gerektiği gibiiman ettiği gün huzur buluyor. Acaba gerçekten âlemde o iman zevkininüstünde bir zevk var mıdır? İmanı olmayan kalp, şüphelerin oyun alanıdeğildir de, ya nedir?

 

Evet, her an kuşku ve şüphe içinde yaşamaktan daha sıkıcı ne vardır?

 

İşte bu büyük din, insanlığın hem duygularını, hem de aklını tatmineder.

 

Bu büyük din, kesinlikle kör ve tutucu kurallardan yana değildir. Yolundagidenlere daima, "Hazır ol, olumlu bir imana, aydın bir düşünceye sahip ol"diye seslenir.

 

Neresinde reform yapılabilir?

 

Yine bu büyük dinin ilk önerisi; ahlaktır, Hak sevgisidir, insaftır, ölçülüolmaktır.

 

Bu din, hakikate dayanan bir dindir. "Müslümanın kalbi her şeydenönce hak ve hakikatı sever" der. "Müslümanda nefsani tutuculuk olmaz. Obenlikten soyunarak Hak`kı sever" der. Çünkü Allahu Teâlâ, Hak Teâlâ`dır.

 

İnsanlık, çoğunlukla nefislerine yenilir. Onun için heves ve isteklerineuygun olmayan gerçekleri inkâr eder. Bundan dolayı insan hakları darmadağınolur. Bunu ise ancak, Allah sevgisi önler. Hak sevgisinin bütün duygularaegemen olmasını bu din emrettiği gibi, insanlara gerçeği sevmeyi, düşüncetarafsızlığını, vicdanda hakbilirliği de bu din emrediyor.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Evet, İslam`da tutuculuk (taassup) yerilmiştir, ayıptır. İnsanlığın en büyüktaşkınlığı, kendi isteklerini Allah`ın emri gibi tanıtmaya çalışmasıdır.Budinderki,"İnsanlığınbütünacıları,Allah`ınhükümlerini hiçe sayarak, yetkisahiplerinin keyiflerini, iradelerinin eğilimlerini hoş görmelerinden ileri gelir.İşte o hoş görülen şey, bütün zulümlerin kaynağı olur."

Bütün baskı yöntemlerinin, kuvvet sahipleri üzerinde olan ilâhi kudretitanımamaktan ileri geldiğini bildiren bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Bu büyük din; bütün insanlığın rahatını, güvenliğini sağlamak için,dinlenmeksizin o uğurda cihada koşmayı emreder. Yolunda gidenlerdenböyle bir çalışma bekler...

İslam`ın gözünde insanların mutlak eşitliğe sahip olduklarını ilan eder.

Bireylerin, özel davranışlarında aklı selim içinde, çoğunluğun gaye edindiğiamaçtan başka bir amaca yönelemeyeceklerini, bütün baskılara, etkilere karşısağlam bir kale gibi olmalarını emreder.

"Uyuşmazlıklar, nefislerden doğmayacak, ruhlardan doğacak.Anlaşmazlık, birleşmek için olacak, ayrılmak için değil" der. Bir toplumda buhalin görünebilmesi için de bireylerin; akıl yürütme, araştırma, düşüncehürriyeti, namus, cömertlik, azla yetinmek, tatlılık, ağırbaşlılık, çaba ve gayretbüyüklüğü, sabır ve sakinlik, yumuşaklık, yiğitlik, hürmet, cesaret,bağlılık, vefa, emanet, kalp huzuru, bağışlama, merhamet, koruyuculuk,adalet sevgisi ve şefkat gibi, yüce sıfatlarla donanmış olmasını temel alan birdinin neresinde reform yapılacak?

"Fazilet, çıkarlara tercih edilmedikçe, gerçek yükselmeye imkânyoktur" diye haykıran bir dinin, neresinde reform yapılabilir?

 

Reformla amaçlanan şey, o büyük dinin ibadetini, taatını, hatta kalp ileolan içten bağlılığını da kaldırıp, yalnız dil ile bu dine ilgisi varmış gibigözükmekse, ona reform denmez, yıkım denir, yıkım...

 

Bazı kimselere göre, dinde reform yapılırsa, ilerleme daha kolay ve çabukolurmuş.

 

Şimdi yeri gelmişken, şu ilerleme kavramı üzerinde de biraz duralım:

 

İlerlemek, yükselmek gibi kavramlar, kullanıldıkları yere göre anlamtaşırlar. Âdemoğlunun öyle bir mutlak hedefi olmalıdır ki; ona doğru gidişindeartarak yer alan hareketlere, her bakımdan insanlığın `ilerlemesi` denilebilsin.Halbuki insanların sayısı kadar, belki daha da çok hedef vardır. Herkes, ilerlemedenince kendi bakış açısına göre bir hedefe varmak anlamını çıkarır. Demek kibütün insanlar için ilerleme, izafi (göreceli) bir anlam taşıyor.

 

Şimdi, birçok sebepler, olaylar vardır ki, insanların ihtiraslarını coşturur vekötülüklerde ilerlemesine neden olur. Buna ise gerçekte, ilerleme, yükselmedenmez, gerileme ve çökme denir.

 

Yine âlemde birçok sebep ve olay vardır ki, bunlar da insanların hayırlıişlerde ilerlemesini sağlar. Servetlerine servet katar, babasının varlığına oğlu davarlığını ekler. İşte gerçek ilerleme ve yükselme, budur.

 

Bu büyük din, insanların ilerlemesi ve yükselmesi için, yerde, gökte nekadar kapı varsa, hepsini ardına kadar açmıştır.

 

"Kaygılanmayı bırak, hazır ol, samimiliği ve temizliği elde et, geliş vegidişindeki amacı düşün, içeriye gir!" der.

Aslında Kudret, isteyerek tasdik etmeyeni, istemeyerek öyle tasdik ettirirki.

Nasihatle doğru yolu bulamayana onu felaketle buldurur, felaketle...Nasihat, sözle yol göstermektir. Felaket ise uygulamalı bir uyarıdır.Uygulamalı uyarılar, tecrübeler ise, daha etkili olur.

Güzel bir havada, sakin bir denizde, gemideki yolculardan dine karşıkayıtsız olan ve onu küçük görenlere, maneviyatın gereğinden, bu dinininsanlara bağışlamış olduğu sonsuz mutluluktan, vicdanlara verdiği büyükhuzurdan bahsedilse, en mantıklı deliller getirilse, yine de dinletilemez. Çünkünasihattır. Fakat aniden çıkan bir fırtına, onların derhal dua ve yalvarma içinellerini semaya doğru yükseltmelerine yeter. Çünkü felakettir.

Evet, sağlıklıyken maneviyata inananlara, "ahmak" diyen nicelerini gördük. İnandırmaya çalışanlara karşı hiddet ve şiddet gösteren nicelerineşahit olduk... Bunları can çekişme hallerinde ziyarete giderseniz, bir zamanlarmaneviyat anlatıldığı zaman semayı deler gibi bakan gözleri değişmiş, aynıgözlerin şimdi hazin ve dolgun bir şekilde semaya yönelmiş, maneviyatâleminden hayat ve şifa dilenmekte olduğunu görürsünüz.

Şuna dikkat edelim ki; minik bir çocuğun insani yetenekleri henüzgelişmemiştir. Fakat hayvani yetenekleri yaradılıştan ortadadır. İşte bu mahlukuHak`ka yöneltecek, iyi huy ile dolduracak şey, ancak Din`dir...

Bu büyük din, zorlama ve baskıya uğratmaksızın, insanlığa itaatkanununu öğretmiştir.

İslam ahlakı, bütün ahlakların üstündedir. Çünkü onda ilâhi iradeyebilinçli bir şekilde teslim olma, aklın ve mantığın kabul edemeyeceğişeylerden sakındırma, insanlar arasında uzlaşma, kaynaşma ve kardeşlikesasları vardır.

İşte bundan dolayı İslamiyet, insanlık için uyulması gereken birörnektir. Ve böyle olduğunu da her gün görmekteyiz. Bugün İslam`ın enbüyük delili olan Kur`anı Mübin`i sevgiyle ve hürmetle koynunda gezdiren,ona gönül veren, Kur`an sofrasında oturmaya hazır birçok Batılı âlimiseyrediyoruz...

 

Bu büyük din, insanın edebine, bedenine, dinine zarar veren şeyleriyasak ettiği gibi, içki, kumar ve fuhuşu da yasaklamıştır.

 

Bu büyük dinde, seçkinlerle sıradan kişilerin dengesi ve fakirin zenginedüşman olmaması için, Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun) "Faizyasaktır" diye emretmiş ve fakir ile zenginin birbirine sarılabilmesi için, zekâtkurumlarının kurulmasını bildirmiş, böylece fakiri zengine hissedar yapmıştır.

 

Şimdi, böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Bu din, sadece Allah hakkındaki öğreti ve bildirilerle, dünya denilen buâlemde insanın çok yüksek bir dereceye sahip ve Hak`kın vekili olduğunu, ona ruhüflenerek seçkin bir varlık olarak yaratıldığını, tam bir bağımsızlık ve hürriyete sahipolduğunu bildirmekle yetinmez. Kısacası, insana yol göstermek için benzerigörülmemiş esaslar ile donatılmış pratik bir din olmakla kalmaz, insanlığı enbüyük maddi ve ilmi ilerlemelerle yürütür.

 

İşte bundan dolayıdır ki İslamiyet, İslam`a inananlarda bu sırları bilmeyeve anlamaya karşı kuvvetli bir istek meydana getirdi. Bu isteği karşılamakiçin bu dinin gerçek bağlıları, aşk ile çalışıp, cihanı irfan nuru ile aydınlattılar...Cehaleti gördükleri yere ilmi, zulmü gördükleri yere adaleti, inkârıgördükleri yere imanı koydular. Çünkü onlar, Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun)`nin sesini işitmişlerdi... O ses, sıradan bir insan sesi değildi. O ses,insanlığı ölüm uykusundan uyandıran sesti.

 

Karlayl (Carlyle) der ki:

"Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun.) öyle bir inkılâp yapmıştır ki,onun ortaya çıkışı Arapları karanlıktan aydınlığa çıkarmış, Arabistan ancak busayede canlanmıştır. Hz. Peygamber bunlara, iman edecekleri bir kelimeylegönderildi. O gelmeden önce hiç dikkat çekmeyen insanlar, O gelince cihanındikkatini üzerlerine çektiler. Arabistan bir taraftan Granada`ya, diğer taraftanDelhi`ye kadar uzandı. Dünyanın büyük bir bölümü, ilim ve irfan ışığınaboğuldu.

Aslında İslam dini böyle büyük, böyle hayat veren bir dindir. Onaiman eden bir millet, verimli, yüksek ve büyük bir tarihe sahip olur.

Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun.) kapkaranlık çöllerinortasında bir alev gibi parladı... Çölün kumları o ateş ile infilak etti... Bupatlamanın alevleri Delhi ile Granada arasında uzayan ufukları aydınlattı..."

 

Yine Karlayl şöyle söyler:

 

"İnsanlar Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun.)`nin sesini dinlemeli,dinlemeli..."

 

Evet, bugün Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun)`nin sesidünyanın her köşesinde, İngiltere`de, Amerika`da, Avustralya`da,Japonya`da, Almanya`da bütün insanlar tarafından dinleniyor ve sonsuzakadar da dinlenecektir.

O`nun getirdiği bu büyük dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Büyük Peygamber bu âlemden çekilip, Cemal âlemine gittikleri zaman,Müslümanlara ilerlemeyi elde etmeleri için gereken hiçbir şeyi eksikbırakmadı. "Kur`an`dan ayrılmayın, birliği bozmayın!" dedi.

Evet, bir amacın gerçekleşebilmesi için, birlik en büyük esastır. Müslümanlarda yıkım, Kur`an`ı mezarlık ve ölü kitabı yaptıkları anlardabaşlamış, birlik de o günden başlayarak bozulmuştur.

Şimdi reformdan amaç, Kur`an`ı mezarlık kitabı olma halinden kurtarıp,dirilere gönderildiği için, insanın hayatını ona uydurması anlamında ise,diyecek yok. Ama ona da reform denmez, İslam`ın bağrına dönüş denir,dönüş...

Bu büyük din, insanı ahlakça öylesine geliştirir ki; insan saygı ile,sevgi ile Allah`tan korkmaya başlar. İşte her hikmetin başı da odur. Oolmadıkça insan, zalimdir. Zalim de ne yaparsa yapsın, sonu hayalkırıklığıdır. Hatta iyilik bile yapmak istese, yine hayal kırıklığı ile karşılaşır.

Çünkü; "Ve lâ yeziydüz zalimiyne illâ hasârâ" buyurulmuştur. Yanizalimler, ancak Allah`tan korkmayanlardır.

Aslında Allah`tan korkmaya katlanamayan, zorunlu olarak insanlardankorkar... Bu çeşit korkular da bir milletin yıkımına sebep olur.

İşte, Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun.)`e bağlı olanlar,insanlardan korkmuyorlardı. Bundan başka büyük ile küçük, zengin ilefakir arasında bir fark gözetmiyorlardı... Asâsı kılıcından daha korkunç olanHz. Ömer, bir fakir kadının bedduası karşısında tir tir titriyordu.

Evet, kanunları gözeten Hz. Ömer, emirlik makamına gelmişti. Milletinişiyle o kadar doluydu ki, en samimi dostlarıyla bile konuşacak zamanıkalmamıştı.

Hz. Abbas diyor ki:

-                Hiç olmazsa gece olunca ziyaretine gideyim dedim. Karanlık birgeceydi, ayaz da vardı. Fakat ziyaretine niyet ettim, çıktım. Sokaktabenden başka da kimse yoktu. Baktım, uzaktan heybetli bir zât geliyor.Acaba kimdir diye düşünürken, Hz. Ömer olduğunu gördüm. Selamlaştık..."Size geliyorum" dedim.

–               İyi ama ben görevdeyim.

 

–               Gece mi?

 

–               Gece, gündüz... Ben görevliyim, sorumluyum, milletin yükünüomuzuma almışım.

–               Seni çok göreceğim geldi.

 

–               Öyle ise, ben gücüm yettiği kadar bütün mahalleleri dolaşacağım,devriyeye çıktım. Ne var, ne yok, anlayabildiğim kadar anlamayaçalışacağım. Sen de istersen beraber gezelim...

Hz. Ömer`in halinden mi, yoksa halkın vicdanındaki huzurdan mıaksediyordu, bilemiyorum ama, sanki ortalığı ahirete ait bir sükunet kaplamıştı...Sağlı sollu kapıların önünde dura dura yürüyorduk. Evlerin içindekiler,bundan habersizdi. Ömer bu işte o kadar titiz davranıyordu ki, harap, kırık birkapının önünde dahi duraklamadan geçmiyordu. Medine`nin dışınaçıkmıştık... Derinlere doğru bakıyordu... Bir çadır gördü. "Oraya dayürüyelim," dedi. Çadırın önüne geldik, içerden mini mini çocuk sesleri "Açız,açız... ne olursun bir lokma ver," diye feryat ediyorlardı. İslam adabında izinalmaksızın hiçbir yere girilmediği halde, çocukların feryadından Hz. Ömer iznifalan unuttu, içeriye girdi. Ocak başında ihtiyar bir anne, ateş üzerinde kaynayanşeyi karıştırıyordu. Gözyaşları içinde: "Durun yavrularım, sabredin, şimdipişecek..." diyordu. Çocukların feryadı daha da yükselmişti.

Hz. Ömer selam verdi, ihtiyar anne selamı aldı.

 

–               Bu çocuklar niye ağlıyor? Bu zamana kadar neden bu yemekpişmedi?

–               Onlar niye mi ağlıyor? Bu gün ikinci gündür açlar. Ocaktakaynayanı yemek mi zannediyorsun? Avuturum da uyurlar diye sukaynatıyorum, su!..

Beyaz elbisesinin içerisinde nurani ve heybetli bir görünüşe sahip olanHz. Ömer, o kadar erimiş, o kadar erimişti ki, onun bu haline acımamak eldengelmezdi...

İhtiyar anne:

 

–               Beni ayıplamayın. Yavrular bana ne yapacağımı şaşırttı. Belkisusarlar dedim.

Hz. Ömer korka korka:

 

–               Teyze, senin hiç kimsen yok mu? Kocan, oğlun filan?

 

–               Kimi şehid oldu, kimi öldü. Bunlar torunlarım.

 

–               Peki, insan gidip de halini Ömer`e söylemez mi?

 

–               Ömer`e mi?.. Allah onu en kısa zamanda yok etsin, saadetiyıkılsın... Bayrağı yerlere serilsin... Ölür de sizin halifenize yüz suyu dökmem!Sonra Ömer de kim? Benim babam ondan çok daha cömert adamdı...

Bir aralık, çocukların "açız" sedası yine yükselmeye başladı. Kadınellerini, semaya kaldırdı:

–               Ya Rabbi! Bu yetimlerin âhları birer yıldırım olsun da Ömer`intepesini delsin...

Hz. Ömer bu beddualar karşısında tir tir titriyordu:

 

–               Teyze, etme, diyordu. Kendisine haber verilmeyince ne bilsin?

 

–               Ne mi bilsin? İnsan yanındaki çadırdan gelen iniltiyi duymaz mı?Duyamayacaktı da, zamanında milletin yükünü neden üstlendi?.. Böyle sözlerilahi katta kabul edilecek mazeretler değildir.

–               Sonunda Hz. Ömer bana, "Çabuk, çıkalım!" dedi, çıktık.Medine`nin dolambaçlı sokaklarından gide gide erzak ambarına girdik:

–               Şu un çuvalını bana yükle! dedi.

 

–               Ya Ömer, ben yükleneyim... diye rica ettim.

 

–               Hayır, hayır... işitmedin mi kadının sözünü, ne kadar haklı.Zamanında ben ağır ve sorumluluk isteyen bu işi üzerimealmayacaktım, Abbas! Milletin hesabını ilâhi huzurda vermek kolay şeydeğildir... Dicle`nin kenarında otlayan bir koyunu bir kurt aşıracak olsa, ilâhiadalet Ömer`den onu soracaktır. Evet, yere haksızca, zulüm ile bir damla kandamlasa, o damla büyük, koca bir girdap olur, Ömer`i boğar... Kadınınsözleriyle hâlâ tir tir titriyorum. Bana acıyorsan şu yağ testisini al.

Yola koyulup çadıra döndük. Hz. Ömer hemen yemeği pişirmeyehazırlandı, bu sefer de ocak söndü. Tekrar ocağı uyandırmaya çalıştık. Hz.Ömer üflüyordu... Beyaz, nurani sakallarının arasından zifiri dumanlarçıkarken, yer gök heyecan içinde onu seyrediyordu. Sonunda yemek pişti.Hz. Ömer, dizlerinin üzerinde çocukların karnını doyurdu, çocuklar gülmeyebaşladılar, biraz sonra uykuları geldi...

Ben de Ömer`e yavaşça:

 

–               Kalk, sabah olacak! dedim.

 

–               Evet! dedi.

 

Ömer çıkarken kadına:

 

–               Teyze, yarın Emirlik makamına gel. Biz durumu Emir`ebildiririz, inşaallah hakkınızda hayırlı olur.

Öylece çadırdan ayrıldık, Hz. Ömer`e rica ettim:

–               Ben yarın, izin verirsen yanında bulunacağım, bakalım kadın gelincene yapacak? Onun halini görmeyi pek merak ediyorum.

 

Hz. Ömer:

 

–               Peki! dedi.

 

Öğle vakti kadın geldi. Bizi görünce, vakur bir olgunlukla geri döndü. Hz.Ömer`i hayret kaplamıştı.

 

–               Ne tuhaf  kadın. Acaba bizde yine bir kusur mu gördü? dedi.Hemen:

 

–               Teyze, beni bağışladın mı? Kadın:

 

–               Adaletini her zaman böyle görmek isterim, cevabını verdi.

 

Şimdi bu herkesin bildiği bir olaydır, ama bunun incelikleri üzerindebiraz duralım...

 

Kanunların koruyucusu olan Hz. Ömer, bu büyük dinin, bu aşk dinininpotasında erimeden önce ne halde idi, bir bakalım. O Hz. Ömer ki, mini mini birkız çocuğunu, İslamiyet`ten önceki dönemin kuralları gereği, diri diri toprağagömmüştü.

 

İslam`ın nuru ile içinde bulunduğu karanlıktan aydınlığa çıkıp Hz. Ömerolduktan sonra, pişmanlıkla ah çeker, gözleri acımayla dolarmış. Bu halinnedeni kendisine sorulduğu zaman:

 

–               Evet, İslam`ın nuruna kavuşmazdan önceki hâlim gözümün önünegelir de, onun için ah ederim. Ben bu iri ellerimle yavrumu toprağın içineiterken, oda mini mini elleriyle, benim sakalıma bulaşmış olan toprakları,silkeliyordu... Allah yol göstermeseydi, Cenabı Ahmediyet`in  merhameteli elimden tutmasaydı, ben büyük bir eşkıyadan başka ne olabilirdim?...

 

İşte birinci Ömer...

Bu büyük dinin manasına daldıktan sonra, ihtiyar anneninkarşısında ikinci Ömer...

Taban tabana zıt iki hâl...

 

Bu dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Sonra bu büyük din, kendisine tertemiz bir sevgiyle bağlanmış olaninananlarına nasıl bir onur vermiştir ki, ihtiyar kadına, evet son dereceçaresizlik içinde kalmış İslam`ın annesine, "Ölür de sizin halifenize yüzsuyu dökmem" dedirtmişti? Haydi önc

İşte o anne, bu feyzi nereden almıştı? Büyük dinden... e tanımıyordu,fakat sonra, Emirliğe geldikten sonraki vakarı ne idi?

Çünkü İslam, "İnsanda Allah`ın emaneti vardır. Bunun için insanlıkonuru  ayak altına alınmaz" diye, ilk dersi veriyordu... "Kerim (soylu, cömert)olanlar, kerim olanlara dahi yüz suyu dökmez" diye öğretiyordu.

Sonra Hz. Ömer de ihtiyar hanıma bu yakarışı yaptığı zaman, bin dörtyüz şehir fethetmişti. Öyle şehirler ki, her biri başka bir iklim idi.

Dünya daima iki kuvvet tecellisinde yürür. İşte Ömer, binlerce senelik oiki kuvveti yıkmıştı, yalnız hak kuvveti meydanda idi. Âlemde benzerigörülmemiş bir inkılâp belirişi ortaya çıkmıştı.

Ve bu büyük dinin sayesinde bu varlıklar, gerçek takipçisinişımartmamıştı.

Acaba bu dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Evet, İmamıAli`nin katili, Hz.Ali`yi zehirli kılıçla ensesinden vurmuştu.Hz.Ali`nin dostları hemen katili yakaladılar, hırpalamaya başladılar. Hz. Alikendi can acısı arasında:

-         Ne yapıyorsunuz? Ben hayattayım, dokunmayın, zulümedenlerden olursunuz, diye bağırıyordu.

İnsanı bu kadar büyüten bir dinin, neresinde reform yapılabilir?

 

Yine Hz. Ali, savaş meydanında yere yatırmış olduğudüşmanının başını tam vücudundan ayıracakken, altındaki düşman sonsavunması olarak Hz. Ali`nin Hak aynası olan yüzüne, ağır bir tükürükfırlattı. Hz.Ali düşmanın üzerinden hemen kılıcını kaldırdı ve:

–               Kalk!.. dedi.

 

İradeli, bilinçli, ölüm anında bile kendisini kaybetmeyen düşmanşaşırmıştı... CenabıAli`ye sordu:

–               Hangi şey benim başımı vücudumdan ayırmaktan sizialıkoydu?

–               Yüzüme tükürmen... Yüzüme tükürdün, nefsim coştu. Biz kendihesabımıza kimseye el sürmeyiz. Yarısı kendi nefsim için, yarısı Hak için sanakılıç vuramazdım. Onun için kılıcımı boynundan hemen kaldırdım. Yineçarpışacağız...

Düşman şaşırmıştı. Bu büyük insana bu büyük feyz, nereden geliyordiye düşünüyordu...

İşte İslam`ın bu uygarlığını görmeyip de; evet, İslam`ın bağrındaki obüyük uygarlığı seyretmeyip de, "İlerleme, ilerleme" diye tutturup yarımsaatte milyonlarca can alan bir uygarlıkta, bu büyüklükte bir adamgösterilebilir mi?

Bu din, "geveze olmaktan çok çalışkan ol, kuvvetin çenende olmasın,kollarında olsun, insanlığa hizmetin bulunsun..." diye emreder.

İnsanlığın Fahri Ebedisi buyuruyor ki:

"İlahi huzura çıktığınız zaman, Cenabı Hak sizi nasıl tanıyacakzannediyorsunuz? Sizi çocuklarınıza sevginizle, diğer insanlaradostluğunuzla tanıyacaktır.

Allah`ınızı seviyor musunuz?.. O halde önce insanları seviniz! Allah`ayaklaşmak mı istiyorsunuz? Yarattıklarını seviniz!

Kendiniz için istediğinizi, onlar için de isteyiniz..."

 

Bu büyük din ancak, inananları ve geleceğin inananların olduğunainananları, gerçek dostluk ile kardeştirler diye ilan eder.

 

Bu dinin bu büyük buyruğunu gönül âleminde duyan kimse, millette nezaman düşkünlük ve sefalet görse, bunu diğerlerinin sıkıntısı gibi değil, kendisıkıntısı gibi kabul eder.

 

İşte bu hal meydana gelince, insanlık uğruna kendi kişiliğini terk eder.Başkalarını sevmek, nefsiyle karşılaştırmak hali belirir. "Önce canan, sonracan" diye yaşamayı, kendine zevk edinir. Milletin mutluluğunu kendimutluluğuna tercih eder. Kendi mutluluğu için nasıl çalışırsa, insanlığınmutluluğu için de aynı şekilde çalışır.

 

Şimdi bunu emreden ve öğreten bir dinin, acaba neresinde reformyapılabilir?

 

Bu büyük din, kendisine bağlananların seçkin işareti, içten dostluk`turder.

 

Evet, herhangi bir toplulukta içten dostluk yoksa, o toplumhakikatten çok uzaklaşmıştır ve ne yaparlarsa yapsınlar, gönül huzuru ileyaşayamazlar.

 

Buna canlı bir örnek verelim:

 

Göz güzel bir şeyi gördüğü zaman, kulak onu kıskanarak çıkarmaya çalışır mı? Hayır!.. O da aynı zevki alır.

Kulak iyi bir şey işitince, göz onu tıkamaya kalkışır mı? O da zevkiçindedir.

Sağ eli iyi bir şey yapınca, sol el onu kesmeye kalkar mı? Hayır!..O iyiliğin zevki, bütün vücudun organlarını dolaşır...

Acılar da böyledir.

 

Vücudumuzdaki bir organda ağır bir hastalık olduğu zaman, hiçbir organuyumaz. İnsanlar da birbirinin organıdır.

Bundan haberli olmayıp, insanlık âleminin acısıyla, sevinciyle ortakolmayana, insan payesini vermeyen, "ülâike kel`en`âmi bel hüm edal" (onlar,nimetleri paylaşanlardır) diye seslenen bir dinin neresinde reformyapılacakmış?

Her mü`minin alnınaAllah`ın kudret eliyle "Innemel mü`minune ıhvetün"(müminler birbirine dosttur) emri sübhânisi, özel bir damga gibi yazılmıştır.Düşmanlık ve ikiyüzlülük ile bu parlak damgayı silmek isteyenler, dünyada veahirette istediklerini alamayanlardır.

Fakat ne kadar acıdır ki, yukarıdan beri saydığımız İslam diniyle ilgilitoplumsal kuralları, yüzyıllardan beri müslümanların birçoğu terk etmişler; evet,İslamiyet`in ruhunu terk etmişler, sözünü de anlamadan yürümeye başlamışlar,birbirlerini sevmez olmuşlar, yaradılışta beraber, hakikatte kardeş olduklarınınfarkına varamamışlar, uykuya dalmışlardır...

Eğer reformdan amaç, bu uykudan uyanıp nefsin ordusu olan hainlikve karışıklığı, hırs ve kıskançlığı tepeleyerek, İslam`ın bağrındaki kalpbirleşmesini meydana getirip Kur`an sofrasında diz dize oturmak, akıllarıfethetmek, gönüllere girmek ise, öyle reformun başımızın üstünde yeri vardır.

Yoksa reform kelimesi altında; dinin ana hatlarını oluşturan esaslarınıyıkmak, adaletle sınırlandırılmış olan, insana Kudret tarafından verilmişbulunan hürriyeti ezmek ise, bu büyük din ona izin vermez.

Bu din, "Heveslerinize, nefislerinize esir olmayın, vicdanhürriyetinizi ve içtenliğinizi kaybetmeyin, birliğe erin, dirliğe girin, gerçekkardeş olarak yaşayın, birçok kalıpta bir ruh olarak yaşayacak yerde, birbirinizininsafsız düşmanı olmayın" der...

Yine bu büyük din, "Düşmanınızı korkutarak kaçıracak büyüklükte birkuvvet ve kudrete sahip olmalısınız, o şekilde çalışmalısınız" diye emreder.

"Düşmanlarınıza karşı o kadar kuvvetli olun ki, onların hainlik silahlarınıelinden alıp mahvedecek kadar yükselin" diye buyurur.

Bu öyle bir dindir ki, alçaklığa razı olmanın alçaklık, zulme rızanınzulüm olduğunu bildirir.

Evet, bu öyle yüce bir dindir ki, bu evren, duyularımızlakavrayabildiğimiz ve kavrayamadığımız bu koskocaman varlık, insanınvarlığının şerefine yaratılmıştır diye ilan eder, dolayısıyla insanın kıymetderecesini bildirir.

Bu din, "Eddünyâ mezraatül âhire" yani, "Bu dünya insan için birtarladır. Burada ne ekerse, ahirette onu biçer. Burada cahillik tohumunu eken,sonsuzluk âleminde marifet ürününü alamaz, hiçbir fazilet tanesi bulamaz" diyebuyurur.

Cenabı Hak büyük Kitab`ında:

 

"Ey inananlar, geleceğin inananların olduğuna inananlar!

 

Allah için, İslamiyet`i yükseltmek için cihad edin. Sizi bunun için seçtikve tercih ettik. Din emirlerinde sizin üzerinize zerre kadar darlık yüklemedik"buyuruyor.

İşte bu ilâhi emirleri ile bu din, insanı gönül tahtında yaşatmak, hem demutlu, hür, hükmedercesine yaşatmak için lütfedilmiştir.

Şimdi, böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Evet, "Haklının haksızdan korkması Hak`ka ağır gelir" diyen bir dininneresinde reform yapılabilir?

 

"Ey inananlar! Kalplerinin, kalıplarının görevlerini ayıranlar!

 

Sabredin, katlanın, bekleyin, Allah`a sığının. Tâ ki kurtuluşa eresiniz"diye buyuran bir dinin, neresinde reform yapılabilir?

 

Dikkat!

Sabır, sadece sıkıntı ve dertlere, belalara aciz kalıp boyun eğmekanlamında değildir.

 

Sabır: Allah`ın emrine gönül verip Marifet`in üstün yoluna girmek,istenilen şeye erişmek için engelleri, eziyetleri kabul etmek, sebat etmekdemektir.

 

Sabırla katlanmaya gelince:

 

Birbirimize "Ne yapalım, talihimiz böyleymiş" demek değildir. BiziRabbimiz, küçük cihad (savaş meydanındaki cihad) ve büyük cihad (nefislemücadele cihadı) ile görevlendirmiştir. Dolayısıyla zamanımızı faziletle veyükselmemize engel olan nefsimizin hallerine karşı cihad ile geçirmeliyiz veonu yenerek, Hakikat-i Muhammediye`ye girmeliyiz, demektir.

 

Şu halde sabırla katlanmak demek: Birbirimizin maddi ve maneviyükselme olanaklarına koşmak ve bu hususta Allahu Teâlâ`nın söz verdiklerinisöyleyerek teselli olmak; bu imkânı düşünceden davranışa dönüştürmekiçin birçok kalıpta bir ruh olarak birleşmek, çalışmak, kararlı olmayı tavsiyeetmek demektir.

 

Dayanma ve sığınmaya (ittikaya) gelince:

 

İmanın faziletlerini ve İslamiyet`in şereflerini birleştirip sağlayacak bütünsebepleri ve hareketleri seçmek demektir.

İşte Kur`anı Mübin bize, kurtuluşun koşulları bunlardır diye emrediyor.Bu koşulları, hürmet ve kulluk makamında tutanlara kurtuluş nimetini sözveriyor. Ve bundan gaflete düşmememiz için de, günde beş kez"Hayyealelfelâh" (kurtuluşa gelin) diye, göğe yükselen yüce makamlardan,kurtuluşa çağırıyor.

Biz kurtuluşa koşmak istemez, birbirimizi sevmez, sevgi, acıma, hürmetcevherlerini kaybedersek; evet, kudretin insanlara bağışlamış olduğu bu üçsermayeyi tüketir, kusuru da dine yükler, nefsi emmaremizin küçükbedeli karşılığında sonsuz hayatımızı, sürekli mutluluğumuzu satarsak, geliş vegidişteki amacı duymazsak; şu üç günlük dünya hayatımızda ne gibi bir huzurduyabiliriz ve sonsuz geleceğimize, bizi sonsuz mutluluğa kavuşturabilecekneyi sunmuş olabiliriz?

Belki bir soru sorulabilir:

 

Kurtuluşu nasıl bulalım? Ona doğru nasıl koşalım? Temiz bir niyet, tambir içtenlik ile.

Acaba bundan kolay bir şey de var mıdır?

 

İnsan, kalp kulağını açacak olursa, şu evrenin büyük mescidinde, Hz.Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun.)`nin sesini olanca parlaklığı ile dinler...

O`nun davranışlarına, onun yol göstericiliğine bir kerecik göz atarsa, onunkutsal bakışı yetişir, ve lütfun büyük yolunu görmüş olur. Kibriya`nın huzurundadaima fakir ve insanlığın huzurunda daima alçakgönüllü kalır da bundan zevk alır,zevk!.. Toplumun çıkarlarını kişisel çıkarlarına tercih etme zevki gelir, ozaman doğruluk ve kurtuluş kapıları açılır.

İşte bu din, bize böyle diyor...

 

Biz, insani gücümüzle bunun neresinde reform yapabiliriz?

Bu din, "Gelecek, gönül uyanıklığına bağlıdır" diye feryat ediyor.

 

Bu uyanıklık, insana doğruluğu emreder. İnsanlığın son derecesi dedoğruluktur.

Evet, doğru insanın karşısında, İblis bile tir tir titrer. Doğruluktan ayrılankimse, kabrin içerisinde bağlı olarak kalır. Doğruluk, utanmayı doğurur.

Hayâ (utanma, edep), baştan sonuna kadar hayırdır. İnsanın şerefi,utanması ile belli olur.

Utanma, sabra götürür. O dereceye çıkanlar, Allah`tan başkasınaşikayet edemezler, aciz insanın kapısını çalamazlar.

 

Utanması olmayan adam, şekil olarak insan gibi görünse de, gerçekte buyüce isimle ayrıcalık kazanmaya hakkı yoktur.

 

İnsanın kendi üstün vasıflarının şerefini cisimsel varlığıyla değil, böyleyüksek manalarla göstereceğini ilan eden bir dinin, neresinde reformyapılabilir?

 

Bu din der ki:

 

"Kalbi ölenlerle konuşmayın... Bunlar, kendi kabirleriniüzerlerinde taşıyanlardır."

 

Ölü kalpli diye o kimseye denir ki, benliğinin karanlığında kalmış,cahilliğinin çirkinliği ile süslenmiştir.

 

Cahil de ona denir ki, doğru duygudan yoksun kalmış, Hak lezzetleriniterk etmiştir. Bunlar ne dünyaya sahip olabilirler, ne de ikinci hayatta yeralabilirler."

 

Yine bu dinde:

"İnsanlar, öldükleri için tasalanmasınlar, elden kaçırdıkları mana için, birdaha gelmemek üzere kaçan mutluluklar için tasalansınlar" buyuruluyor.

 

"Resmin üzerinde durup da, ressamından habersiz olma" diye emrediliyor.

 

Bu din, tekliften önce tarif eder. Kötülüklerin, suçların, günahlarınyükünü gayet güzel hafifletir.

 

"Bölünmeyi, tefrikayı kaldırın, yoksa yıkılırsınız" der.

 

Bu dinde en büyük günah, yaratılmışlara hakaret nazarıyla bakmaktır.

 

Onun için hiçbir zerreye hakaret nazarıyla bakma! Gül demetinimeydana getiren, bir çöptür, çöp!..

İşte onun için kişinin kendi ayıbını bilmemesi, Allah katında en büyükgünahlardandır.

 

Hazreti Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm, bu âleme tenezzül ederekşeref vermezden önce, Allah`ın kullarına en büyük hediyesi olan düşüncehürriyeti, âlemin neresinde vardı ve yürürlükteydi?

 

Bu gerçekleri bize bildiren bu büyük dinin neresinde reform yapılabilir?

 

"Zalim, iblis gibi ilahi rahmetten yoksun bırakılmıştır" diyen bir dininneresinde reform yapılabilir?

 

Bu din: "Ahlaksız bir kavim varlığını koruyamaz" der.

 

Ve O`nu bizlere bildiren, öğreten Hazreti Muhammed de (salat ve selamonun üzerine olsun), "Ben ancak iyi ahlakı tamamlamaya gönderildim" diye,bütün yaratılmışlara kendisini tanıtır.

 

Ahlak ise, din ile kalıcı olur.

Evet, ancak sonsuzluğa tam anlamıyla inananda, tam anlamıyla ahlak olur.

İnsana boyun eğende, kendini gelişmiş bir hayvan sayanda, yarın birhuzurda bulunacağına inanmayanda, ahlakın zevki tam anlamıyla bulunabilirmi?

Dine, Allah korkusuna dayanmayan onur ve haysiyetler, çabalar,talaş alevi gibi bir parlar, bir söner, kuvvet ve metaneti bulunmaz. Evet,darılmalar ve nefsin eğilimleriyle renkten renge girer, güvene layık görülmez.

Bu din insana, âdemin ve âlemin gerçeğini bildirir...

 

Amel sandığı denilen kabir çukurunu aydınlatacak göz verir. Bu el veayak gittiği zaman, ruhunun uçması için kol ve kanat verir...

Kalıbı ruhun parlaklığı ile sevdirir.

 

Aklının tadı bozulanları tedavi eder, Hak lezzetini tattırır. Adamı gölgeavına çıkartmaz.

İlim ve irfan kimin malı olursa olsun, bu dinin nazarında bütüninsanlığındır.

İslamiyet insanlığı, yaradılışından dolayı asla ayırmadığı gibi, yetişmetarzlarındaki farklılıklarından dolayı da ayrı tutmaz.

İslam dini, iş alanında iş bölümü prensibini izler. Herkese, yetenekve uzmanlığına göre görev verir. Ve herkesi görevine göre ödüllendirir veyacezalandırır.

İslam`ın gözünde görev ve sorumluluk eştir, eş...

 

Bu büyük din, yalnız bizim değil, bütün insanlığın, en yüksekuygarlıkların gittikçe gölgesine sığınacakları bir sancaktır.

Çünkü insanlık, binlerce yıldan beri edindiği tecrübelerle çok kesin olarakanlamıştır ki; dinsiz yaşamak mümkün olmuyor.

Nasıl ki bedenin havaya, gıdaya ihtiyacı varsa, ruhun da gıdası dinoluyor.

Evet; dinsizlik, hiçbir zaman çoğunluğun mezhebi olamıyor.

 

Sonra dinler içinde, aktarılan her emri, aklı selime göre mantıklı olan tekdinin de, aziz İslam dini olduğu açıktır.

Demek oluyor ki, zenginlik ve heybetin zirvesine ne kadar çıkılsa,vicdanlar imanın nurundan yoksun olup, karardığı günden itibaren, tükenişgerçekleşiyor. Tarihin sayfaları da bunu çok açık olarak gösteriyor.

İnsanlar, dinin ruhiyatından uzaklaştıkları zaman iki maske kullanırlar.Bunları değiştire değiştire, çelişkili bir hayat yaşamaya başlarlar. İşte insanlıkâleminden o anda huzur kalkar; değil kötülüğe, hangi iyiliğe sarılsa, yine hayalkırıklığıyla karşılaşır.

İnsan niçin mutlu olmaz? Kendisi için yaşamak istediğinden... Halbukihayatı insana kim verir? Allah!..

Dolayısıyla insan, gafletten kurtulup, kendisi için değil de Allah içinyaşarsa, mutluluk onun ayağına kapanır. Keder yıkılır, ümitsizlik kalkar,Kudret`e isyan etmekten vazgeçilir, sahte benlikle Allah`ın yollarınınölçülemeyeceği kavranır, "bu hususta kudretimiz yok, karar bizim akıl vemantığımıza değil, Allah`ın iradesine bağlı imiş" denir. O zaman, yalnız insanaemanet olarak verilmiş olan, adaletle sınırlandırılmış olan hürriyetin tadına erilir.

Burada bir soru soralım:

 

Acaba insana hürriyet duygusu nereden gelmiştir? Hürriyeti insanda vareden madde midir?

Maddede irade yoktur ki, insana hürriyet verebilsin. Aslında kendindeolmayan, başkasına hiçbir şey veremez. Manasız bir varlıktan insana nasılirade gelebilir.

Bundan dolayı insana hürriyet, Allah`tan  gelir, Allah`tan!..

 

Allah`ı da kemal (olgunluk) sıfatlarıyla açıklayan yegâne din, İslamdinidir.

Şimdi bu büyük dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Önce söylendiği gibi, insanların en büyük azgınlığı, kendilerinifelakete sürükleyen en büyük isyanı; kendi isteklerini, hem de nefs-iemmâreden taşan isteklerini, Allah`ın emirleri yerine koymaya çalışmalarıdır.

Allah`ın hükümlerini hiçe sayıp, güçlü, etkili kimselerin keyiflerine, isteklerine göre çalışmaktır.

Bu hal ne zaman baş gösterirse, işte o zaman zulmün kapısı açılır, hevesve hırslara, nefs-i emmarenin isteklerine uymayan hak ve hakikatler inkâr edilir,ayaklar altına alınır.

Elbette insan hakları da bu sebeple darmadağın olur.

 

Bu hakları tanıtacak da ancak Allah sevgisidir. O sevgi, vicdandahaktanırlığı emreder...

Yüce melekler âlemine ait bulunan, soyut bir anlam halindeki vicdan da, oemirden zevk alır.

Evet, Allah sevgisi öyle bir sevgidir ki; insanı nefsi okşayan bir suçla başbaşa bırakmaz!

Âlemin düzeni, disiplini "önce canan, sonra can" kuralıyla yaşamakla,ancak o sevgi ile ayakta durur.

O sevgi olmazsa, kanundan kurtulma çareleri aranır. Fakat kanunancak bir yere kadar gelebilir, kalbin içine giremez.

Hangi örgüt, hak ve hakikat sevgisi olmayan bir kimseyi, dış görünüştefaydalı, ama gerçekte ait olduğu insanlık âlemine en zararlı bir unsur olmaktanyasaklayabilir.

Hangi kuvvet, insanı görevinde, ölümden daha fazlafedakârlıklara, yalansız ve hilesiz sokabilir?

Acaba yalnızca bir dizi hukuk kuralı, insanı hak ve hakikat peşinde koşturmaya yeterli midir?

İşte, hiçbir kuvvetin vicdanlara müdahale edemeyeceği sanılan bir çağda,bu vicdanları merhamet avucunun içinde tutan, onu incitmeden terbiyeeden büyük bir kuvvet vardır, o da: "Innediyne indallahil`islam" (Allahindinde din, ancak İslam`dır) hükmüdür.

Bu kuvvet, ihmale veya küçük görülmeye layık değildir. Aksine bedelsiz,zahmetsiz, mihnetsiz verilen bu kuvvetten, en iyi şekilde yararlanmalıdır.

Bize lütfedilen din, "tevhid", yani birlik dinidir. Onun tanıttığı ilah, tümvarlıkları yaratan Cenabı Hak`kın kendisidir.

Onun göndermiş olduğu bu dinin en gelişmiş şekli, gerçekuygarlıkların da aslıdır.

Bunun neresinde reform yapılabilir?

 

Dikkat!..

İslam`da taassup yoktur. Çünkü bu büyük din; fanatizmi oluşturanzayıflığın, cahilliğin ve kötülüğü taklidin düşmanıdır. Zayıflığı ancak Hak`kakarşı kabul eder.

Onun için: "Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu" (Nefsinibilen Rabbini bilir) buyurulmuştur. Yani, "Bir kimse nefsinin zayıflığını, Hak`kaihtiyacını ve Allah`ın âciz kulu olduğunu tam anlamıyla kavrarsa, Rabbininüstün kuvveti, İlâhi şanı, mutlak olgunluğu, yüce sıfatları onda tam olarakbelirir."

Evet, bir kimse nefsini hor görerek, çaresizlikle ve muhtaçlığının bilinci içindetam olarak tanır, sahte benliğinden soyunur, dün yok iken bugün varoluşunu,yarın bu oluşun ne olacağını düşünürse; onun gözündeAllah`ın yüce değeri,gücü, ayrıcalığı belirir ve önce nefsini bilme, sonra da `Mârifetullah` (yaniAllah`ı bilme) ortaya çıkmış olur.

Aslında bir kimsenin, nefsini bilmesi, bundan önce Hak`kı bildiğinigösterir.

Peki, bu bilgilerden ne çıkar? diye sorulacak olursa:

 

Bu âleme gelişteki, gidişteki amacı duymak, huzur ile, özgürce yaşamak,konuşturanın bir gün kendisiyle konuşacağını kavramak, Allah ile büyüklükyarışına kalkıp kendini onun gazabına siper etmemek, hikmetsiz hiçbirzerre olmadığını görmek, Hak`ka isyan etmemek biçimleri kavranır.

Şu dünya sahnesinde görüyoruz ki, halk ile birçok ilişkimiz var. Builişkiler sırasında nefsimizin sıfatlarından biri, işlerimize itiraz edilmesiniistemez. Yaptığımız işin ayıplanmasına da razı olmaz. Şu halimizle bile, AllahuAzimüşşan`ın yüce sıfatını bilmiş oluruz. Yani biz olanca çaresizlik veeksikliğimizle öyle olduğumuz halde, bunlardan uzak, hükmüne galip, her şeye kadir Yüce Rabbin, hikmetlerin en katışıksızı olan ilâhi işlerineitiraz, emir ve yasaklarını uygun görmemek, geleceğin inananların olduğunainananların şanına yakışır mı? Böyle iman, Allah katında beğenilir mi?

Dikkat edelim:

 

Bireysel hayatın, toplumsal hayat ile kalıcı olduğu açıktır.

 

Şimdi, bu hayat eğer dinsiz olursa; yani "bu evren kör bir rastlantının sonucudur, insan da gelişmiş bir hayvandır, akılsız, bilinçsiz, vicdansızbir varlıktan gelmiştir. İkinci hayat denilen şey efsanedir, ölümsüzlük filanasılsızdır" düşüncesiyle yaşanılırsa, bu hayat geçici çıkarlar temelinedayandırılmış olur ki, bu gibi toplumlar gelişerek, insanlığı hakkı olan bironurla, evet, bütün yaradılış şerefleri ile tamamlayıp, huzur içindeyaşatamaz. Kısacası, "Ah" sesini dindirmek değil, biraz olsun yatıştıramazbile...

 

Çünkü huzur ve gerçek hayat, ancak tükenmek bilmez, kutsal ve olgunbir amaç etrafında toplanmakla mümkün olur. Oysa genellikle bireyin, yaümidi, ya da kederi vardır. Onun için insanlığın işleri ve duyguları sonsuzdur.

 

İşte insanlığın bu sonsuz emellerini, geçici ve sonu çok çabuk gelen birömür içinde; evet, dün bugün için bir rüya, bugün de yarın için rüya olacak biroluşumda gerçekleştirerek üretmeye çalışmak, bir çelişki oluşturur.

 

Bu yüzdendir ki, şu üç günlük hayatın arkasındakini inkâr edenler,amel sandığı olan kabirden sonra başlayacak asıl hayatı inkâr edenler, bütünarzularını sınırlı bir ömür içinde elde etme sevdasıyla, ihtiras içinde çırpınırlar.

 

Bu ihtiras da, dünya denilen bu görülen sahnede feryadı arttırıyor, insanlık insanlığı inletiyor, canavarları utandıracak kadar çirkinliklermeydana getiriyor, adaletle sınırlandırılmış hürriyet kalkıyor... İhtiras,toplumda adalet huzurunu bozarak evreni kesif bir zulüm perdesi kaplıyor veKudret`in insanlara bağışladığı en büyük sermaye olan merhamet, saygı ve sevgiçekiliyor, toplumsal bunalımlar doğuyor. O zaman da eğitim tezgâhlarıistenildiği kadar çalıştırılsın, istenildiği kadar güvenlik örgütleri oluşturulsun,bunu gerektiği gibi önleyemiyor.

 

Daha önce de söylediğimiz gibi, nefsani ihtiraslarla kurulan uygarlıklar,yine nefsani ihtiraslarla yıkılıyor...

 

Özetle, sonsuz kalıcılığa erişemeyen insan ruhu, gerçek mutluluğuyakalayamıyor.

Şimdi, İslam dini, bireysel kalıcılığı ahiret, yani öldükten sonra yenidendirilme emriyle sağlamış; ahiret hayatının dünya hayatından eksik olmayıp çokdaha olgun olduğunu bildirmiş; her aklı selim sahibine, dış emirlerindeörnekleriyle eksiksiz anlatmış ve huzur bağışlamıştır.

 

Acaba böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Kur`anı Mübin, inkârcıların, inananlara karşı nasıl konuştuklarını da haberverip şöyle buyurur:

"Ve izâ tütlâ aleyhim âyâtüna beyyinâtin kalelleziyne keferûlilleziyne âmenû eyyül ferikayni hayrün meke, amen ve ahsenünediyya."Yani, "Ayetlerimiz ve delillerimiz açık ve ispatlanmış olarak kendilerineokunduğu zaman, küfür sahipleri, iman sahiplerine karşı derler ki:

–               Acaba biri dinsiz, diğeri dindar olan şu iki gruptan hangisi derece vekonum olarak daha üstün, daha hayırlı, topluluk ve toplantı yeri olarak dahagüzeldir?

Bu sözleriyle kendilerini müminlerden daha varlıklı, derece ve konumolarak daha güzel, daha üstün kabul ederek, dolayısıyla din ve imanın,mutluluğa ve gelişmeye engel olduğunu söylemek isterler.

Cenabı Hak bunlara şöyle cevap verir:

"Ve kem ehleknâ kablehüm min karnin hüm ahsenü esâsen ve riyâ."Yani, "Biz bunlardan önce nice nesiller yok ettik. Hem o yok edip serdiğimiznesiller, servet, zenginlik ve dış görünüşleriyle bunlardan daha güzeldiler..."

Sonra nazmı kerimde; "Vel bâkıyatüssalihâtü hayrün ınde rabbikesevaben ve hayrün meraddâ" buyuruluyor. Yani; "İnsanların hayır vegüzellikleri; elbiselerinin, evlerinin, eşyalarının, özetle dış görünüşlerinin güzelliği,masalarının, başkalarının zararına dolmuş kasalarının genişliği ile ölçülmez."

Hayır ve güzelliklerin sırları, incelikleri, sonsuzluğa uzanan faziletliişlerde aranmalıdır. Çünkü geçmişte nice nice uluslar vardır ki, bunlar güzelgüzel yerler, içerler, insanlar üzerinde hükümler verirler, malikânelerde ömürsürerler, ihtişam içindeki toplulukları ve toplantı yerleriyle insanlara karşıbüyüklük ve gurur taslarlardı. Fakat âlemleri baş aşağı geldi, kendileri de battılar.Devamlılıklarını sağlayamadılar...

Demek ki:

 

Yalnız bunlar güzel niteliklerden sayılsaydı, ilk önce bu nitelikleresahip olan toplum ve ulusların kalıcı olabilmeleri gerekirdi. Halbukiolamadılar.

O halde insanların ilâhi katta amaç edinmeleri gereken istekler, bunlardeğilmiş... Bundan dolayı dince kalıcı olan yararlı işler, yani devamlılığısağlayan faziletli işler, Allah yanında daha hayırlıdır.

Çünkü her işi gerçekleştiren, kalıcılıktır, kalıcılık... Kalıcılık da din ileayakta durur, din ile...

Kalıcılık denilince; türün kalıcılığı ve bireyin kalıcılığı akla gelir.

 

Bir dinin asıl değeri de, bu iki çeşit kalıcılık hakkında aşılayacağı imanın,bilimsel ve tatbiki değeri ile orantılıdır.

İşte bu büyük İslam dini, Kur`an hükümlerine dayanan yasaları veahlakıyla türün kalıcılığına, inanç hükümleri ile de bireyin kalıcılığına kefilolmuştur.

Şimdi böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Bu büyük din bize; "Ve ce`alnaküm ümmeten vesaten litekûnüşühedâe allennâsi" Sübhanî fermanıyla tam bağımsızlık sahibi olmamızı vebu konuda; "Ve yekûnerresûlü şehiyden" büyük emri ile de, Hak Peygamberinişahit kılacak kadar çalışmamızı; hem de, hiç ölmeyecek gibi bu dünyaya,yarın ölecek gibi de manaya çalışmamızı emrediyor.

Şimdi biz çalışmayıp, aynı zamanda dinin özünden de uzaklaşıp, iyiliğikötülüğe kullanıp inat ederek geri kalırsak, dine de iftira edip, "bizi din geribıraktı" diye tutturursak, bu pek küçüklük olmaz mı?

Veya "din, aşağı sınıf halk için gereklidir, gerektiğinde sıkıştığımız zaman kışkırtırız, keyfimize göre kullanırız" diyerek, onun bir ilâhisöz olduğunu kabul etmeksizin, reform adı altında, nefsani arzuları veduyguları dine ait sayarakAllah`ın emirlerini, yasaklarını, Peygamber`insünnetlerini çarpıtıp bozarsak, bu büyük bir insafsızlık olmaz mı?

İnsanlığın Fahri Ebedîsi, ücretsiz, zahmetsiz, mihnetsiz insanlığıkaranlıktan aydınlığa çıkaran o ulu kişi, tüm bilgilerin öncesine ve sonrasınaerişmişti.

Ona inananların da ona mirasçı olarak, bu erişkinlikle seçilmiş olmalarıgerekmez mi?

Biz, zavallı mirasyedi gibi mirası boş yere harcamışsak, bu dinin nekabahati var?

İlmî servetleri taşan milletlerin ölüsünün de, dirisinin de yine evreninuygarlık merkezi olageldiğini kim inkâr edebilir?

Uygarlığını taklit için çok heyecan duyduğumuz Batı dünyası, bizim dinilimlerimizi, Kur`an`a varıncaya kadar en önemli kitaplarımızı, kendibilgilerine aktarırlarken, biz temel kitaplarımızı bile beğenmez olduk.

Reform adı altında, tarihin en eski efendisi olan soylu Türk`ün evladını,geleneklerini hor gördürüp, eritip yok etmeye çalışmak, doğru yoldansapmanın ta kendisidir.

Evet, bu soylu millet, yaradılıştan Hak ve hakikate âşık olarak doğmuştur.

 

Allah`ın Kudret eli, onun üstünde özel olarak işlemiştir... İçinde hak vehakikat kaynar... İçtenlik madenine sahiptir... Aslında isminden de bellidir.Çünkü ismini Yaratıcı Kudret vermiştir. Onun anlamı, bütün çirkinlikleri terkettiğinden dolayı Türk`tür. Ve onun yaradılışına bu din çok uygun gelmiştir.

 

Yüzyıllarca Türk dendiği zaman, İslam dini manası çıkarılmıştır. Bugünbile yine öyledir.

 

Onun için Batı`yı, İslam`ın ruhuna kaynaştırmaya çalışmak, insanlığıkurtarmak için bir borçtur.

 

Çünkü bu büyük din, diğer dinler gibi değildir.

 

Evet, İslam kuralları, diğer din ve mezhepler gibi yalnız bir tarafınçıkarlarını gözetmemiştir... O insanın yaradılışına o kadar derin nüfuz etmiştir ki,zayıfın kuvvetliye karşı olan görevlerini bildirmekten çok, kuvvetlinin zayıfakarşı olan görevlerini bildirmek gerektiğini görmüştür.

 

Bugün bütün dünyada, yaşayanlar üzerinde bir huzursuzluk var. Enbecerikli diplomatlar, en büyük zekâlar, en tanınmış ekonomistler, en zekikafalar tekrar tekrar toplanıyor, yine de insana layık olan huzuru veremiyor.

 

Neden?

 

Zayıf, kuvvetliden hakkını serbestçe alamadığı için... Evet, yukarıdadeğindiğimiz bu gerçeğe gerektiği gibi sarılmadıklarından, insanlık inim iniminliyor.

 

Bundan dolayı, seçkinler ile aşağı sınıf sayılan halkın dengesisağlanamadıkça, insanlık huzura kavuşamayacaktır.

Bu denge de ancak ve ancak, Kur`anı Mübin`in bildirdikleri ilekurulabilir.

Evet, hiç bu dinin anlamı insan gücüyle anlatılabilir mi? Aşk, tanımlarasığar mı?

İslam dini insana "insandır" diyerek, özel bir değer vermiştir. Buna dışolaylardan herkesin anlayabileceği bir örnek verelim:

Hıristiyanlıkta, yani Kilise dininde kölelik, yaradılış gereğidir. (Dikkatedilirse Hz. İsa`nın dininde demiyoruz, çünkü Cenabı İsa`nın Allah`tanöğrendiği din çarpıtılıp bozulmuş, gerçeği ise Kur`anı Mübin`de kalmıştır.)

İsmi olup da gerçeği olmayan bu kurumu birer bahane ile yıkan İslam`ıngörüşüne göre ise, köle olmak, insanı saygınlıktan düşürmez.

Bunun için, rahmetin ta kendisi olan Hz. Resûlullah, serbest bıraktığıkölesi Zeyd`e ordularının komutanlığını, yani başkumandanlık görevinivermiştir.

Hz. Zeyd`in oğlu Üsâme, Cenabı Ebûbekir tarafından henüz çok gençkenBizans`a gönderilen kuvvetlerin başkumandanı tayin edilmiştir ki, emrinde enyüksek rütbeli kumandanlar vardı...

Kur`an hükümlerinin koruyucusu olan Ömer:

"A`taka Ebubekir seyyidina Bilâl" : "Bilâl Efendimizin köleliğiniEbubekir kaldırdı" diyordu.

Hazreti Bilâl, sütlü kahverenginde Habeşli bir ulu kişi idi ve köle idi.

Bugün yüksek uygarlık diye tanıtılan yerlerin birçoğunda, o renkteinsanlarla aynı sofrada oturulmuyor, aynı okullarda okunmuyor.

Büyük din!.. Koca İslamiyet!..

Senin nerende reform yapılabilir?

Bu din: "Sizi idare edeniniz, sizi adaletle yükseltip ilerleterek, hak vehakikatten ayrılmaksızın idare ediyorsa, o kimse Habeşli bir köle de olsa, onauyun" diye emreder.

Delhi`nin ilk Müslüman hükümdarı, Hindistan`da İslam devletininkurucusu Kutbüddin, bir köle idi...

Evet, Müslümanlık`ta, bugünün kölesi, yarının baş veziri olabilir. Köle,efendisinin kızı ile evlenebilir...

Ünlü Gazne`li Sultan Mahmud`un babası, bir köle idi.

Acaba Hıristiyanlık âleminde bunun bir örneği gösterilebilir mi?

Tarihte insana, insan hakkını bu kadar geniş veren bir davranışı kaydeden bir sayfa daha var mıdır? 

 

Böyle bir dinin neresinde reform yapılacak?

Reform diye, nefsimizi aldatan her teselliye din kıymeti mi vereceğiz?..

Kendimize adaletsiz bir hürriyet ararken, Allah`a mecburiyet miyükleyeceğiz?

Aciz insana tapanlar, haksızlığa uşak olanlar bile, taptıkları insanlarınisteklerini dinlemek ve emirlerini yerine getirmek zorunda değil midirler?

İşte Allah`a kulluk da; O`nun, Peygamberleri vasıtasıyla bildirdiğişekilde yapılır.

O emirler şunun bunun keyfiyle bozulmaz! Bozulursa din olmaz!Sonra şöyle sözler de duyuyoruz:

"İlim efendim, ilim..."

Evet, yalnız ilim, belki hayata biçim itibariyle ancak özel bir yoldan birşey verebilir.

Dine gelince, o: hem seçkin zümreyi, hem de aşağı tabakayı kapsayangeniş ve genel bir yol ile bolluk, bereket saçar.

Dinin, ruhiyatına sahip, yani dini duygular ile dolu olan insan, yalnız bilgindeğil, yalnız işçi ve sanatkâr da değil, ikisinin de üstünde bir İnsan-ı Kâmil`dir.

Çünkü onun kalbi, Kur`an`a çevrilmiştir, Kur`an`a...

O Büyük Kitap ise, ilimlere konu, sanatlara model verir. Evet, Kur`anıMübin, ne bilimsel bir kitaptır, ne bir sanat kitabı, ne de bir divan şiiridir. O,onların üstünde bir Ledün (Gayb) bilimi, bilim ve sanatın öncesi ve sonrasıolan bir yaradılış kaynağıdır.

İşte, onun için mucizedir.

Kitabı, Kur`an olan bir dinin, insan, insan gücüyle neresinde reformyapabilecektir?

Bu din ile bilim çekişemez. Bundan dolayı reform yapılamaz. Özetle,kaçmayalım!.. İnsaf, çok güzel bir şeydir.

Biz her ne zaman büyük bir feyze erişmiş isek, evet, bir feyiz görmüşisek; din duygularının keyifli çekiciliğinde görmüşüzdür. Fakat ne yapalım ki,bunu devam ettirecek hiçbir gayrette bulunmadık.

Bu din aynı zamanda ilmî bir ibadet ve boyun eğmedir. Öyle yalnızcaakla, yalnızca duygulara saplanmış bir din değildir.

O öyle bir dindir ki, insanları Allah`a yükseltmek için bir yol gösterir.Yoksa Allah`ı insanlara indirmek ve insanlığı sertliğe ve bölücülüğe düşürmekiçin çalışmaz.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Manevi kararsızlık sonucunda, bugün insanlık ahlakında büyük bir gedikaçılmıştır.

Dünya üzerinde bugünkü kasvet devrini, bu kadar şiddeti hazırlayannedir?

İnsanın icat ettiği teknolojiler gözleri kamaştırıyor, "olaylarıntecrübesinden sonra meydana gelen yakınlık" diye tarif ettikleri bilimlerigözleri kamaştırıyor, felsefesi akılları durduruyor...

Özetle, pozitif alanda nice nice mesafeler alındığı halde, bu çağdainsanlığın döktüğü kan, taşıdığı hırs, çektiği acılar, neden ileri geliyor, anlaşılıyormu acaba?

Maddi yönü dolu, manevi yönü boş da ondan... Manevi yönü olmadıkça da, insan, asla huzura kavuşmayacaktır!

Evet insan insaftan uzaklaştıkça, nefret ve düşmanlıkta şiddeti arttıkça,Allah`ın verdiği hükümler bir tarafa atılıp, "İnsanın değer yargısı geçerlidir,dün böyle ise bugün de böyle" diye yaşandıkça, Allah insanlık âlemine huzurverecek mi zannediliyor?

Hayır! Hâşâ!..

Kalp huzuru sonradan kazanılmış değildir ki, "şöyle yaparım da, böyleederim de huzura kavuşurum" denebilsin. O Allah vergisidir, Allah...

Cenabı Hak büyük Kitab`ında resmen ilan eder:

"Ve men ya`tesım billâhi fekat hüdiye ilâ sırâtın müstekıym."Yani:

"Bütün kafalar toplansa, akıllar birleşse, düşünceler harekete geçse, enyüksek diplomatlar bir araya gelse, eğitim birimleri son hızla işlese,güvenlik örgütleri gereken önlemleri alsa; Bana sarılmadıkça insanı kurtuluşyoluna çıkarmayacağım, saadet kapılarını açmayacağım!.."

Yine o büyük Kitab`da:

"Ve men a`rada an zikri feinne lehû maişeten dankâ"

buyuruluyor.Yani:

"İnsan sahte benliğine güvenir, semayı deler gibi bakmaya, yeri ezer gibibasmaya başlar, benim zikrimi terk eder, üstündekine karşı köpek, altındakinekarşı kurt gibi yaşarsa, kudret elimle musluğu kısarım, geçinme hususundafakirini de, zenginini de inim inim inletirim!.."

İşte, bugün ve sonsuza kadar, bu Yüce Kitab`ın karşısında kimtutunabilir?

Evet, yine söyleyelim: Nefsin ihtirasları ile kurulmuş olanuygarlıklar, yine nefsin ihtirasları ile çatır çatır yıkılıyor. Zavallı insanlık da, o yıkımınaltında inim inim inliyor.

Kısacası insan, Kur`an sofrasında diz dize oturmadıkça, huzurakavuşmayacaktır.

Kur`an ise, bozulma ve çarpıtılmaktan korunmuş, el sürülmekten uzak,ilâhi güvencede korunup gözetilmiş bir Kitabı Mübin`dir.

Onun neresinde reform yapılabilir?

 

Bu öyle bir dindir ki, çıkar sağlayan bir koruyucu değil, zararlarıkovan bir buyurucudur.

"İyi ahlak çıkarlara tercih edilmedikçe, yol açılmaz" der. "İnsanayakışan, nefsiyle karşılaştırmak, karşılıksız sevmektir" diye emreder.  İyiliketmeyi, vermeyi sever.

Resûlü Zişan`a sordular:

 

–               Dağlardan daha kuvvetli ne vardır?

 

–               Demir, buyurdular. Çünkü demir dağları devirir.

 

–               Ondan kuvvetli ne vardır?

 

–               Su, buyurdular.

 

–               Ondan kuvvetli ne vardır?

 

–               Rüzgâr, buyurdular.

 

–               Ondan kuvvetli ne vardır?

–               Sadaka, sadaka. Çünkü sadaka her şeyi kökünden halleder,buyurdular.

İşte, düşmüşü kaldırmayı en büyük ibadet olarak emreden bir dinin, neresinde reform yapılabilir?

 

*   *   *

 

 

Yukarıda söylediğimiz gibi Kur`anı Kerim`de, otuz iki yerde namaz emri,otuz iki yerde zekât emri, bir yerde hac emri, bir yerde oruç emri vardır.Yetmiş iki yerde de `infâk` (vermek, beslemek) emri vardır, infak... Yani,düşkün olmayacak!..

İşte biz, bu büyük Kitab`ın özünü anlamayıp, sadece mezarlık kitabıolarak kullanıp da Hak`kı gücendirip geri kalmışsak, suç bizde midir, dindemidir?

Reform yapacaksak, Kur`anı Mübin`i ölü kitabı olmaktan kurtarıp, sadecesözlerini güzel sesle okuyarak değil, anlamına uyarak yaşamak şeklindeyapalım.

O zaman sadece yeryüzünde huzur ile yaşamakla kalmayız, gökyüzüayağımızın altına iner.

İslam`da en büyük kural, Vahdet`tir, birliktir.

 

Amaç, sayı sıralamasında çiftin karşılığı olmayan bir birlik ile kendisinibirleyen Hak`kın huzurunda, kalpleri birleştirip onu kabullenerek yaşamak,çok vücutta bir ruh olarak hayatı keşfetmektir.

Aslında yaradılış, insanlığa her zaman bu temel dersi öğretir ve telkineder.

Mesela birisi bir kazaya uğradığı zaman, onu gördüğümüz an rengimizkaçar, sinirimiz bozulur, bizim başımıza gelmiş gibi feryat ederiz. Evet, gerçektebizim başımıza geliyor.

Çünkü Kudret bu olay ile:

"Yabancı değilsiniz, birbirinizin parçasısınız" diye sesleniyor.

Özetle, İslam dini Tevhid dini olduğundan, `Vahdet`in keşfini sağlamayavesile olabilecek uygulamalara büyük yer verilmiştir.

Yeniliği emreder... Fakat öyle bir yenilik ki: O yenilik vahdetikırmayacak, birliği bozmayacak...

O yenilik: Uyuşmazlığa götürmeyecek, anlaşmazlığı arttırmayacak.

O yenilik: Dinin aslını inkâr ettirmeyecek. Dinin aydınlığındansoyundurmayacak. Doğruluktan saptırmayacak.

Vicdanları karartmayacak.

O yenilik: Gönüllerimizde birbirimize karşı nefret değil, sevgi meydanagetirecek. Güvensizlik, emniyetsizlik değil, güven, emniyet getirecek.

İşte bu din öyle bir dindir ki, toplumda birbirinden kaçmayı giderir,yakınlaşmayı getirir.

Keder ve feryat dolu bir imtihan sahası olan dünya sahnesinde, halindenumutsuz olan gönülleri, gelecek için sonsuz bir aşk bahşedecek ideallerledoyurur, huzur verir.

Yalnızca sonsuz bir gelecek için mi huzur verir?

Hayır!.. Şu üç günlük, gösterişten ibaret olan dünya hayatında da, huzuriçinde yaşattırır. Çünkü hayatı "Çekişme" diye tarif etmemiş, "Yardımlaşma"diye tarif etmiş, hedefi "Çıkarlar" olarak değil, "Erdemler" olaraktanımlamış, amacı "Nefs" olarak kabul etmemiş,

"İnsan yetiştirmek" olarak kabul etmiş. Dayanak noktasını "Kuvvet"değil, "Hak" diye göstermiş...

"Ölümü öldüremiyorsunuz, kabrin kapısını kapayamıyorsunuz, insandangüçsüzlüğü gideremiyorsunuz, onun için gölge avına çıkmayınız, nefsinarzularını rahatlatmak için bocalamayınız, masaların kaldırıldığı, kasalarınbozulduğu, rütbe ve derecelerin silindiği, bütün âlemlerin baş aşağı olduğu birgün var. İşte o günde; sonsuz hayatını, talihinin devamlılığını nefs-i emmaresininküçük bedeli karşılığında satmayanlar, Hz. Muhammed`in (Allah Ondan Razı Olsun.) bayrağı altında toplanırlar, Rahman`ın Arş`ının gölgesi altında öpüşüpkoklaşacak sonsuz bir aşk kazanırlar" buyurmuş, böylece tertemiz bir kalbesahip olanların, sonsuz kurtuluşa erişeceklerini ilan etmiş...

Böyle bir dinin neresinde reform yapılacak?

Bu öyle bir dindir ki, vermiş olduğu zevkin yanında geçici zevkler hiçeiner, hiçe...

Verdiği zevklerle yeniliği ister.

"Fakat o yenilik, ölüm yeniliği gibi bir değişim olmasın" der.

Bugün insanlık âleminin, bir toplumsal barışa ihtiyacı olduğunu kim inkâredebilir?

Herkes onaylar... Acaba çaresini neden bulamaz?

Denizlerin dibine kadar inen, göklere çıkan, bir düğmeye dokunmakla, milyonlarca canın yok edilmesini beceren kafalar, buna niye çarebulamıyor?

Çare; isimleri ile bilinen, fiilleri ile görünen, eserleri ile şahit olunanHak`ka, evet, yalnız tek Allah`a gönül verdiren büyük din ile ayakta durur.

Buna başvurmuyor da onun için çare bulamıyor.

Çünkü İslam dini, insanların sadece imanlarına, ibadetlerine,inançlarına ayrılmış bir din değildir.

O öyle bir dindir ki: insanın isteğine bırakılmış işlerin her birini, toplumsalhayatın bütün yönlerini kapsamıştır.

Evet. İslamiyet, hayatın bir yasasıdır, hayatın hukukudur. Sadecevicdanlarda kalan bir din değildir. Çalışmaya dayanan bir dindir. Gerçekuygarlığı kuşattığından, bu dinde, din ile dünya ayrılmaz.

Evet, insanı hak ve hakikatten engelleyen şeyi dünya diye tarif eden birdinin, neresinde reform yapacaksınız?

 

İslamiyet, maddiyatı bildirdiği gibi, ruhaniyeti de ispat eder. Elbetteruhaniyet, maddiyattan büyüktür.

Yargılarının eskimeyeceği anlaşılmış olan, her zaman genç ve dinçbulunan, on dört yüzyıldan beri düşmanını tartışmaya davet edip, her zaman akılyoluyla ikna ederek üstün gelen; insan ister onaylasın, ister onaylamasın, onundediğinin, isteklerinin doğrultusunda yaşamak zorunda olduğu Kur`anı Mübin:

"Hz. İnsan, Hak`kın vekilidir, Allah sıfatlarının halifesidir, bütün varlığın,göklerine de, yerlerine de insan sahiptir" diye insanı bildirir.

"Ve keeyin min âyetin fiyssemâvâti vel`ardı yemurrûne aleyhâ vehüm anha mu`ridûn":

"Göklerde, yeryüzünde, nice ayetler, ders alınacak nice gerçeklervardır. Fakat onlardan çevrilip de geçiyorlar," diye buyurur.

Sen Kur`an`ı yalnız ölüne okuyup, mezarlık kitabı yapıp bu gerçeklerigörmedinse, görmek istemedinse, bu din sana ne yapsın?

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Bu öyle bir dindir ki: İnsanın aklına, kalbine yücelik ve güç verir,ruhuna berraklık bahşeder.

Kur`anı Kerim`de insan:

İnsan Âdem ve konuşan canlı olarak üç sınıfa ayrılır.

Gizli gerçekler hakkında bilgi sahibi olanlara: İnsan.

Görünen gerçekler hakkında bilgi sahibi olanlara: Âdem.

Diğerlerine de: Yalnız konuşan canlı denir.

Bu kadar açık bildirimde bulunan bir dinin, acaba neresinde reformyapılabilir?

Kitabı Mübin`de:

"İ`lemû ennallehe yuhyiyl arda ba`de mevtihâ" (Bilin ki Allah,yeryüzü öldükten sonra onu diriltir) buyurulur. İşte bu Subhani emir, zamanaşımı korkusunu kaldırıyor.

"İnananlar, geleceğin inananların olduğuna inananlar, Allah`a gerektiğişekilde bağlı olanlar için, zaman aşımı korkusu yoktur. Onlar eskidikçeyenilenme olanağını bilmeliler. Sonsuza kadar kalıcı olacaklarını duymalılar."

Evet, bu din, belirli bir gelişme aşamasında durmak için indirilmiş özel bir din değil, sonsuz ilerlemeyi idare için indirilmiş, bütün insanlığın mutluluğuna kefil olmuş, genel bir dindir.

İslamiyet, soyut bir inanç değil, din ve dünya için gelmiş Kur`an ayetlerinedayanan bir inanç yasasıdır.

"İki gününü maddi ve manevi birbirine eşit kılan, aldanmıştır" diyor.

Bilgisizliği, uyuşukluğun, herkese yük olarak yaşamanın düşmanı olan bir dindir.

 

"Öfkeye karşı sabır, bilgisizliğe karşı yumuşaklık, kötülüğe karşı af"buyuruluyor.

Evet bu emir gereğince bütün yaratıkların, "Kün" (Ol! emri) dairesininmerkezinin hikmetine bağlı olduğunu bilen, o iradeyi aşmak imkânı olmadığınıgören, eğitim okulunda "Kün"ün temsil ettiği sahneye bakan, evrendeYaratıcı`nın isteklerini düşünen; âlemde çirkin görmemeye çalışır. Çünkü çirkingördüğü, çirkinlik değil, o eşsiz, o emsalsiz güzelliğin olgunluğunu bildirmek içinbir güzelliktir.

Görünüş yüzünden, bir şey sebebiyle Hak`tan perdelenmez. Çünküher perdenin arkasında nur parladığını idrak eder de, öfkeye karşı sabır,bilgisizliğe karşı yumuşaklık, kötülüğe karşı dostlukla karşılık verir.

Fakat maddenin yoğunluğunda kalan, bu özelliklerden yoksundur.Onun Kitab`ı, parasının üzerindeki yazıdır. Yüz, beş yüz, bin...

Gerçi para da sünnetullahdır. Ama kasası kalpte değil, kalıpta olacak.Yani onu cüzdanına koyacaksın, kalbine değil.

Bu din, zengin olmayı emreder. Fakat başkalarının zararınadoldurulmuş kasayı parçalar. Düşmüşü kaldıranı da kucaklar.

Bu din: "Namus, doğruluk, onur, insanlara yardım, ciddiyet ile dostluk,zulüm ve zorbalıktan nefret, ilim ve tekniğe sevgi" diye haykırır.

Bu din; sadece dünya zevki ile doymuş olanlara, çocuk gözüyle bakar. Onungözünde yetişkin olanlar: Marifet, sevgi, samimiyet ile donanmış olanlardır.

Bu öyle bir dindir ki, tekliften önce güzelce tarif eder... Günahları dagüzelce hafifletir.

Kalbe Sevgili`yi unutturmaz.

Bu din insana öyle bir hal verir ki, maddi zevkler, yeryüzünden gökyüzünekadar olan eşya, insanın gözünde sivrisineğin kanadı kadar kalmaz.

Vicdanından "Sonsuz" sesini duyurur, teslimiyet makamına kadarçıkartır. Canı, İbrahim`in canı gibi olur, kendi nuru ile, ateş içerisindecennetler yaratır. Derece derece yükselecek yere kadar yükseltir, halka gibikapıda bırakmaz.

Bu din: "İnsanlar öldükleri için üzülmesinler, yok olan mana için, yitirilenmutluluk için üzülsünler" buyurur.

"Olduğun gibi görün, yahut göründüğün gibi ol da, bozgunculuktankurtul" der.

Evet, ne güzel söylemişler:

"Ayna açgözlülük etseydi, ikiyüzlü olur, her şeyi olduğu gibigöstermezdi..."

"Terazinin mala doymazlığı olsaydı, tarttığını hiç doğru tartar mıydı?"

"Zengin kalpli ol, öl de geçimliğini alçak adamdan isteme, Allah`ınbaktığı yer olan gönlünü hiçbir şey olmayan dünya leşiyle yaralama,kalıbınla kalbinin vazifesini ayır, kalıbına tabib (hekim), kalbine Habib(Sevgili) ara. Rızkın kefili Allah`tır. İnsanın en alçağı, alçağa karşı yüz suyudökendir" eğitimini veren bir dinin, neresinde reform yapılacaktır?

İnsanlığın anlaşmazlıklarının kaynağı: "Sen çalış, ben yiyeyim", en aşağıderecedeki ahlakın çıkış yeri de: "Ben yaşayayım, sen ne olursan ol"cümlelerinin anlamıdır:

Bugün dünyada yaşayanlar, bu iki cümlenin oluşumu karşısında kıvrımkıvrım kıvranıyorlar.

İşte İslam`ın büyük Kitabı da, bu kötü düşünceyi iki ayetiyle tepeliyor:

"Ehalâlahül bey ve harremerribâ" (Allah faizi haram etmiştir)."Ekıymussalâh ve âtuzzekâh" (Namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler).

Evet, Kur`anı Mübin şu iki ayetiyle kâinata meydan okuyor: "Çıkınbakalım karşıma" diyor.

Bu din edebe öyle değer vermiştir ki, edebi olan kimseyi dininin yarısınıyapmış hükmünde tutmuştur. Ve ilk önce insanın kendi kendisindenutanmasını esas olarak göstermiştir.

Çünkü, kendisinden utanmayan, hiç kimseden utanmaz! BüyükPeygamber (Allah Ondan Razı Olsun.), utanmayandan ilgisini kesiyor da: "Fen inlem testahyî fasna`mâ şi`te":

"Utanmadıktan sonra istediğini yap" buyuruyor.

Onun için, "Terbiye, edep, bir okulun temelidir" denmiştir. "Terbiye, edep, bir çocuğun irfanının binasıdır" denmiştir. "Terbiye, edep bireğitimin temelidir" denmiştir. Çünkü her çocuğun ruhu bir cevherdir. Ocevheri terbiye eden, o cevherin değeri oranında usta bir heykeltraşabenzer. O heykeline bir çeki düzen vermek için yapacağı çalışma da,din`dir, din...

Din terbiyesi,Allah`tan gelen değer hükmüdür.

Allah`ın verdiği terbiye, bugünün şifasıdır, geçmişin ilacıdır.

Evet, Hak`kın Kur`an`ında göstermiş olduğu terbiye, geleceğin ümididir.

Fakat yüzyıllardır insan, Kur`an`ın bu sofrasında oturmuyor.

Eğer reformdan amaç, insanlığa acıyıp da bu sofraya oturtup ruhunungıdasını vermeye çalışmaksa, o reformun başımızın üstünde yeri vardır.

"Kul teâlev etlü mâ harreme rabbeküm" (Rabbinizin haramlarınıbildireyim).

"Ve lâ takrebû mâlelyetiymi" (Yetim malına yaklaşmayın).

Hükmünün eskimeyeceği gerçeği ortaya çıkan, her zaman genç ve dinçkalan, on dört asırdır düşmanını tartışmaya davet ederek, ilim ve akıl yoluylaüstün gelen; insanlar ister kabul etsin, ister etmesin, Allah`ın isteğiyle onlarısonsuza kadar kendi dediği yolda yürümeye zorunlu kılan, "Ben ya bütünkitapların üstündeyim ve altındayım, ufak bir cümlemin mislini getirebilirseniz,ben davamdan vazgeçip gideceğim" diye meydan okuyup, kabul etmeyenlerin,inkâr damarına bir neşter vuran; bizden evvelkilerin ve bizden sonrakilerinhaberini veren Kur`anı Mübin`in şu sözlerinin yüce anlamı karşısında bir anhuşu ile duralım:

"Ey Hak`kın Peygamberi! Peygamberlik şefkatinle onlara söyle:

–               Geliniz, Rabbinizin haram ettiği şeyleri sizlere okuyayım:

–               Allah`a eş koşmayınız, (sahte benliğinize güvenip aldanmayınız.O`nunla büyüklük yarışına kalkmayınız). Ananıza, babanıza güzel davranınız,evlatlarınızı katletmeyiniz ("Çaresizlik içindeyiz, nasıl bakacağız?" diyeçocuklarınızı düşürmeyiniz, düşürtmeyiniz, aldırtmaya kalkışmayınız). Bizonların da, sizin de rızkınızı vererek besleriz. Açık ve gizli zinayayaklaşmayınız.

Şu ilâhi emirdeki Sübhanî inceliğe bakalım:

Cenabı Hak: "Fuhuşa yaklaşmayınız" buyuruyor. "Fuhuş yapmayınız" diyeemrediyor. Çünkü gerçek insanın şanına onu yakıştıramıyor, yüzünün kızarmasınıistemiyor.

Adaletin kararı olmadan kimseyi katletmeyiniz. (Keyif için, çıkar için,nefsani ihtiraslarınızı tatmin etmek için hiç kimseyi öldürmeyiniz.)

(Bu, İlahi Kudret tarafından kesinlikle yasak edilmiştir. Çünkü, adaletönünde yargılanmadan bir kimsenin katli, bütün insanlığın katli hükmündedir.)

İşte Cenabı Hak`kın, anlamanız için size öğütledikleri bunlardır. Yetiminmalına yaklaşmayınız, dokunmayınız, el atmayınız.

Sadece, ergenlik yaşına gelene kadar o malı korumak ve idare etmek sizedüşer.

Doğrulukla ölçüp tartınız. Fırsatçılık, vurgunculuk ve hileli ticaretyapmayınız.

Biz insanı ancak yapabileceği şeylerle yükümlü kılarız. (*)

Emirlerimizin hepsi yerindedir.

Bir kimse hakkında hüküm vereceğiniz zaman, o kimse yakınınızveya akrabanız bile olsa, hak ve adalet çerçevesinde hüküm veriniz.

Kutsal olan inançlarınıza sadık olunuz.

Allah`ın öğütlediği bunlardır... Ola ki bunlar hakkında düşünürsünüz..."

İşte, bütün hukuk ve ahlakı şu yüce ayetlerle özetleyen bir din hakkında"reform" diye tutturmak; ya bu dinin Kur`an`ına, anlamına, ruhiyatına sahipolmadan konuşmaktır, ya da iki-üç yüzyıldan beri Müslümanlar İslam`ınruhiyatından uzaklaştıklarından, Kur`an`ı mezarlık kitabı yaptıklarından,müslümanlığı mevlid okutmakla aşure pişirmeye kadar indirdiklerinden, onların,dinde olmayan, fakat dinde bir esasmış gibi gözüken bu hallerinden yararlanarak,bu halleri bir zavallılık sayarak, reform yapmayı gerekli bulmaktır.

Cenabı Hak: "Biz, insanı ancak yapabileceği şeylerle yükümlükılarız" dedikten sonra, artık O`nun emirlerinde, yasaklarında reformyapmaya kalkmak ne demektir?

 

Müslümanlar, kitaplarının yalnız sözlerini güzel sesle, usülüne göreokumakla kalmayıp, anlamını uygulamaya başladıkları zaman, ilimlere konu,sanatlara model vermişlerdir.

 

Bugün uygarlığını kopya ettiğimiz Batı`ya, pusulayı kim götürmüştür?

 

"Rabbükümülleziy yücziy lekümül fülke filbahri...ilh". Yani,"Rabbinizin lütuflarını, iyiliklerini aramanız için dalgalar üzerinden gemileryüzdürür. O sizin için Rahîm`dir" ayeti kerimesinden feyz alanlar, müslümanlardeğil midir?

Yine zamanında Müslümanları astronomide usta kılmaya sebep olanneydi?

"Ve hüvelleziy sahharel bahre lite`kûlû minhü lâhmentariyyen..." Yani, "Ondan taze yiyecekler çıkarıp yemeniz, ondançıkaracağınız ziynetlerle süslenmeniz için Cenabı Hak, size denizi binek etti.Görüyorsunuz ki gemiler onun dalgalarını yarıyor. Onunfazlını(nimetini)arayınız!"

İşte Müslümanlar, bu ayetlerin anlamlarını uyguladıkları zaman, kâinatınefendisi olarak yaşıyorlardı.

Ama biz, Kur`an`ı ölü kitabı yapar da;Allah`ın övdüğü ve bütün gıdalarınüstünde bir gıdaya sahip olan balığa bile, "İslam yemeği değildir" diyecekkadar içimizde cahil insan yetiştirirsek, elbette bu dine dil uzattırmaya sebepoluruz.

İnsanlık, Kur`an`ı dinlediği kadar yükselir, ayrıldığı kadar da alçalır.

Çünkü Kur`an insana önce:

"Merhamet, merhamet... Evet merhamet, büyüklüğün mayasıdır"diye seslenir. İnsanlığın güneşi olduğunu ilan eder.

İnsanlığın Fahri Ebedîsi Hz. Muhammed (Allah Ondan Razı Olsun.):"Yaratıklara karşı kalbi merhamet ile çarpmayan kimse, iflah olmaz"buyurmuşlardır.

Evet, İslam ne biliyordu diyemezsiniz!

"Cebir" bile, onun kullandığı kelimedir. Ondan alarak kullanmışlardır.

Reformdan amaç, İslam`ın bu ezici gücünü ortaya çıkarmak içinçalışmaksa, çok yerindedir.

Bu öyle bir dindir, insanı öyle bir olgunluğa eriştirir ki, Kudret`in aşkından,hak ve hakikatten gayrı bütün güzelliklerin, can çekiştiğini gösterir.

Evet, kudret’e sevgi duymamak, can çekişmek değildir de nedir?

Bu din yalnız toprağı değil, topraktan ilerisini de gösterir. Bu dinde kardeşlik edinme, son nefes içindir. Yoksa yiyip içmek, yatıp kalkmak için değildir.

Böyle dinin neresinde reform yapılabilir?

Büyük İslam dini; evet, insanoğlunun mutluluğunu sağlayan bu büyük din,insanlığın hem duygularını, hem de aklını tatmin eder. Ruhuna seslenir."Teklif, akla yapılır" der, ona büyük önem verir.

Onun için İslam, kesinlikle tutucu bir inanç istemez. Yoluna girmişolanlarda, olumlu bir inanç, aydın bir fikir bulunmasını ister.

"Tutuculuk ve nefsaniyetten soyun, taraftarlığı ve bencilliği at, Hak`kı öylesev" diye emreder.

"Ahlak, Hak sevgisi, ölçülülük" diye ilan eder.

Zira insanlığın çoğunluğu nefislerine yenik düştüklerinden, nefsinoyuncağı olarak sayılı nefeslerini tükettiklerinden, isteklerine, nefsani arzularınauymayan gerçekleri inkâr ederler.

İşte bu inkâr, başkasının hakkına tecavüz kapısını açar. Bu inkâr:Yargılarında kesinlikle tarafsızlık gözettirmez.

Hatta canavarları utandıracak, tüyleri ürpertecek olayların ortayaçıkmasına sebep olur.

Bu büyük dinin istediği Hak sevgisi, bütün duygulara hakim bir tabiatasahip olanıdır.

Kur`anı Mübin ve bütün İslam prensipleri hakikati sevmeyi,düşüncede tarafsızlığı, vicdan yüceliğini,  haktanırlığı  emreder.

Hak`kın Peygamberi:

"İman etmedikçe cennete giremeyeceksiniz, birbirinizi sevmedikçe de imanetmiş olmayacaksınız" buyurmuşlardır.

Bunlar, ne büyük hakikatlerdir...

İşte İslam da, "Her ne pahasına olursa olsun, hakikatten ayrılmayın" der.

"Hakikat acıdır" derler. Hayır!..

Hakikatten daha tatlı, daha zevkli, vicdana daha fazla huzur veren hiçbirşey yoktur.

Hakikatin acı gelmesi, kişinin tat alma yeteneğinin bozukolmasındandır.

Nasıl ki, hasta olanın tat kuvveti bozuk olduğundan, en lezzetli yemeğin biletadını alamaz, hatta kokusundan bile nefret eder, adını anmak istemezse; doğruyoldan sapma hastalığına yakalanıp, tat alma yeteneği bozulmuş olan kimse de,Hak ve Hakikat lezzetini alamaz.

                        Yarasanın, güneş ışığına düşman olup karanlığı arayışı gibi, yarasatabiatlı, kara ruhlu insanlar da, Hak ve Hakikate düşman olup bâtıl`ıararlar.

Bu din: "Kötülüğe yenilme, kötülüğü iyilik ile yen. Onu yenmenin,onu kolay yenmenin yöntemleri bende var" der.

Şimdi böyle bir dinin neresinde reform yapılacaktır?

Reformdan amaç, bu esaslar üzerinde çalışmaksa, o reform yerindedir.

Bu dinde geçerli olan azimdir, tutuculuk değil. İslam, taassuptan nefret ettiğikadar hiçbir şeyden nefret etmez. Çünkü taassup, bütün kötülüklerin anasıdır.

Allahü Teâlâ Kitabı Kerim`inde:

"Yâ ehlel kitâbı lâ tağlû fiy diynüküm ğayrel hakkı," yani: "Ey Kitabehli! Dininizde Hak`tan başka hiçbir şeyde tutuculuk göstermeyiniz" diyeuyarıyor.

Evet, yine bu din, geçmiş dinlere mensup olanları,

"Ittehazû ahbâreküm ve ruhbâneküm erbâben min dûnillahi",yani:

"Allah`ı bıraktılar da, âlimlerini, ruhani reislerini Rab diye kabul edecekdereceye düştüler" diye  eleştirir.

İnsanlığın Fahri Ebedîsi, Allah`ın bu fermanını tebliğ ettikleri zaman,Kitap ehlinden bazıları:

–               Biz onları Rab kabul etmedik, dediler. Büyük Peygamber:

–               Siz emirlerinizin, âlimlerinizin, ruhani reislerinizin bâtılemirlerine, nefsani duygularından meydana gelen hallerine, körü körünebütün düşüncelerine bağlanmadınız mı?

–               Bağlandık.

–               İşte, Rab diye kabul etmiş oldunuz, buyurdu. Böyle bir dininneresinde reform yapılabilecektir?

Evet, bütün insanlığın bozulması, bütün düşüşler, tükenişler; hep bu türkeyfi, nefsani arzuların kötü sonuçlarıdır.

Bütün bu baskı yöntemlerinin esası, kuvvet sahiplerinin üstünde olan ilâhikudreti tanımamaktan ileri gelir.

İşte bu büyük dinin hakseverlik esasından doğan sonuçlarından birisi:Birlik ve kardeşliktir.

Yaratanın birliği ve Hak`kı yüceltme yolundan doğan varlık, onunvermiş olduğu kalıp ve kalp birleşmesi, o uyum, her şeyin üstünde, bütünuyumların üstündedir.

Bu her zaman ispat edilmiş, tarih bunu dünya sahnesinde apaçık göstermiştir.

Müslümanlar bu aşka sahip iken, çeyrek asırda maddi olarakkendilerinden çok üstün olan binlerce senelik egemenliklere, sahte uygarlıklaradiz çöktürmüşlerdir!

Bunu dost da, düşman da onaylar.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılacaktır?

Dünyayı, sonsuz mutluluğa sebep olan bir sahne diye tarif eden bir dindekim reform yapabilecektir?

"Yalnız bilmek yeterli değil, düşünmek gerekli" diyen, "Olanı görün!"diye emreden bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Bu olgunlukların hepsi; kendinden başka tapılacak bulunmayan, sayıdizisindeki çiftin karşılığı olmayan Bir`e iman etmekten ileri gelmiştir.

Evet, İslamiyet, yaratılana tapmaktan tümüyle arındırılmıştır. Yalnız ogünahı affetmez. Diğer günahlar, ilâhi rahmet sayesinde bağışlanabilir.

Bu din öyle bir dindir ki: "Ödevin en aşağı derecesi; başkasına karşıadalet, nefse karşı ruhsattır, kontrollu davranmaktır. Üstün derecesi de;başkasına karşı cömertlik, nefse karşı azimettir, kısıtlayıcı olmaktır" diyeemreder.

Bu din: "Kişi kendisine layık gördüğü dereceye göre; yani ne kadarkötülüğe uğramış olursa olsun, ona karşılık vermeye gücü olsa bile, eğer dahayüksek bir ahlaki derece sahibi ise, o kötülüğe iyilikle karşılık vermek göreviylekendini yükümlü tutsun" diye emreder.

İnkârcının inkâr damarına daima ağır bir neşter vuran büyük Kitap`ta:

"Femenı`tedâ aleyküm fa`tedû bimisli ma`tedâ aleyküm..." nazmıkeriminde: "Her kim size düşmanlık ederse, size yaptığı kötülüğün misliile ona karşılık veriniz. Fakat, Allah`tan sakınınız, korkunuz, yani o saldırınınmiktarını aşmayınız. Biliniz ki Allah, kendisinden sakınanlarla beraberdir."

"Ve cezâu seyyietin..." nazmı keriminde: "Bir kötülüğün cezası, onun gibibir kötülüktür. Fakat her kim bağışlama ve iyilik yolunu seçerse, onunkarşılığ Allah`a kalır. Allah`ın da Subhani şanına nasıl yakışırsa, onu öylekarşılar. Hiç şüphe yok ki Allahü Teâlâ, zulüm edenleri sevmez."

"Ve in ta`fû akrabü littakvâ..." Yani, "Eğer affederseniz, Allah`ınkoyduğu yasaklardan korkanlara yaraşır bir iş yapmış olursunuz."

"Huzil afve ve`mur bil`urfi ve a`rıd anil câhiliyn..." Yani: "Affa sarıl,iyiliği emret, cahillerden yüz çevir."

"Hüvelleziy ersele resûlehû..." Ve: "Vallahü ya`sımüke minennâsi..."Yani: "Habibim!

Kâfirler çatlasa, bana ortak koşanlar patlasa, dininden dönenlerkıvrım kıvrım kıvransa, ben seni Sübhanî zenginliklerle donattım, sana ilâhikoruyuculuğumdan zırh giydirdim, öyle gönderdim. Hak dini, bütündinlere ilmen ve aklen daima galip gelecektir..." emirleri ile, bütünyaratılanlara tanıtılan ve dünyanın her tarafından günün beş vaktinde resmen"Eşhedü enne Muhammeden resûlullah" yüce ismi ile anılan Hak Peygamberi;yüzünü görmeden, mübarek ağızlarından çıkan sesin bir anlık bölümünü bileişitmeden, bir habere gönül verdirerek on dört yüzyıldan beri gönüllerde yeralıp, milyarlarca insanı maddi hiçbir şey vermeksizin, aşk ile peşinden götürenHazreti Muhammed (S.A.V.):

"İzâ vekafel ibâd nâdâ münâdin..." Emr-i Ahmedîsi ile başlayan birhadisi şerif:

"Masaların, kasaların kaldırıldığı, itibarların, rütbelerin silindiği, kişiselyetkilerin alındığı, hiçbir kimsenin `Benim` sözcüğünü kullanamadığı,semayı deler gibi bakan gözlerin söndüğü, yeri ezecekmiş gibi basanayakların tir tir titrediği günde, kullar Yaradan`ın huzurunda, Allah`ın büyükmeclisinde durduğu zaman, bir ses şöyle seslenecek:

Her kiminAllah`ın üzerinde sevabı varsa, kalksın cennete girsin!

Allah`ın üzerinde sevabı olanlar kimlermiş? diye sorulacak.

İnsanları affedenler... cevabı verilecek. Bunun üzerine binlerce kişikalkacak, hiçbir zorluğa ve hesaplaşmaya uğramaksızın doğrudan doğruyaCennete girecek," buyuruyor.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Râbi ibni Hıysem namaz kılarken, iki bin dirhem değerinde olan cins biratını çalıyorlar. Dostları kendisini teselliye geldiklerinde:

–               O adam atı çözerken benim gözüm görüyordu. Ancak ben ozaman, daha çok sevdiğim bir şeyle meşguldüm. O hali bozamazdım. Onuniçin onu kovamadım, deyince, dostları hırsıza beddua etmeye başlarlar.

Râbi ise:

–               Bana kimse zulmetmemiştir. O adam kendine zulmetmiştir. Zavallının kendisine ettiği zulüm yetmiyormuş gibi, ben de mi onazulmedeyim? der.

İşte bu din, yeteneği olanları böyle eğitiyordu.

Bu olay ancak Aşk ehline, irfan sahibine bir zevk verebilir. Maddeninyoğunluğunda kalıp gölge avına çıkana da, "Ne kadar ahmakmış" dedirtebilir.

Şimdi bunun benzeri bir olayı daha ele alalım:

Bir Lord, cins bir atın üzerinde giderken yolun kenarında inleyen birkimseye rast gelir:

–               Hasta mısın? diye sorar.

Adam, çok fena hasta olduğunu, adım atmaya dahi gücüolmadığını, acınacak bir yüz takınarak söyler:

Lord:

–               Pekâlâ, ben ineyim, seni bindirip götüreyim, der.

İnleyen adam ata biner, beş on adım sonra doğrulur, biraz da ata dokunur.Cins at süratle yol almaya başlar.

Lord:

–               Sahtekâr adam, boşuna heyecanlanma, benim malikânemde öyleyüzlerce at var, sen benim atımı çalıp kaçmadın, vicdanımı çaldın. Bundan sonrabir daha düşkünün yüzüne bakmam... der.

Ama bu din öyle bir dindir ki, insanın yüce vicdanını hiçbir şeyeçaldırtmaz.

Çünkü vicdan, yüce Melekût âlemine bağlı bir soyut mana, bir irfannuru olduğu için, madde ile çalınmaz. OAllah`ın bahşettiği, beğenilen birşeydir.

Evet, bu büyük dinin ilim ve irfan çevresinde, eğitimi altında büyüyenkimsenin vicdanında; sonucu hiç olan görünürdeki bu dünya, yerden göğe kadarolan bu alan, sivrisineğin kanadı kadar gelmez...

Şimdi bu zevki öğreten, bu olgunluğu bağışlayan ve uygulamasınıbu görünen sahnede varlıklara sunan bir dinin, neresinde reform yapılabilir?

Bu din: “La ta`rifül hakka birricâli a`rifül hakka ta`rifu ehlehu”yani “Hak ve haikatın bir takım adamlarla ayakta durduğunu sanma, önce Hak’kın ne olduğunu öğren ki, ehlini tanıyabilesin.” Buyurur.

Dünyada bundan daha açık hikmet kuralı var mıdır?

İşte şu ufak emri bile insanı taklitten kurtarmaya yeterli değil midir?

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

 

Bu din, bir milletin düşmemesi için iki esas gösterir:

1-     Milleti oluşturan bireylerin vahdete (birliğe) gönül vermesi

2-     Vakarından düşmeyecek bir hakimiyete sahip olması için şevk elde etmesi.

 

Cenabı Hak bir milleti, ancak o millet ayrılık, anlaşmazlık,ikiyüzlülük hastalıklarına tutulduktan sonra yıkar.

Önce uzun bir düşkünlük dönemi, şiddetli bir azap, daha sonra sonsuz biryok oluş verir...

İlâhi Kanun öylece gerçekleşir.

"Fetilke büyûtühüm hâviyeten bimâ zalemû", yani, "İşte sanaonların, kendi yolsuzlukları yüzünden bomboş kalan yurtları..."

Görüldüğü gibi, bireyin gelişmesinden toplumun gelişmesine, bireyinçöküşünden toplumun yıkımına kadar bütün incelikleri bildiren bir dinin, neresindereform yapılacaktır?

Bu büyük dinin ahlak kuralları, bütün insanlığın ortak yaradılışına uygun olarak konmuştur.

Hıristiyanlığın "Biri sağ yanağına tokat atarsa, sol yanağını da çevir"emrini, ahlak kanunu olarak kabul etmemiştir.

Çünkü bu sözün anlamı, bütünün kanunu olmak özelliğinden uzaktır.

Çünkü, bu kanunun, hıristiyan uluslarından hiçbiri tarafından hiçbirzaman uygulanmamış olması, aslında uygulama yeteneğinin olmadığına enbüyük bir delildir.

Bugün Batı`da hiçbir hıristiyan yoktur ki, bir yanağına bir tokat vurulsunda öbür yanağını çevirsin.

Çeviremez, çünkü "Femenı`tedâ..." (misliyle karşılık) ayeti kerimesivardır. Bugünün ve yarının Kitabı, sonsuza kadar Kur`anı Mübin`dir.

İnsanlar ister kabul etsin, ister etmesin, onun dediği ile oturup kalkmakzorundadır.

Bütün dünya öyle hareket edecektir! Kıpırdanmak yasaktır. Evet,gerçek Müslümanın elinde iman etmesine sebep, belge, şahit, delil olarak,Kur`an`ı var.

Bugün yüce Kur`an`ın güzel ve açık sözlerine gerektiği gibi dalacak eryoksa, o kapıyı çalacak kimse bulunmuyorsa, o kitabın söz ve ifadesi mi yok?

Fen ile ilgili ayeti mi yok? O kapıyı çalsın.

Geçmişteki kutsal kitapların hiçbirinde görülmeyen, astronomi, felsefe, tıp,anatomi, kimya, botanik, jeoloji ile ilgili ayetlerine dalsın.

Kur`anı Mübin`in herkesin anlayabileceği en açık mucizesi: Asırlarcasonra keşfedilen herhangi bir şeyin, kendisine uygun düşmesidir.

Evet, kitabı Kur`an olan böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir.

Bu din:

"Hüner iyilik etmek değil, bu iyiliği sonuna kadar götürmektir" der. Bu öyle bir dindir ki: bilgisiz bir kimsenin, sahip olması gereken ruhani eksikleri ile maddiistekleri birbirine eşitse, o kimsenin "seçilmişler sınıfındanım" diye iddiaetmesine izin vermez.

Yine bu din:

"İnsanın şerefi, edebi ile belli olur" der.

"Utanması olmayan adam, şeklinde insan görünse de, gerçekte bu yüceünvan ile şereflenmeye hakkı yoktur" diye feryat eder. Çünkü edep, insanısabıra götürür. Allah`tan başkasına şikayet ettirmez.

Hak`tan başkasına şikayet etmeyen de, hiçbir zaman zalime uşak olmaz.

Bir kalpte ne varsa, dışarıya o sızar.

Bir kalpte ne gizlenmişse, vücudun organları onu işler. Dikkat!

Bir kimsenin kalp sırlarından, bir başkası haberdar olamaz. Evet, kalbinsırlarını yalnızca Allah bilir.

İman ise; kalpte saklıdır, gizli bir sırdır.

Şu halde iman davası, ancak yapılan işlerin delilleriyle ispatlanabilir.

Soyut bir iman yeterli olsaydı, ibadet ve emirlere uymayı gerektiren din kurallarına gerek olmazdı.  Kısacası, teori, uygulamaylatamamlanır.

Şimdi, "Din, vicdani işlerdendir" deyip, kurallarını uygulamamakveya değiştirmek, reform ise; ona reform denmez, Allah`ın emirlerine sırtçevirmek denir.

Bir kimse, gafletle, insanlık gereklerini ve ilâhi emirleri yerine getirmektekusur edebilir. O, Rabbiyle kendisi arasındadır. Fakat bu emirleribeğenmeyip, onlara karşı acaip ve garip bir tavır takınmanın, o yüceliği horgörmenin cezası, pek ağır olur.

"Fe izâ ferağte fensab" (Bir işi bitirince, başka bir işle meşgul ol). "Ve ilârabbike ferğab" (Her işinde ancak Rabbine niyaz eyle). Şu iki nazmı kerim, bubüyük dinin nasıl bir din olduğunu, anlama yeteneği en az olan kimselere bileanlatmaya yeterlidir.

ÖnceAllah`ın büyük bir kanunu, kesin bir kuralı vardır ki: Feryat âlemiolan, dünya denilen bu düşkünlük sahnesinde külfetsiz nimet olmaz. Dünbugün için rüyadır, bugün de yarın için rüya olacaktır.

Evet, önce zorluk, sonra kolaylık olacak. Yani zorluğun yanında mutlakakolaylık bulunacak.

Hatta bir zorluk, iki kolaylık olacak. Şimdi, insanlar bu imtihanâleminde türlü türlü sıkıntılara, felaketlere uğrarlar. Eğer bu tecellilere dayanamayıp, umutsuzluğa kapılarak çalışmayı bırakırlarsa, yok olupgiderler. Halbuki onu yenmek için uğraşırlarsa, başarılı olurlar.

İşte Cenabı Hak: "Kolaylığı araya araya bulun. O, zorun yanıbaşındadır" diye buyurduktan sonra, yine büyük Peygamberine ve bize:"Madem ki zorluktan sonrası kolaylıktır, gerek kendine gerek insanlığa faydalıolacak ibadetlerinden birini bitirince, diğerine atıl. Cihaddan cihada koş, buuğurda yorul. Çünkü bu yorgunluk, rahmet aynasıdır. Bir de sadeceAllah`taniste" buyuruyor.

Şimdi böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir? Dinde reform diyetutturanlar, şunu iyi bilmeliler ki: Bu büyük dinde şöyle bir kural vardır: "Dinadına yapılan her davete, ilmî bir delil istemek lazımdır" buyurur.

Çünkü Hak ile, doğru yoldan sapmayı birbirinden ayıracak, yalanı hakşeklinde gösterenlerin arzularına engel olabilecek kuvvet, ancak bu delildir.

Şimdi hak ve hakikate sırt çevirerek, akla dayanmadan, düşünceyihesaba çekmeden, anlayış ile münakaşada bulunmadan, babalarını, dedelerinikörü körüne taklit etmek, onların boş inanışlarına mirasçı olmak,düşünmeden, araştırmadan bağlanmak alışkanlığında bulunanları, bu dinapaçık yerdikten sonra, gerçek bir azap ile de tehdit eder.

Şöyle ki:

"Ve izâ kıyle lehüm teâlev ilâ mâ enzelâllahü veilerresûlikâlû hasbüna mâ vecednâ aleyhi âbâenâ..." :

"Ve bu, boş inanışları ile azgınlık yolunda koşanlara, gelin Allah`ınindirdiği Kitabına, Resûlüne, Resûlünün sünnetine denilse, Babalarımızdanbulup gördüğümüz din bize yeter, derler."

"Ve iz yetehâccûne fiynnâri feyekulüzzuafâü."

"Allah ile büyüklük yarışına kalkanlar, O`nun emirlerini beğenmeyip sırt çevirenler, Allah`a ortak koşanlar cehennemegönderildikleri zaman, orada bulunanlara sitem ederek, azarlayarak, kendinibeğenmiş elebaşlarını suçlayarak:

–               Dünyada biz size uymuştuk, bugün bizden ateş azabını, bu sonsuzözlemin azabını biraz olsun kovamaz mısınız? Bizi kurtaramaz mısınız?diyecekler."

İşte nazmı kerimin açık açık bildirdiğine göre, kim inançlarında, imanındagönülden tam bir delile dayanmaksızın, bu sağlam esastan yoksun kalarak sayılınefesini tüketirse, nefsine karşı en büyük cinayeti işlemiş ve kendisini çok acı birfelakete düşürmüş oluyor.

Şimdi, ağzına aldığı lokmanın tatlılığının, acılığının farkında olan,hayırla şerri, faydalı olanla zarar vereni ayırt edebilecek kadar akıl sahibi olanbir adamın, yarın ikinci hayatta, kıyamet gününde kalkıp da başkalarınıntelkini ile, boş inançlara saplanmış, doğru yoldan çıkmış olduğunu ilerisürmesi, kendisini sorumluluktan kesinlikle kurtaramaz.

Çünkü bu büyük din, gayet açık bir bildiri ile şu gerçeği ilan etmiştirki:

"İnancın, imanın dayanağı, sağlam bir delil olacaktır."

Şimdi bu din bu kadar sağlam kurallar koymuş, insanın daima taklitten,araştırmaya yönelmesini emretmişken; bunun neresinde, kim, nasıl reformyapabilecektir?

Bu ulu Kitap,Allah`ın isteği ile genç ve dinçtir. Bütün yüceliği ile herzaman geçerlidir.

Son yüzyılda ortaya çıkan, bilim adamlarının: "Kanıt ile güçlendirilmeyen her kural, unutulup bir köşeye atılmaya mahkûm, anlamsız biriddiadır" diye koydukları kuralı, bu din 14 yüzyıl önce ilan etmiştir.  İşte ayeticelilesi:

"Ve neza` nâ min külli ümmetin şehiyden" :

"Masaların kaldırıldığı, kasaların bozulduğu, bireysel iradelerin alındığı ogün, Allah`tan başkasına tapanlara Biz Azimüşşân: Hani, bana ortakkoştuğunuz tanrılarınız nerededir? diyeceğiz.

Her ümmetin (milletin) peygamberlerini onlara karşı tanık tutacağız.Şimdi seçmiş olduğunuz ortağın kanıtını getirin. İşte size gönderilen Resûllerinhepsi burada... Beğenmeyip, yalanlamıştınız. Kendi iddia ettiğinizin kanıtınıgetirin bakalım, diyeceğiz. (Ortak koştuklarının vücudu yok ki, neyigetirecekler?) O zaman tevhid  (birlik) ve ibadetin ancak Allah`a aitolduğunu anlayacaklar, boş iftiralar da yok olacak, ne var ki iş işten geçmişolacaktır."

Özetle bu büyük din, onun büyük Kitabı, o kadar yüce kurallarkoymuştur ki; bir kimse Hak`kın sesini vicdanında duyduktan sonra, inancınınbozulmasına imkân yoktur.

Yine insanlığın Fahri Ebedîsi, öyle semavi işaretler vermiştir ki, o işaretlerikalp gözü ile görenlerin ayaklarının kaymasına imkân yoktur.

İşte bundan dolayı, doğruluktan sapmayı kabul eden, ona gönül veren,bağlanıp kalan, hayatı boyunca, hurafeleri teşvikle sayılı nefeslerini tüketengafillerin, peşlerine takılarak sürüklenecek gerçek bir müslüman yoktur.

Bu din öyle bir dindir ki:

"Velâ takfü mâ leyse leke biî ilm..." Yani:

"Hakikatini bilmediğin şeye bağlanma! Her şeyi bilirim iddiasın- da bulunma.Çünkü kulak, göz, kalp, bunların hepsi sorumludur. Bir gün bir divanda şahitmakamında sorguya çekilecektir," buyurur. Ama ne var ki, müslümanlarbu emirleri bildiren büyük Kitap`larını yüzyıllardır ölülerineokuduklarından, mezarlık kitabı haline getirdiklerinden başkalarınınsaldırılarına uğradılar.

Yoksa Kur`an`ın bağrına kulaklarını koyup, o Hak`kın sesini içtenliklevicdanlarında duymuş olsalardı; yüzyıllarca bütün dünyayı ilim egemenliğialtında yaşattıkları gibi, Allah`ın izniyle daha da yaşatacaklardı.

Çünkü bu büyük din: "Hayali bırak, hâle sahip ol!" der. Özetle kabahatİslâmiyet`te değil, bizim Müslümanlığımızdadır. "Izbehâ ilâ fir`avne innehutağâ..."

Şu ayeti kerimenin emri karşısında bir an içtenlikle durulacak olursa, budinin nasıl bir din olduğunu dost ve düşman anlayabilir.

Cenabı Hak, Musa ve Harun`a buyuruyor:

"Firavun`a gidiniz, çünkü o pek azdı! Kendisine yumuşaklıkla sözsöyleyiniz, belki aklını başına alır, ya da içine korku düşer."

Şimdi önce Allahü Teâlâ, Firavun`un aklını başına almayacağını elbettebilir. Sonra Musa ile Harun`u, kahredici bir tecelli ile göndere- bilirdi. Öyle iken,"sert davranmayınız, yumuşak söyleyiniz" diye emrediyor, yumuşaklık iledavranılmasını buyuruyor.

Bu ilâhi emrin amacı, bize yol göstermek değil midir?

Biz yüzyıllardan beri, bu emirlerin hangisini yerine getirdik?

Reformdan amaç eğer bu emirleri yerine getirmekse, öyle reformunbaşımızın üzerinde yeri vardır.

Bu ulu dinde:

"Tefekkerû fiy âlâillâh..." (Allah`ın yücelikleri üzerine tefekkür ediniz) emrivardır. Bu emre ne kadar uyulursa Marifetullah`da o kadar ileri gidilir.

Evet, bu büyük din, "Bilimlerde ne kadar geniş bir bilgi kazanılırsa, Hak`kın sonsuz nimetleri ve her şeyin üstünde olan büyük kudreti hakkında, okadar sağlam ve esaslı bir fikir edinilmiş olur" diye ilan eder.

"Men lem ya`rifül hey`ete vetteşrîha fehüve nâkısun fiy ma`rifetillâh." Yani:

"Astronomi, anatomi gibi bilim dallarını bilmeyen kimse, Allah`ınyüceliğini gerektiği gibi anlayıp takdir edemez, Marifetullah`da eksik sayılır"buyuruluyor.

Şimdi, matematik ve ahlak bilgisi öğrenilmedikçe, bu ilimlerdebilgiliolunabilirmi?

Tabiat bilgisi öğrenilmedikçe bu ilimlerin inceliklerini anlamak mümkünolur mu?

Emri buralara kadar uzanan bir dinin neresinde reform yapılabilir?

"Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu..." (Nefsini bilen, Rabbinibilir).

Bu âlemde Marifetullah zevkinden başka bütün zevkler geçicidir.Hatta Kudret öyle bir Kudrettir ki, gerektiğinde insanı yirmi sene önce birolayın karşısında şakır şakır güldürür, yirmi sene sonra yine aynı olayı insanınkarşısına diker, hüngür hüngür ağlatır.

O halde bu dünya sahnesine gelmekten amaç nedir? Hak`ka ulaşmakdeğil midir?

İşte bu din: "Hak`ka ulaşabilmek ve eşyanın gerçeğine varabilmek için, deneme ve derinden inceleme yolunu seçerek, önce ruhsalhalleri, etrafımızdaki evreni incelemek gerekir" der. "Men arefe nefsehu fekadarefe rabbehu" emriyle de; "önce görünüşte küçük bir suret, hakikatte büyükbir suret olan insan gerçeğini, sonra da insanı çevreleyen âlemleri ve nesneleriinceleyin de, onlardan sonuç çıkararak:

Vücuduyla var olan, sıfatı ile çevreleyen, isimleriyle bilinen, fiilleriylebeliren, eserleriyle gözlenen, başlangıcın öncesi ve her şeyin sonu olan Allah`aiman edin!" der.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Bu öyle bir dindir ki, insan hangi noktasına baksa bir nurla karşılaşır.

Temizliği bile iman maddesine koymuştur. Dış temizliğe dikkat edildiktensonra, iyiyi kötüyü, hayrı şerri birbirinden ayıran Kur`an hükümlerinde bildirilenbütün günahlardan sakınmak emrolunmuştur.

Çünkü öyle kir ve pas vardır ki, onun görünüşte kokusu olmaz. Meseladeğerli bir karşılık almak arzusu ile, bir kimseye iyilik yapmak ve bir şeyvermek...

Bu ne çirkin bir kirdir. Ahlakı altüst eder, insanın karakterini yıkar,Allah`ın insanın yüzünde işlemiş olduğu güzelliği bozar.

Cenabı Peygamber:

"Huzül atâ mâdâmel atâ..." yani; "Hediye, hediye olduğu müddetçealınız. Dostluğunuzun artmasına sebep olur. Fakat hediye adı altındaki şey,dininizden bir şeyi çalmak, ahlakınızı arttıran bir şeyi noksan kılmak, insanlıkşerefinizi ayak altına almak gibi bir durum meydana getirecekse onu derhalreddediniz. Çünkü o, hediyelikten çıkmış, insanı lekeleyecek bir rüşvetolmuştur" diye emretmişlerdir. Ve yine: "Ve lirabbike fasbir" yani: "Allah`ın için,O`nun rızası için her eziyete sabret, insanlığından fedakârlık etme"buyurulmuştur.

Hz. Ömer hükümet reisi olduğu zaman hanımına Bizansİmparatorunun karısı, çok değerli mücevherlerle işlenmiş bir yastığı hediyegönderdi. Bu yastık, Şeriatın koruyucusu olan Ömer`in eşinin çok hoşuna gitti,fakat Müminlerin Emiri olan Ömer`in bunu nasıl karşılayacağını düşünüyordu.Hz. Ömer yastığı gördü:

–               Bu neyin nesidir? diye sordu.

–               Bizans İmparatorunun karısının bana göndermiş olduğuhediyedir.

–               Nasıl hediye?

–               Hediye işte... Hediye, dinimizde kabul edilen bir şey değil midir?

İyi ama o İmparatorun karısı, Ömer`i, dolaysıyla seni, ben emirlikmakamına gelmeden önce çok iyi bilirdi. O zaman göndermeyip, benmakama geldikten sonra göndermesinde herhalde gizli bir sebep olsa gerek.Sen onu bana ver de ben derhal onun icabına bakayım...

Bu işin zevkini anlayabilmek için, birinci Ömer ile ikinci Ömer`i karşılaştırmak lâzımdır.

Birinci Ömer iken mini mini yavrusunu diri diri toprağagömüyordu, ikinci Ömer`liğinde ise "hediye adı altında gönderilen, bir çıkarkarşılığında gönderilmiştir" diye, en değerli mücevherlerin bile, yanında çakıltaşı kadar değeri kalmıyordu...

Bu hal ona nereden gelmişti?

Bu dinin aşk tavasında katılığını eritip, güzelliğe, yumuşaklığadönüştürmüştü de oradan gelmişti, nereden gelecek?

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir?

Ahlakı düzeltme açısından insanlar, başlıca üç kısıma ayrılırlar:

Birinci kısım: Yaratılışlarından gelen selamet halini, koruyan insanlardır.

Bunlar hayır ve şerre karşı tamamen ilgisizdirler. "Hayrın" iyi ve"Şerrin" fena olduğunu bile düşünemezler. Kendileri hangi yolda gönderilirse, oyolu takip ederler.

Bunlar, olgun bir yol göstericinin (kâmil mürşidin) elinde yetişecekolurlarsa gayet kolay faziletli bir ahlaka sahip olup, insan-ı kâmil derecesineçıkarlar.

İkinci kısım insanlar: "Hayrı" fazilet, "Şerri" ise kötü huy, utanılacakhal olarak tanırlar da, nefslerinin isteklerine uyduklarından, şehvet ve zulüm gibiahlakın en alçak şekliyle dostluk kurduklarından kötülüğü itiraf ederler de,kendilerini kötülükten kurtaramazlar.

Mükemmel bir terbiyeci hiç bıkmadan bunların da üzerinde işlediğizaman, manevi etkilerle kötü huyları terk ederek, iyi huylar alabilirler. Güçolmakla beraber, nefsin kurtuluşu mümkündür.

Üçüncü kısım: Alçakça bir ahlakı huy edinmiş olanlardır. Bunlar alçaklığıfazilet olarak kabul edip, ahlaki faziletleri de bir çeşit zavallılık, budalalık kabulederler.

Bunların düzelmesi çok güç ve hemen hemen imkânsız gibi görünürsede, bu dinde bunları düzeltecek kurumlar da hazırdır.

Mesela:

"Sizden önceki milletlerin yıkılmalarının en büyük sebebi, ancak şuolmuştur: Büyükleri, mevki sahipleri çalıp çırptıkları zaman, hiçbir hesabaçekilmeyip serbest bırakılmaları, güçsüz alt tabaka bir şey çalarsa derhalcezalandırılmaları idi. İşte bu durum hangi millette görülürse, yıkımınıbeklesin."

Bu din öyle bir dindir ki, toplum içinde hiç kimsenin yüzününkızarmasını istemez. "Bazı cezaları; `O kimse bunu yapmamıştır, bunlar insanayakışmayan hallerdir` diyerek gidermeye çalışın" der. Bazı insanlar için busözler, en ağır ceza yerine geçer, umulur ki gaflete düşerek işlediği kötülükten pişman olur, vicdan azabıyla gizlice affolunmasını diler.

Bu emirler, böyle yaradılanlar içindir. Yoksa cinayeti övünmederecesinde sayanlar için değildir. Evet, cinayeti işledikten sonra, savaşmeydanından zaferle dönmüş, memleket, vatan düşmanını topraktan atmışedasıyla gezenler için değildir. İslam`ın, böylelerini de terbiye edecek cezalarıvardır.

Yine İslam`ın karşısında bulunanlar, onun içki kurumuna takılırlar:

"Efendim, bu uygarlaşmış yüzyılda sarhoşluğun da şöyle cezası, böylecezası mı olurmuş?" diye dil uzatırlar.

Buna dil uzatabilmek için, önce tüyler ürpertici cinayetler ortadankalkmalı. Adam canavarları utandıracak şekilde cinayeti işler, "Efendim üç şişeşarap içmiştim, beş şişe rakı içmiştim" der ve bu da işlediği cinayetin hafifleticisebebi olarak gösterilir.

İşte İslam bunların hepsini görmüş, değil bir insana, en küçük bir yaratığabile zararı dokunabilecek şeye "Yasak" demiştir.

Evet, yine bu din:

"Hangi şey ki edebine, bedenine, dinine zarar verir; o şey yasaktır"diye ilan etmiştir.

Bunlar mı geriliğe sebep olmuş?

"Ve etıy`ullahe ve resûlehû ve lâ tenâze`ü..." Bu dinin en büyükrehberi olan Kitab`ının şu ayeti kerimesinin huzurunda biraz duralım:

"Allah`a, Allah`ın Resûlüne itaat ediniz. Sakın birbirinize düşmeyiniz,düşerseniz heybetiniz kalkar, sonra korkak kesilirsiniz. Ataklığınız veyüceliğiniz de elden gider."

Şimdi şuraya dikkat edelim:

Acaba müslümanlar bilinçli imana sahipken mi, din duyguları ile kalpleriçarparken mi, bilimlere konu, sanatlara model verdiler, ibadetin sıcaklığı,günahın soğukluğu duyulduğu zaman mı tarihin efendisi idiler, yoksa manadanuzaklaşarak maddenin yoğunluğunda şaşırdıkları zaman mı bir sonuç alabildiler?

Bir zamanlar, boyu tâ Fas`tan Çin hududundaki Tonkin eyaletine,eni kuzeydeki Kazan`dan başlayıp ekvator çizgisinin altındaki Serendip`ekadar uzanan koca bir âlemi, bilim ve ahlak korumasına almamış mıydı?Himayesinde değil miydi?

Bu geniş sınırlar içindeki kaleler, memleketler kimindi?

Sözü hiçbir zaman hiç kimse tarafından geri çevrilmeyen bu soylu Türkmilletinin, tarihin en eski efendisinin dedesi; âdet halinde müslüman iken mi,mirasyedi şeklinde mümin iken mi, yoksa Kur`an`ın bağrında can kulağınıkoyduğu zaman mı bu yüceliğe sahip idi?

Doğuda; İbni Sînâ`lar, Fârâbî`ler, Râzî`ler... Batıda; İbni Bâce`ler,İbni Rüşd`ler...

Sonra gönül tahtında sultan olan o Muhyiddin (İbn Arabî), Necmeddin(Kübra), Mevlânâ`lar...

Ve birçok bilim adamları...

Dosta, düşmana dil ısırtacak kadar dolu kütüphaneler...

Şimdi acaba bunlar, dinin ruhun gıdası, aşkı olduğu devirlerde miyetişmişler, yoksa dinsizliğin moda olduğu devirlerde mi?

Evet, yine bir zamanlar Müslümanlar, dinlerindeki sağlam kurallarsayesinde, en aydın, en parlak fikirli, en uyanık, en aldanmaz, en aldatmaz birtopluluk idiler. Çünkü ellerinde Kur`anı Mübin vardı. Orada Rahman`ın dersi devardır, İblis`in dersi de vardır...

Dinin gerekleri, halk içinde de, seçkinler içinde de aynıydı.

İşte ne zaman ki Kitâbullah`ın (Allah`ın Kitabı`nın) zevkindenuzaklaştılar, onu ölü kitabı yaptılar, mana bağı koptu, yalnız nefsani zevklerdüşünülmeye başlandı, cimri çıkarlar egemen oldu, çok vücutta tek ruhgibi yaşarlarken ayrılıklara düştüler; bu ayrılık sonucunda, birbirinedüşülünce elbette bilimde de, fende de geri kalındı.

Bunun için gerçekte geri bırakan din değil, dinsizliktir.  Burada yanıltmacayapmaya lüzum yoktur. Tarih meydandadır. Bunu da bildiren Ulu Kitab vardır.

"Ve izâ kıyle lehüm lâ tüfsidû fiyl`ardı kalû innemâ nahnü muslihûn..."Yani:

"Manaya düşman olanlara, nefsani zevklerden başka bir şeytanımayanlara, sadece arzuları ile meşgul olanlara, hırs ve açgözlülükte ilerigidenlere, kitapları yalnız paraları üzerindeki yazı olanlara, nefsani arzuları birtürlü doymak bilmeyen akılsızlara: `Yeryüzünde karışıklık çıkarmayın` denildiğizaman:

`Biz düzeltmekten başka bir şey yapmıyoruz` derler." "Kellâ bel rânekulûbihim mâ kânû yeksibûn..." Yani:  "Hayır, hayır, dedikleri gibi değildir"

Günahları, kötü kazançları, kalpleri üstünde pas tuttu da gerçeği inkârettiler. Pas tuttu da imanın nuru çekildi, gitti..."

Şimdi buralara kadar bildiren bir dinin neresinde, kim reformyapılabilecektir?

Bu din der ki:

Ayağı kayan bir kimseyi, yüz kızarması kurtarır. Utanma hissi, Allah`ıngörünmeyen hazinesinden büyük bir bağıştır.

Fakat utanmayı bir güçsüzlük olarak gören kimseye, bunlardan söz etmekboşunadır.

Yine bu din: "İbadetin üstün olanı, insanların kalbine sevinç koymaktır.Bir insan, kırık bir kalbe ne koyabilirse, gerçekte onunla ün kazanır. Ve gerçekşöhret de o namdır" der.

Acaba bu din bunları emrettiği için mi reform gerekiyor?

Azizim, bu dine âdet olduğu için değil, ibadet etmek için sarılan kimseninyanına ne hırs ateşi, ne de kıskançlık ateşi yaklaşamaz.

Sonra hırs ve kıskançlık ateşi hiçbir azaba da benzemez... İşte bu din,insanı nefsani benlikten soyar, kurtarır. "Gerçek`te diken aranmaz, bulursankendini bulursun" der. Böyle bir dinin neresinde reform yapacaksın?

Bu din, adamı, ten kafesinin kırılmasından korkutmaz. Bundan dolayıhayatta minnetle yaşatmaz.

Bu din, fıtrî (insan yaradılışına uygun) bir dindir. Onun için, onuninsanlığa gerçek hayatını bağışlayan hükümlerine isyan etmek; yaradılışındeğişmeyen kanunlarına isyandır.

"Yâ eyyühelleziyne âmenüsteciybü lillâhi ve lirresûli izâ deâkümlima yuhyiyküm..." Yani:

"Ey inananlar!

Geleceğin inananların olduğuna inananlar!

Allah ile Peygamberinin size hayat verecek davetine uyunuz. Ve bilinizki: Allah insanın kendisi ile kalbi arasına girer..."

İşte bu davete uymak, ne kadar samimi, ne kadar içten olursa, her alanda yükselme, gelişme o oranda olur.

Bunun dışındakiler, dedikodudan ibarettir. Çünkü bu din: "İlimöğrenin, kuvvet hazırlayın, çok çalışın, adaletten ayrılmayın, düşmüşükaldırın, hakkı tanıyın, ayrılığa düşüp birbirinizle boğuşmayın, ayrılık insanıcahilliğe götürür, yoksulluğa düşürür, haksızlığa karşı eli kolu bağlı bırakır,Hak`tan yüz çevirtir" diye ilan eder.

Böyle dinin neresinde reform yapılacak?

"Şemmetün minel ma`rifeti hayrün min kesîril amel" buyurulmuştur.Yani, "Marifetullah`tan bir kere koklamak, onsuz yapılan pek çok iştenhayırlıdır." Çünkü yaradılmışların en kutsal görevi başlangıcını, sonunu,Rabbini, Yaratıcısını bulmaktır. Bu, yani Marifet, ibadetten ve Allah`ın emirlerineuymaktan önce gelir. Çünkü bir şeyin değeri gerektiği gibi bilinmezse, hakkıverilmez. Onun için, yüceltme takdirden sonra gelir. Bundan dolayı, iman,Marifetullah`ı gözler.

 

Marifet, Allah`ın kudretine, yüceliğine ululuğuna sağlam bir imanoluşturur. O imana sahip olanlar için, umutsuzluk haramdır.

 

Bu din böyle emreder. Yoksa mirasyedi şeklindeki müslümanlıktan, âdethalindeki ibadetten, emirlere gelenek olduğu için uymak- tan sonuç alınamaz.

"İnnehu lâ yey`esü min ravhıllâhi illel kavmül kâfirun." CenabıAllah bu nazmı keriminde; umutsuzluğu, küfüre, yoldan çıkmaya kanıtolarak gösteriyor ve:

"Allah`ın mükemmel gücüne, Hak`sız bir zerre bulunmadığına iman edenbir kalpte, umutsuzluk bulunmaz" diye emrediyor.

İşte onun için bu din, yolunda gidenlerin alçaklığa boyun eğmesine,zulme sessiz kalmasına, hak sözü yükseltmekten geri kalmasına kesinlikleizin vermez.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılabilir? Cenabı Hak:

"İlme, marifete arkalarını dönenlerin, cahilliğe saplanarak sahte benliklerinde kalanların, yapmış oldukları yolsuzluklar yüzünden işte bomboşkalan yurtları!" buyuruyor.

İnsanlığın Fahri Ebedîsi:

"Sizin en hayırlınız, evet en şerefliniz; dünya için ahiretini terk etmediğigibi, ahiret için de dünya işlerini bozarak insanlara yük olmayanlarınız, ikiâlem için gücü yettiği kadar çalışanlarınızdır" diye buyuruyor.

Biz birkaç yüzyıldan beri çalışmayıp, taklit ile geçinerek geri kalmışsak,kabahat İslamiyet`te midir, bizim Müslümanlığımızda mıdır?

Her önüne gelenin din hakkında konuşması, bir moda haline gelmiştir.Bilen de söylüyor, bilmeyen de. Kur`an hükümlerine dayanan, gerçek imanıbulunan da söylüyor, bulunmayan da söylüyor; felsefi iman sahibi olan dasöylüyor, olmayan da bir şeyler söylüyor.

Öncelikle, bu dinin elinde bir kanıtı vardır.Yani: Kur`anı Mübin. altı bindenfazla ilâhi cümle.

Acaba bu konuşanlar, bu ilâhi cümlelerin kaç tanesinin manasını biliyorlar?

Onun nurani, ışıklı yüzüne kalp gözlerini çevirip, şu ilanını duydularmı?

"Ben bütün kitapların ya üstündeyim, ya da altındayım. Eğer bütünkitapların üzerinde değilsem ve bunu kanıtlayabilirlerse, ben davamdanvazgeçer, giderim."

Evet azizim, O öyle bir kitaptır ki; anlamını, yorumunu, şahıslar, kalemler,kâğıtlar değil, zamanlar yapar, zamanlar.

Mesela, şu nazmı kerimin huzurunda saygıyla duralım:

"Ve min âyâtihî halkussemâvâti vel`ardı ve mâ besse fihimâ min küllidâbbe..."

Ayette resmen, gökler âleminin oturulur olduğu, sonra, gök sakinleriile yer sakinlerinin bir araya gelip, karışıp görüşmeleri bildiriliyor.

Bugün ilerleyen bilim de, bunun çok yaklaştığını söyleyip üzerindedurmuyor mu?

Ama biz, o büyük Kitab`ı mezarlık kitabı yapıp bunlardan haberimizolmazsa, bu dinin ne suçu vardır?

İslam`ın özünden haberdar olmadan, hatta içeriğini bile gerektiği gibianlamadan, kulaktan dolma sözlerle, birkaç çeviri okumakla onun hakkındakonuşmak, hazret-i insafın kârı değildir.

Bu neye benzer, bilir misiniz? Beş on sayfalık tıp kitabını okumakla:"Ben uluslararası, her yerde kürsüsü olan usta bir hekimim" diye geçinmeye...

Veya bir kanunun birkaç maddesini okumakla, kanun koyucu gibigeçinmeye… 

Bu dinin: İnsanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmak, top sesini bastıraniniltisini dindirmek, yüce vicdanına huzur vermek, kaybetmiş olduğu sevgiyiiade etmek, ayrılıklar içinde bunalmış olan hayatına düzen bağışlayabilmek içinneler hazırladığı görülmek istenirse, Kitabı Mübin`in huzurunda hazır olunmalıdır.

Kalpte ruhani, Rabbani bir marifet nuru uyandırmaya çalışmalı, geliş vegidişteki amacı duymalı, kendi nefsinin gerçeğini ve içyüzünü, yaradılıştakihalini, anlayış ve yeteneğini anlamalı, yüce gayrete sahip olmalıdır.

"Eşşerefü bil himemil âliye lâ birrememil bâliye" yani, "İnsanınşerefi, kendisinin yüksek gayretindedir. Çürümüş kemiklere bağlılık iddialarıylaşeref kazanılmaz!" buyuruluyor.

İçtenlikle Hak`kın hukukunu başına sevinç tacı yapan bir kimse, böyle birdinin neresinde reform yapabilecektir?

Bazı kimseler de, "Bu din kadına çok işkence etmiştir" diye iftiraederler.

Acaba kadın hakkını, yaradılıştaki amacını, Allah katındaki değerini; bubüyük din kadar kim açıklamıştır?

Bu din; sonsuz geleceği, Dârüsselâm`a, cennete girişi bile kadınınrızasına bağlamıştır. Çünkü, "Elcennetü tahte akdâmil ümmehât..." yani,"Cennet annelerin ayağının altındadır" buyurulmuştur.

Anne kadın değil midir? Cenabı Peygamber:

"Bütün haklardan sakınınız, ayrıca iki hak ile ilâhi huzura dönmeyiniz!Bunlardan biri yetim hakkı, diğeri kadın hakkıdır. Bu konuda benden şefaatbeklemeyiniz" diye emretmişlerdir.

Halbuki İslamiyet`in ortaya çıkmasından önceki dönemleri birdüşünelim, dünyanın sokak sokak her köşesini dolaşalım, uygarlıkları aktaralım,kadınlığın halini seyredelim... Ne durumdaydılar?

İşte bu dinin kadına bağışlamış olduğu hakkı, bugün bile hiçbir din vehiçbir uygarlık verememiştir ve veremez!..

Bu din: "Size üflenen ruh ile yüceltildiğinizi unutup da, kendinizi cesetlerden,bedenlerden, kan ve kemik torbasından ibaret sanmayın. Üflenen ruh ileyüceltildiğinizi unutursanız; gerçek marifetleri bırakır, dedikoduya dalar, manayıterk eder, söz ağırlıklarının altında bunalır, kendinizi, aslınızı bilmez, Rabbinizigörmez bir halde kalırsınız. Buraya kadar düştünüz mü, işlerinizin hesabınıyapamaz, olup bitenleri dengeleyemez olursunuz. Denge de bozulunca,Allah`ın birlik bayrağını siz yücelik elinde tutamazsınız; işte o zaman fazilet vedostluk bağları kalkar" diye ilan eder.

Böyle bir dinin neresinde reform yapılacaktır?

"Başkalarını hesaba çekmeden önce kendi nefsini hesaba çek.Yaradılıştan amaç nedir, bu âleme neden geldin, neden yaratıldın, bu hayatınyükünü neden taşıyorsun, hangi amaca doğru koşuyorsun... Bunları düşün!.."der.

"Sözleri doğru olup istekleri boş olanların baştan çıkarmalarına kapılma.""Ittekû firâsetel mü`mini feinnehu yenzuru binûrillâhî azze ve celle."Yani: "Müminin ferasetinden, sezgisinden sakının. Çünkü Cenabı Hak,onun kalbine iman nurundan bir projektör takmıştır. Yakıncakarşısındakinin amacını, isteğini görür. Peygamber emirleri ile yaşama yollarınıbulun, buna sahip olarak yaşayın da, insanlık düşmanları manasız sözleriylesizi çarpmasın" der.

"Bu âleme, Allah`ın, Peygamber`lerin emirlerinin aksini yapmayagelmediğinizi biliniz, peşinde koştuğunuz amaç, yalnızca bir gün kokuşacakolan zavallı cesetleriniz için olmasın, ruhlarınızı aç, kalplerinizi kaskatı,vicdanlarınızı başıboş bırakmayın" der.

İşte bütün bu yüce emirleri sıralayan, yaradılış sebebinin marifet olduğunubildiren, ilk ayeti "Oku!" emri ile gelen bir dinin, neresinde reformyapılacaktır?

Marifeti de, dedikodu, kuru bir bilgi olarak kabul etmez. "Marifet:İnsanlığın ta kendisidir.

Marifet: Vicdanın rahatlama sebebidir.

Sonuç olarak Marifet: Allah`a yakın olmaktır" der. Şu halde İslam`ıngerçek mirası "Marifet" oluyor.

Biz bu mirası kaybetmiş isek, bu dinin ne suçu vardır?

Eğer reformdan amaç, bu mirası bulmak ise, bu, yerinde yapılıyordemektir.

Evet, reformdan amaç, kişinin bugünkü hareket çizgisini vicdan ölçüsü ilekontrol ederek yaşamak, samimiyet ölçüsünde tartarak oturup kalkmaksa,öyle reformun başımızın üstünde yeri vardır.

Bu din: "Hakikat rehberin olsun, insanlara danışmak kefilin olsun(çünkü bir insan diğerine danışırken sahte benlik yıkılır), yolun insanlık, hazinenbilim olsun" der.

Özetle, bu din öyle bir dindir ki, bütün düşünce düzeylerini kendindetoplamıştır. Aslında bu hikmete dayanarak kendisine genel din, sonuncu dindenmiştir.

Evet, geleceğin de tek dini o olacaktır.

"Hüvelleziy ersele resûlehu bilhüdâ ve diynil hakkıliyuzhirehu aleddiyni küllih..." (Bu, Hüda tarafından Resûlünebildirilmiştir, Hak dinidir, herkesin dini olduğu ortaya çıkacaktır.) Şimdiyekadar bu ayeti kerimenin anlamı açığa çıkmamıştır.

Bu din nefsini bilene, arzularına ve dargınlıklara esir olmayan kimseye,"Özgür insan" der.

İşte İslam`ın hürriyet hakkındaki kuralı budur. Demek ki bu dindehür olmanın şartı: Önce kişinin kendi arzularının esir ve mahkûmuolmamasıdır.

Bu da ne ile mümkündür? Nefsin oyunlarını bilmekle...

Bildikten sonra ona itaat edip boyun eğmemekle...

Sonra İslam`ın bu sözleri, kanıtsız sözler halinde kalmamıştır. Bu dünyasahnesinde, evet, bu mavi kubbenin altında sınırsız özgür insan örneklerivermiştir.

Mesela: Said İbni Cübeyr, Haccac-ı Zâlim`in kanlı kılıcı karşısında hiç gevşemeden onun alçaklığını yüzüne vurmuştur...

İmâm-ı Âzam`a, o günün halifesi adalet makamını vermek istediğizaman, büyük imam halifeye karşı: "Sen o halifeliğin layığı değilsin, bugünsenden daha yetenekli kimseler var. Yargıda ben senin yükümlülüğünü üzerimealamam" demiştir.

Evet o büyük imamı, ne hapisler, ne cezalar, ne zehirler, hürriyetinikorumaktan alıkoyamadı...

İmam Ahmet İbni Hanbel, kırbaçlar, işkenceler altında hürriyetinikorudu, şehit oldu gitti.

İşte İslam tarihi, böyle hür insanlarla doludur.

Görülüyor ki, İslam`daki kurallar sadece inançla ilgili hükümlere sahipçıkmıyor, bütün toplumsal bilimleri içine alıyor.

Yine bu dinde, hayal ve kuşkulara, insanın yaradılışındaki coşkunlukve taşkınlıklara, zararlı arzu ve eğilimlere, evet, bunların giderilmesine aitemirler ve kurallar da vardır.

Yine bu din der ki:

Manevi hürriyet, sadece insana özgüdür.

Evrende ve eşyada hürriyet mevcut olmadığına göre, insandaki hürriyet özelliğinin, Allah vergisi bir bağış olduğu açıkça görülür.

Bundan dolayı gerçek hürriyet, Allah`ı hakkıyla tasdik edende olur.

Çünkü yalanlayan, kendisinde hissetmek istediği irade ve hürriyetebir asıl, bir kaynak bulamaz ki, hür olabilsin.

Özetle, Allah`sız hürriyet ve irade olmaz!

Kuvvetsiz maddeyi hayal edemeyen insan, sebepsiz var olmayı, Allah`sızirade ve hürriyeti de hayal edemez.

Buraya kadar inceleyen bir dinin neresinde reform yapılacaktır? Kimyapacaktır?

"Ve lekad halâknel insane..." (Biz insanı yarattık).

Bu yüce söyleyiş, insan bedeninin nasıl meydana geldiğini, ne devirlergeçirdiğini bildiriyor, dolayısıyla anatomi bilimine ne büyük değer veriyor.

Bu bilim dalıyla, hayvansal ruhun bedendeki tasarrufu biliniyor. Ve bukonudan sonra ruh ve canın, onunla devam eden ilgisi anlaşılıyor ve ona nasıltasarruf ettiği ortaya çıkıyor.

Bundan dolayı, bu büyük din bu ilme o kadar değer veriyor ki, "El-ilmü ilmâni: Ilmül ebdan ve ilmül edyân" (Ilimlerin ilmi, bedenler ilmi vedinler ilmidir) buyuruluyor.

Büyük Peygamber de:

"Nefsüke matiyyetüke terfik bihâ" Yani:

"Bedenin, ruhun bineğidir. Ona yumuşaklık ile davran"buyuruyorlar.

Evet, beden, ruhun bineğidir. Ona yumuşaklık ile davranmak için, o ilmitam anlamıyla bilmek elbette gereklidir.

İşte İslam dininde anatomi, gerçeği arayanların gözünde büyük önemkazanmıştır. Çünkü bu bilim, dünyayı iyi anlamaya yarayan bir araç olduğugibi, dini ve ilâhi Marifeti daha iyi anlamaya da yardımcı olmuştur.

Bu bilimi tam anlamıyla bilen, nefsini bilmekten geri kalmaz. Bundangeri kalmayan da, Hak`ka arif olur.

O ilim ne kadar derin incelenecek olursa, Kudret`in geniş etkisi o kadaraçık görünür. Allahu Teâlâ`nın Kudret`inin olgunluğu hakkında kesin bir bilgioluşur, Cenabı Hak`kın Alîm ve Hakîm sıfatları daha açık gözlemlenir.

Merhameti ile insanın, her an onun eğitimi altında özel birerişmişliğe ulaştığı ve bütün âlemlerde bulunan varlığın özünün, insanda saklıolduğu gözlenir.

Demek oluyor ki bu dinde anatomi, nefsini bilmek için bir anahtar,nefsini bilmek de Hak`kı bilmek için bir anahtar oluyor.

Buralara kadar uzanan bir dinin neresinde reform yapılacaktır? Şimdigelelim konunun en önemli yerine:

Bir kimsede nefsini bilme meydana gelirse, Hak`kı bilme belirir. Hak`kıbilme de sevgiyi (İlâhi Aşk`ı) meydana getirir.

İşte hayatta en mutlu kişi, o aşka erişen kimsedir. Çünkü evrendesevgiden üstün hiçbir şey yoktur. Ne rütbe, ne masa, ne kasa... O’nunüstünlüğüne erişemez. Çünkü İlâhi Aşk`ta  insana, Allah dost olur. Hak`kagerçek ibadet de bu aşktan dolayı yapılır.

İnsanın en büyük dayanağı kalbi, en küçük dayanağı da kalıbıdır.Kalıp, kalbin kabuğudur.

İşte insanın bedeni, cihanın özüdür, nasıl insan kalbi de bedenin özü ise.

Özlerin özü olan gönül de, Rahman`ın evidir. Allah`ın baktığı yerdir.

İşte bedenlerin ilmi, kalplerin ilminin kılavuzudur.

Evet bedenin yaradılışında o kadar şaşırtıcı sanatlar, çeşit çeşit haller vardırki, sayıya gelmez.

Bedenin derinliklerinde olan ruh organlarının şekilleri, tabiatları, her birininkuvvet ve hizmeti de böyledir. Bu ilmin bilgisini aldıktan sonra, bunlar insana:

"Ey insan, yaradanına secde etmeyi, git de canavarlardan öğren" diyeseslenir. Hayat kaynağı olan kalbin, organlara çeşit çeşit sıcaklık, kuvvet vermesi,midede olan sindirim kuvveti, yiyeceklerin özünü posasından ayıran süzmekuvveti, özünü karaciğere çekip kana veren aktarma kuvveti, çocukyapabilme kuvveti, bu hizmeti yapanların birinde bir rahatsızlık olsa çeşitlihastalıkların doğması...

Daha neler neler...

Evet, buralara kadar inceleyen bir dinin neresinde reform yapacağız?

Sonra bilinmelidir ki:

Ruhun elbisesi olan bu beden, arz makamındadır. Nitekim Sübhanîbildirimde:

"Minhâ halâknâküm ve fiyhâ nü`ıydüküm ve minhâ nuhri- cükümtâreten uhrâ" Yani: "Toprak, kendi suretinden çıkarak bitki suretine gelir. Bitkide yemek ya da hayvan olarak insana gıda olur."

İşte yukarıda geçen nazmı kerimin küçücük bir açıklamasından bir noktaalacak olursak, yaradılıştaki hedefin insan olduğu çok çabuk anlaşılır.

Toprak unsurunun bin kısmından, ancak bir kısmı bitki olur. Obitkilerin bin kısmından ancak bir kısmı hayvan olur. Onun ancak binde biriinsan gıdası olur. O gıdanın bin kısmından bir damlası meni olur. Bin damlameniden ancak bir damlası rahme ulaşabilir. Rahme düşen nutfeden pek azıçocuk yapabilir. Doğan çocuklardan bir kısmı yaşar, kalıcı olur, ancak bindebirinin aklı erginleşir. O akıllıların ancak binde biri mümin olur, iman eder. Nicebin müminin binde biri âlim olur. Nice bin âlimin ancak biri Hak`kı arar.Nice Hak`kı arayanın binde biri Allah`ın ârif kulu (ârif-i billah) olur. Nicebin ârifin ancak biri olgunluğa erişir, İnsan-ı Kâmil olur.

İşte yaradılıştan amaç da, o insanın bedenidir.

Şimdi insana bu kadar değer veren bir dinin, evet, onun bedeni konusundabile yakinen bir bilgi edinmedikçe, sonuca ulaşılamayacağı bildirilen bir dininneresinde reform yapılacaktır?

Beden ilmini, anatomiye bırakmıştır.

Bir de insan ruhunu bildiren kısım vardır ki, onun uzmanlığını da Ahlakilmine bırakmıştır.

Onun için Kur`an:

"Yaradılmışlara hakaret nazarıyla bakmayın! Karşındaki kimse, ya dindekardeşin ya da yaradılışta bir eşindir, dikkat et, âhını alma!.." der.

Kur`an: "Dayanak noktasını kuvvet olarak değil, hak olarak kabul edin"der. "Hakkı kuvvette değil, kuvveti hakta görmeye çalışın, kuvveti haktagöremezseniz boğuşursunuz" der.

Kur`an:

"Hedefi çıkarlar olarak değil, faziletler olarak bilin" der. Çünkü çıkarlar,nefsani ihtirasları doğurur. Nefs de hiçbir zaman tatmin olmaz.

Evet, nefsani ihtiraslarla kurulmuş olan uygarlıklar, yine nefsaniihtiraslarla yıkılır.

İşte Kur`an, bunları açık tablolar halinde gözler önüne serer. Kur`an:

"Hayatı mücadele olarak değil, yardımlaşma olarak kabul edin, düşmüşükaldırmak için yaşayın" der.

Yine Kur`an, insanlığa o kadar serbestlik vermiştir ki: "Fezzekkir innemâente müzekkir" buyurur. Yani: "Ey Hak`kın Peygamberi,

Bu Kur`anı Mübin`in benim sözlerim olduğunu anlamak için, imanlı birbakış yeterlidir. Hatırlarına getir. Sen yalnız uyarmak için görevlendirildin.Senin görevin, onları, o müthiş günün şiddetinden, evet, masaların kaldırıldığı,kasaların yok edildiği, rütbelerin silindiği, makamların çöktüğü, mülklerin veevlatların, özetle hiçbir şeyin fayda vermediği, ancak kalbi selim ile gelebileninkurtuluşa kavuşacağı haber verilen o günün dehşetinden haber vererekuyandırmak, yaşadıkları sürece dine bağlılık ve iyi ahlak içinde yaşatmaksuretiyle, o hesap gününe hazırlamaktır.

 

 

İşte görevin budur.

 

Ahmak inatçılara gelince, onları kendi haline bırak!..

 

Onlar bu ölümlü dünyadan sonra kalıcı bir dünya geleceğini, ölümdensonra ikinci bir hayatın doğacağını, bir türlü kafalarına sığdıramıyorlar.

 

`Hayattan azlolundun!` emri geldiği zaman, dünyada bir gün bileyaşamadıklarını anlayacaklar!..

 

Onları kendi haline bırak..."

 

Bu emirleri içeren bir dinde reform yapmayı istemek, insafa sığar mı?

devamı...

İSLAM DİNİNDE REFORM OLABİLİRMİ?

Bismillahirrahmanirrahim.

Dinin Mahiyeti

 Din, Allahu Teâlâ tarafından vâz olunmuş bir kanundur. İnsanlara saadet yollarını gösterir, onların saadete erişmelerine rehberlik eder, yaradılışlarındaki gaye ve hedefi, Allâh`a ne sûretleibadet yapılacağını bildirir. İnsanları (kendi arzularıyla dini kabul eden akılsahiplerini) hayır olan işlere sevk eder.

Bu ilâhi kanunu peygamberler vahiy suretiyle Cenabı Hak`tanalarak insanlara tebliğ etmişler ve söylemişlerdir. Binâenaleyh din,peygamberlerin ilâhi vahye dayalı bildirimleri olup onun gerçekkoruyucusu, Allahu Teâlâ`dır. Peygamberler din ve şeriat vâzedemezler. Onların vazifeleri, sadece dini hükümleri tebliğ etmektir. Onlara din ve şeriat kurucu denilmesi hakikat değil, mecazdır.

Tabii Din Namıyla Ortaya Atılan Esasların Kıymeti

Son asırlarda bazı filozoflar tarafından "Tabii din" namıylabirtakım esaslar ve ilkeler ortaya konulmuştur. Fransız filozoflarından JanJak Ruso (Jean Jacques Rousseau, 1712 - 1778), Ernest Renan (1823 - 1892), Jül Simon (1814 - 1896) ve bunların emsali birçokfilozoflar, hıristiyanlığın almış olduğu hurafeli şeklin düşünen beyinleritatmin edemeyeceğini görerek, vicdanların din ihtiyacını, cemiyetin ahenkve düzenini temin için tabii din namıyla bir takım esaslar vâz etmişler veinsanlığın saadetini temin için böyle bir dinin lüzumuna inanmışlardır.

Ancak bu esaslar, hiçbir zaman hakiki dinin ulvi mahiyetine sahipolamazlar. Onlar nihayet birer felsefi meslekten başka bir şey değildir.Esasen insanlar tarafından uydurulacak bir din, veya vücuda getirilecek birfelsefe sistemi, hiçbir zaman insanlığın hidayet ve saadetini temine kâfideğildir. Çünkü vahiy ve ilhama dayalı olmayan, kökleri o ulvi kaynağadayanmayan, oradan fışkırmayan bu gibi şeyler, insanların ruhlarınınderinlerine nüfuz edemez, kalplere asla hâkim olamaz. Muhtelif milletleriçinde yetişen en büyük düşünürlerin asırlardan beri ilâhi dinlere sarılmalarıve onları kabul etmeleri, bu dinlerin esas itibariyle ilâhi vahye dayalıolmasının en açık delillerindendir.

Binâenaleyh, ahlakın en sağlam dayanağı dindir. Din olmadıkçafertlerde yüksek ahlak ve faziletten eser görülemez. Böyle fertlerdenteşekkül etmiş olan bir toplumun intizam ve ahengi de olamaz. Dinin yerinihiçbir şey tutmaz

Beşeriyet İçin Dinin Lüzumu

Din, toplumun düzenleyicisi olması açısından insanlık içingerekli bir kurumdur.

Bu kurum, ne kadar yüksek temellere, ne kadar derinhikmetlere dayanırsa, lüzumu da o nisbette artar. Alman filozofuŞopenhaur (Schopenhauer, 1788 - 1860)`ın pek güzel tasvir ettiğiüzere, hayat, hırs ve arzudan ibarettir. İnsan da tabiatı bakımından, hırsve arzunun esiridir. Böyle olan insanlar arasında toplumsal hayatın teşekkülü,karşılıklı güven ve sevginin tesis edilebilmesi için, ferdin ferdîarzularına, nefsani ihtiraslarına hâkim olması lâzımdır. Böyleolmadıkça toplumsal bir hayat yaşayamaz, medeni olamaz. Yaratılışaçısından ihtiraslarına bir sınır olmayan insanlar, bu ihtiraslarını ılımlı birşekle sokacak bir zabıtaya muhtaçtırlar ki, bu da dindir. Dinî zabıtaolmasaydı, insanlar arasında ahlaki ve hukuki zabıtaların yerleşmesiimkânsız olurdu.

Din, fertleri, mukaddes duygu ve alışkanlıklarla birleştirerek hemmilli vicdanı vücuda getiren bir etken, hem de toplumların yükselmesive gelişmesi için zorunlu bir kurumdur. Çünkü hak dini ahlaki fazilettir,adaletin iliğidir.

Gerçekten, bugünkü felsefeye göre ahlak, hürriyetimizi güzelkullanma ilmidir. Bu telakkiye göre de ahlak ilmi, vazife ilmindenibaret oluyor. Vazife ise hayrın işlenmesi demektir ki, bunun oluşmasına fazilet deriz. Görülüyor ki, fazileti telkin edip onaylamakaçısından, ahlak ile din birdir. Din, insanları birtakım görevlerleyükümlü tutmak bakımından insan hürriyetinin iyiye kullanılmausullerini tayin ettiği gibi, iyiyi emir, kötüyü yasak etmesi suretiyle defazileti telkin etmektedir. Ahlakın herhangi bir toplum için lüzumundaşüphe olmadığından, gayesi ahlaki fazileti yerleştirmek, hürriyetin iyiyekullanımını temin etmekten ibaret olan dinin lüzumunu, bu suretle detahakkuk etmiş oluyor demektir.

Din, insanlık üzerinde çok kuvvetli, etkili bir hâkimdir. Çünkükaynağı kudsidir. Bu itibarla cemiyetin ahengini korumak için, din zaruribir etkendir. Dini zabıta insandan hiçbir vakit ayrılmayan, nerede ve nezamanda olursa, onu daima nezaret altında bulunduran bir hâkimdir.Bu hâkim, vicdanlarda en tesirli bir etken olduğundan, insanı gizli veaçık her türlü fenâlıklardan alıkoyacağı gibi, her nevi iyiliklere de sevkeder.

Din sayesinde, İlâhi İlmin gizli ve aşikâr her şeyle ilgili olduğunubilen insanda, kuvvetli bir irade hasıl olur. Böyle kuvvetli bir irade ve onursahibi olan dindar fertlerden oluşan toplumlarda, sürekli bir nizam veahenk bulunur.

Bilim felsefesi uzmanlarından Aleksi Bertrand, "İtikat sahibikimselerde mevcut olan iman, ahlak için pek kıymetli bir dayanaktır vebu nokta, asla şüphe edilecek bir nokta değildir. Dini ahlakın aynızamanda bir ahlak felsefesi olduğunda da şüphe yoktur" ifadesiyle, buhakikati itiraf etmektedir.

Beşeriyet için dini ahlakın önem ve lüzumu pek büyüktür. Birmillet için ahlakın çöküşü kadar müthiş bir felaket yoktur. İngilizfilozoflarından meşhur Herbert Spenser`in "Ahlaki emirler, mukaddesoldukları beyan olunan kaynaklarında sahip olmaları lâzım gelenhüküm ve kuvveti bugün kaybediyorlar. Dini ahlakın bu suretle çöküp yok olmaya yüz tutması kadar müthiş pek az felaket vardır" yolundakiyakınması, ne kadar haklıdır!.. Hulasa Din, her türlü ahlaki faziletin,hem kaynağı, hem de yaptırım gücüdür. Ahlak yasalarının geçerliliğininsağlanması, ahenginin korunması için yaptırım gücü, ancak kudsi biresasa dayalı olan dindir.

Dinsizliğin toplumsal neticelerini nazarı itibara almak da, insanıdinin gereğini itirafa mecbur eder. Dinsizlik evvela ahlak, sonra hukukfikirlerinin kaybedilmesi sonucunu doğurmaktadır. Çünkü, dinolmadığı takdirde ahlak için bir yaptırım gücü kalmadığından, dinsizlik hertürlü kötülüğün yayılma ve genişlemesine ve neticede ahlak fikrinin kaybı,toplumun çözülme ve tükenmesine sebep olur. Dinsizlik, aynı zamandahukuk fikrini de yıkar.

Dinsizlik, toplumların da yıkılmasını gerektirir. Çünkü toplumfertleri arasında ahlaki uyum, ancak cemiyeti teşkil eden fertlerinitikat ve duygularının ortak olmasıyla hasıl olur. Din ortadan kalkınca,tabiatiyle bu uyum da son bulur.

Dinin, toplum hayatının zorunluluklarından olduğu ve insanlarındinsiz olarak bir toplum halinde yaşayamadıkları, Fransız Devrimihengâmesinde görülen durumlar ve oluşumlarla, kesinlikle ortayaçıkmıştır. Hıristiyanlığa giydirilen hurafeli şekil, sonraki yüzyıllardabilimsel zihinleri tatmin edememeye başlayınca, vicdanların dinihtiyacını, cemiyetlerin ahenk ve düzenini temin için, bazı düşünürlertarafından Tabiî Dîn  nâmıyla  bir  din vâzına kalkışılmış olması, insantoplumlarının dinsiz kalamamasından ve dinin, toplumsal hayatınzorunluluklarından olmasından kaynaklanmıştır. Gerçekten, dinfikrinin kalktığı gün, insan toplumlarının iflas ederek amansız ve akıbetimeçhul bir anarşiye sürükleneceğinde şüphe yoktur. Din, gerekfertlerin, gerek ailenin ve gerekse cemiyetin saadeti açısından, insanlık içinen vazgeçilmez ve en lüzumlu bir toplumsal kurumdur.

Vicdan, Dinin Yerini Tutabilir mi?

Bazı filozoflar vicdanın din makamına kaim olabileceğinisöylemişlerse de, bu doğru değildir. Evet, insanlarda doğuştan bir istidatvardır. İyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt etmek, insanda fıtrîdir. Fakatvicdan dediğimiz bu istidat, eğitim ve öğretim ile olgunlaşacağı gibi, kötüalışkanlıklarla, fenâ muhitlerin kötü telkinleriyle körleşeceği ve hattabüsbütün yok olabileceği de şüphe götürmez bir hakikattir. Bu fıtriistidadın herkeste aynı derecede tecelli etmemesi, buna en büyük delildeğil midir? Ufak bir şefkatsizlikten, ufak bir suçtan üzülen insanlarla,ebeveynini boğazlayan ve hatta evlatlarını diri diri mezara gömmüş olaninsanların hâline ne diyeceğiz? Evet, dünyada öyle caniler görülüyorki, kendilerinde hasıl olan kötü alışkanlıklar neticesinde, vicdandenilen his büsbütün sönüp gitmiştir. Jan Jak Ruso`nun şu sözleri nekadar mühimdir: "Vicdan, bir İlâhî ve yanılmaz yol göstericidir... Fakat burehberin mevcut olması kâfi değildir, bunu tanıyabilmek ve takip etmeklâzımdır. Bu rehber her kalbe karşı durumu bildirdiği halde, onu işitenlerneden bu kadar az bulunuyorlar? Çünkü, bize o, tabiat diliyle söylüyor.Halbuki, bu lisanı bize her şey unutturuyor."

İyi vicdana sahip olabilmek için iyi bir din terbiyesi almış,ahlaken çok yükselmiş, terbiyeli muhitlerde yaşamış olmak lâzımdır. Binâenaleyh, yalnız başına vicdan, insana ne yaratılış gayesini bildirir, negideceği yolu gösterebilir, ne de hayır ve şerri ayırt edebilir. Aynızamanda hak ve vazifenin, hayır ve faziletin kâfi derecede ne ölçüsü, nede doğrulayıcı kuvveti olamaz. Vicdan, sapkınlığa düşmemek veyolunu şaşırmamak için kendisine yol gösterecek bir rehberemuhtaçtır ki, o da İlâhî Vahiy`dir; Din`dir.

Hakiki bir din terbiyesi almış, bu terbiyeden az çok istifade etmiş insanların vicdanlarıdır ki, kendilerini tamamen fenâlıktanalıkoyarak fazilet yoluna sevk edebilir.

Din Beşeriyetle Doğmuş ve Onunla Devam Edecektir

Tarihin ve insanlık durumunun incelenmesi açık bir surettegösteriyor ki, din fikri, insanla beraber doğmuştur. Çünkü, tarihi asırların hiçbirisinde bundan haberi olmayan bir millete tesadüfedilemiyor. Nerede insan varsa, orada bir çeşit iman ve ibadet mevcutolduğu, incelemelerle anlaşılmıştır. Hatta tarihten evvelki zamanlardayaşamış olanlarda bile din fikrinin, dini hislerin varlığı inkâr olunamaz birhakikat olmuştur.

Bundan da anlaşılıyor ki, din, insanlığın gereklerindendir. Beşeriyet yaşadıkça din de ebediyen yaşayacak, fikrin, idrakin, düşünce ve anlayışların yükselmesiyle din fikri, daha ziyade ve daha esaslıbir şekilde kuvvet bulacaktır. İngilizlerin büyük filozoflarından HerbertSpencer (H. Spencer, 1820 – 1903) gibi doğa yasalarını tetkik edipkavramış olan filozofların: "İlmin ilerlemesi daha açık bir surette ispatediyor ki, hakikatini anlamadığımız ve anlayamayacağımız birMutlak Vücud vardır. Evvelini ve sonunu tasavvur edemediğimiz buebedi kudret, her yerde tecelli ediyor ve her şey ondan zuhurageliyor" demeleri de, bunu doğrular.

Filozof Sabatier diyor ki: "Dinler, gayet kuvvetli bir ağaç gibi,insanlığın geçirdiği inkılapların hepsinde hayatını korumuş ve koruyacaktır. Gerçekten, bu ağacın meydanda olan saçakları binlerce defakesilmiştir; lâkin esas kök, daima dallar yetiştirmekten asla geri kalmıyor.Zaman geçmekle onun kaynağı kurumak şöyle dursun, tersine felsefifikirler ve hayatın acı tecrübeleri gibi iki etkenin tesiri altında, o menbaıngittikçe derinleştiğini, genişlediğini görmekteyiz. Binâenaleyh, insanihayat diyanetle başlamış olduğu gibi, diyanetle kuvvet bulacak; diyanetlenihayetlenecektir."

Büyük filozofların bu yoldaki şahitlikleri de ispat eder ki; dinfikri, insanlığın zorunlu ihtiyaçlarındandır. Beşeriyet yaşadıkça, din dedaha sağlam bir surette devam edecektir.

Dinin Kaynağı Nedir? Aklın Vazifesi

İnsanlıkla beraber doğmuş olan din, insanların sonradan icatettikleri bir şey değildir. Din hissi, esasen insanın yaradılışında mevcut birhakikattir. İradesi, bütün mevcudat üzerine hâkim bir Allah`ınvarlığını, hayır ile şerrin, fazilet ile reziletin ayrı ayrı şeyler olduğunuanlamak ve tasdik etmek, insana mahsus ruhi ve fıtri bir özelliktir. İnsan doğarken bununla beraber doğmuştur. Bu açıdan diyebiliriz ki,dinin kaynağı insanın yaratılışıdır. Aklı selimdir. Ancak, insanlardafıtraten mevcut olan bu fikir ve akide, İlâhi Vahye mazhar olanpeygamberler tarafından takviye olunmuş, bu peygamberlerin İlâhiVahye dayalı tebligatı, insanların yolunu aydınlatmış ve bu mürşitlere tâbiolanlar hidayeti bulmuşlar, bunların gösterdiği yolu bırakanlar dasapkınlığa düşmüşler, nereye gideceklerini şaşırıp kalmışlardır. Binâenaleyh İslam inancına göre dinin kaynağı, "Vahiy veNübüvvet"dir. Vahiy ve peygamberlik ise bir hakikattir; tarihen sabit birşeydir. Ancak vahiy ve nübüvvet olmasaydı, insanın aklı seliminin, din veşeriatı idrak edip edemeyeceği üzerinde birkaç mezhep vardır.

Mûtezile`ye göre akıl, dini esasları kat`i surette anlayabilirdi.Eş`ariyye`ye göre akıl, yalnız ilâhi kitapları anlamaya bir alettir. Binâenaleyh, vahiy ve nübüvvet olmaksızın, akıl, din ve şeriatı anlayamaz. Hanefilere göre, akıl, Allah`ın varlığını ve diğer İlâhikemalleri idrak edebilir. İnceleme ve çıkartım ile bunu anlamak, insanaklının özelliklerindendir. Onun için bununla yükümlüdür. Fakatbundan başka dini ve şer`i hükümleri anlamak, İlâhi hitaba muhtaçtır. Kısacası: Dinin akla uygun ve insan yaratılışında mevcut olduğundabütün İslam mezhepleri müttefiktir. İhtilaf ettikleri nokta, akıl ve fıtratınmüstakil birer kaynağı olup olmadığıdır.

Dinin beşerde fıtrî olması, bugün dinlerin felsefi tetkikleriyle desabit bir hakikattır. Dinler tarihi yazarlarından Maks Müller (MaxMüller, 1823 – 1900) de derin ve esaslı bir tetkik neticesinde dinin, insan ruhunda fıtrî bir özellik olduğunu ispat etmiştir. Dinler Tarihi âlimlerinden Benjamin Konstant`ın şu sözleri de, derin bir hakikati ifade etmektedir: "Din, insanlık tarihinde en fazla hâkim olmuş biretkendir. Dini hayat, tabiatımızın ezeli bir vasfı ve ondan ayrılmayan birözelliktir. İnsanın mahiyeti düşünülünce, zihne derhal din fikriningelmemesi mümkün değildir." Binâenaleyh; "Din"i, korku ve ümitveyahut herhangi bir vasıta ile sonradan arız olmuş bir şey gibigöstermek, delaletten, sapıklıktan başka bir şey değildir. Evet, Volter(Voltaire) ve emsalinin ileri sürdükleri bu fikri kabul etmek; cemiyetinbekaasına hizmet eden ahlakı, hukuk ve toplum kurallarını doğurmuşolan dinlerin, bir vehim ve hayale dayalı; ve başlangıçtan bugünekadar geçmiş olan bütün insanlığın da aldanmış ve aldatılmış bir sürü safvarlıklar olduklarını kabul etmek demektir. Bu ise insanlık tarihine karşıfikri bir sapkınlıktır. Hakikat şudur: Aldanmış veya aldatılmış olanlar,beşeriyet değil, belki insanlık tarihini daimi bir aldanma şeklindegöstermek isteyen Volter ve emsali gibi kötü niyetli sapkınlardır.

Bir Dinin Tabii Olabilmesi İçin Aranılacak Şartlar:

 Müslümanlık tabii bir dindir. Bazı düşünürlerin lüzumunainandıkları Tabii Din, Müslümanlıktan başka bir şey olamaz. Çünkü birdinin tabii ve evrensel olabilmesi için, onun itikadi, ahlaki vetoplumsal hükümlerinde yaradılış ve tabiatla çatışacak hiçbir şeyinbulunmaması lâzımdır. Aynı zamanda bütün milletlere gönderilmiş olandinleri ve kitapları da tasdik etmeli ve asrın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilmelidir. Halbuki, inceden inceye tetkik edilirse, görülüyor ki,semavi dinler içinde bu şartları toplamış olan ancak İslam Dini`dir. İslâm`ın itikadî hükümleri içinde, aklın ve tabiatın hükümlerini değiştirecek hiçbir şey yoktur. Onun itikadı, harikalar üzerine değil, akılve apaçıklık üzerine kurulmuştur. Pozitif ilimlerle, asri fikirlerle aslaçelişmiyor ve çatışmıyor.

İslam`ın  ahlak esasları, en salim ve en gelişmiş bir felsefeyemeydan okuyacak kadar sağlam ve yüksektir. Diğer hükümleri deböyledir. İslam`da aklın, ilim ve hikmetin çok yüksek bir mevkii vardır. Hürriyet ve hukukta eşitlik esaslarını, en sağlam bir surette tespitetmiştir. Efsane ve hurafelere, evham ve kuruntulara inanmaktan men eder.Hayata düzen, fikre yükseklik verir. Bütün hükümleri, kolaylık üzerinekurulmuştur. Islam`ın en büyük düşmanı cehalet, hurafeler, istibdat,baskı, zulüm ve haksızlıktır.

İslam, daima adaleti, ilim, irfan ve hüner sahibi olmayı emreder. İşteböyle en yüksek ve insani hükümleri taşıdığı içindir ki, tabii ve umumi(genel) din, ancak Müslümanlık`tır diyoruz.

devamı...

YAKARIŞ

Ulu Tanrım...

Benim senden niyazım:

Beni, "Ben`den ayır, senden ayırma.

Nağmesi "Aşk" olan bir içli sazım,

Sesimi sen işit, ele duyurma.

Uy, dedin emrime, ben öyle uydum,

Ezelî sırrını yürekten duydum,

Başımı şevk ile yoluna koydum,

Beni bu ışıklı yoldan ayırma.

 

Maddeden uzağım, hırstan berîyim,

Ne bir yığın kemik, ne bir deriyim,

Bir gönül bendesi, bir aşkeriyim,

Katına yöneldim, geri çevirme.

 

 

Ne yapsan, "Lehül-Hamd" der de susarım,

Her derdini öper,bağrıma basarım

Hak katında,hoş olsa daâsârım,

Kör nefsimi vesveseye doyurma.

 

Her demisti ırakta,tesbihte dilim,

Gözümde ışıksın,kafamda bilim.

"Beka Billâh"benim en son menzilim,

İpliğimi masivada eğirme.

 

 

Aşk ile arındı dinmeyen acım,

 

Aşk benim başımda ölümsüz tâcım.

Ben sana müştakım, sana muhtacım,

Beni senden uzak yerde kayırma.

 

Nefis kalesini sensiz yaramam,

 

Gel demesen zinhar sana varamam,

Sen var iken başka nesne aramam,

Saf  külümü yâd eliyle savurma.

 

Gönül "Enel Hak"ta Mansur`dan yana,

Yolunda ölürsem, neminnet cana.

Rabbim n`olur,artık âşık kuluna

"Yürü" de de,başka ferman buyurma...

devamı...

İMAM-I ALİ HAZRETLERİNİN MISIR VALİSİNE MEKTUBU

Hazreti Ali Efendimizin Mısır’a Vali olarak tayin ettiği Malik bin Eşter’e yazdığı bu mektup, olduğu gibi ayet-i şerif ve hadis-i şerif meallerinden ve tefsirlerinden oluşmaktadır. O zamanın, bu zamanın ve bütün zamanların, sonuna kadar bütün insanlığın anayasası mahiyetindedir.

  

1. Görevin Esası

Vergisini toplamak, düşmanları ile savaş yapmak, halkına barış ve huzur, ülkeye kalkınma sağlamak için Mâlik bin Hâris el Eşter’i Mısır’a vali olarak atadığı zaman Allah’ın kulu, müminlerin emiri Hz. Ali’nin ona emri şudur:

O’na Allah’tan ittikayı, Allah’a itaat yolunu seçmesini, Kitabı’nda emrettiği farzlarla sünnetlere uymasını emreder. O farz ve sünnetler ki, onlara uyulmadıkça hiç kimse saadet yüzü göremez ve onları benimseyen de asla hüsrana uğramaz. Bir de ona eliyle, diliyle ve kalbi ile Cenab-ı Hakk’a hizmette bulunmasını emreder. Çünkü Allahu Zülcelâl Hazretleri kendisine hizmet edene yardıma, kendisini ağırlayanı da izzetlendirmeye kefil olduğunu buyurmaktadır. Sonra ona, şehvetlere saldırdıkça nefsini kırmasını, serkeşlik ettikçe de dizginlerini çekmesini emreder. Zira nefs alabildiğine fenalığı emreder, meğer ki Cenab-ı Hak o kişiyi merhametiyle korumuş olsun.

 

2. En Kıymetli Azığın

Şimdi bilmiş ol, ey Mâlik, ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki senden evvel birçok hükümetler oralarda adalet sürdü ve zulmetti. Sen vaktiyle nasıl evvelki valilerin icraatını gözden geçirdiysen, halk da şimdi senin icraatını öyle gözetecek. O zaman senin onlar hakkında söylediklerini, halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimlerin salih olup olmadığı, ancak, Allah’ın kendi kullarının dilinden söylettiği sözlerle anlaşılır. Onun için biriktireceğin en güzel azık, iyiliğe yönelik işlerin olsun. Heveslerine hakim bulun. Sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı sıkı dur. Zira gerek hoşlandığı, gerek istemediği şeylerde nefse karşı sıkı durmak, onun hakkında adaletin ta kendisidir.

 

3. Halka Sevgi ve Merhamet Besle

Halk için kalbinde sevgi ve merhamet duyguları ile lütuf meyilleri besle. Sakın biçarelerin başına, kendilerini yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme! Çünkü bunlar iki sınıftır; ya dinde bir kardeşin, ya yaratılışta bir eşin. Evet, bunların kabahatleri bulunabilir; kendilerine birtakım kusurlar da arız olabilir. Hata ile, yahut kasıtlı olarak işledikleri kabahatleri olsa da, ellerinden tutup doğru yola getirmek pek mümkündür. Nasıl Allah’ın kendin için affını ve hoşgörüsünü istersen, onlara da affını ve hoşgörünü bol bol ver. Çünkü sen onların üstünde bulunuyorsun; valilik yetkilerini sana veren ise senin üstünde bulunuyor. Allah ise valiliği sana verenin de üstündedir ve kullarının bütün işlerini hakkıyla görmeni istiyor, seni onlarla imtihan ediyor. Sakın Allah ile harbe girip de kendini O’nun gazabına siper etme! Çünkü ne intikamına dayanacak kudretin var, ne de O’nun af ve merhametinden müstağnisin.

 

4. Alçak Gönüllü ve Ölçülü Ol

Sakın affettiğinden dolayı asla pişman olma; sakın hiçbir cezalandırman için de katiyyen sevinme. Sakınmak imkânını buldukça hiçbir badireye atılma. Bir de sakın “Ben tam bir kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler” deme. Çünkü böyle bir davranış, kalbin fesadı, dinin zayıflaması ve felakete yaklaşma ile sonuçlanır. Şayet elindeki kudret sana bir büyüklük ve tahakküm hissi verirse, hemen üstündeki Melekut’un büyüklüğüne şöyle bir bak. Kainatı sevk ve idare eden o muazzam ve muhteşem ilâhi gücü ve senin kendi nefsine bile güç yetiremeyeceğin şeylerde, Allah’ın nasıl bir mutlak kudret sahibi olduğunu düşün. İşte bu düşünceler, senin o yükseklerde gezen bakışlarını yere indirir; şiddetini giderir, seni bırakıp giden aklını başına getirir. Sakın Allah ile büyüklük yarışına kalkışma, sakın büyüklük (azamet) ve zorlayıcılığında (ceberut) O’na benzemeye özenme. Çünkü Fâtır-ı Zülcelâl Hazretleri her zorbayı zelil, her büyükleneni de hakir eder bırakır.

 

5. Adaletten Ayrılma

Kendin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, tebaan arasında kendilerine meyil beslediklerin hakkında; Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı adaletten katiyyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Halbuki Allah’ın kullarına zulmedene karşı bu mazlumların davacısı, bizzat Hz. Allah’ın kendisidir. Allah da birinin hasmı oldu mu, artık o kimsenin tutunabileceği bütün deliller bâtıldır. Ve ölünceye, yahut tövbe edinceye kadar onunla harb içinde bulunur. Dünyada zulüm kadar, Allah’ın lütuflarını izale edecek ve kahrını hızlandıracak bir şey olamaz. Zira Cenab-ı Hak zulüm altında inleyenlerin beddualarını işitir; zalimleri ise gözetleyip durur.

 

6. Toplumu Esas Al

İşlerinin içinde öylesini ihtiyar etmelisin ki, hak hususunda en ortası, adalet itibariyle en yaygını olsun, sonra halkın çoğunluğunun rızasını da en çok sağlasın. Zira toplumun hoşnutsuzluğu karşısında, şahısların rızası hükümsüz kalır; şahısların kızgınlıkları ise toplumun rızası içinde kaynayıp gider.

Sonra vali için, kodaman takımı kadar iyi günlerde yükü ağır basan, kara günlerde yararı az dokunan, adaletten hoşlanmaz, istemekten usanmaz, verilince şükür bilmez, verilmezse değme gadirle savulmaz, felakete sabırsız bir topluluk da yoktur. Halbuki İslam’ın esasını meydana getiren Müslümanların kıymet ölçüsü, toplumun çoğunluğu olduğu gibi, dinin ve devletin kuvveti de, toplumda düşmana karşı savaşacak da ancak toplumun çoğunluğudur. Onun için samimiyetin ve meylin daima topluma dönük bulunmalı, ve onların refahına dikkat etmelisin.

 

7. Halkın Ayıplarını Araştırma

Halkın arasında yanına hiç yaklaştırmayacağın, kendisinden en çok nefret edeceğin kimseler ise, halkın ayıplarını en ziyade araştıranlar olmalıdır. Zira insanların öyle ayıpları vardır ki, bunların örtülmesi görevi, herkesten önce valiye düşer. Binaenaleyh bu ayıpların sana gizli kalanlarını sakın eşeleme. Senin vazifen, bilgine ulaşanları düzeltmekten ibarettir. Bilmediklerine gelince, onlar hakkındaki hükmü Allah verir. Evet, sen halkının ayıbını gücün yettiği kadar ört ki, Allah da senin, halkından gizli kalmasını istediğin şeylerini örtsün.

 

8. Yanına Yaklaştırmayacakların

İnsanlar hakkındaki bütün kin düğümlerini çöz; seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes. Sence açıklık kazanmayan şeylerin tümü hakkında anlamamış görün, şunu bunu gammazlayanın sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü gammaz ne kadar saf görünürse görünsün, yine hilekardır. Sakın, ne seni yokluk ihtimaliyle korkutarak ikram etmekten geri çevirecek cimriyi, ne zor ve ağır işlere karşı azmini gevşetecek korkağı, ne de zulme saparak sana ihtirası iyi gösterecek hırslıyı danışma meclisine sokma. Çünkü cimrilik, korkaklık ve hırs öylesine ayrı ayrı tabiatlardır ki ancak, Allahu Zülcelâl hakkında beslenen sui-zan bunların hepsini bir araya getirir. Sana müşavir olacakların en kötüsü, senden evvel şerli kimselerle işbirliği yapmış ve onların suçlarına ortak olmuş kimselerdir. Böyleleri katiyyen senin mahremin olmamalı. Çünkü bunlar, canilerin yardımcıları ve zalimlerin dostlarıdır.

 

9. Kendine Müşavir Edineceklerin

Ne hacet; hiçbir zalime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardım etmeyen kimseler arasında bunların yerini tutacak öylelerini bulabilirsin ki bunlar, ötekilerin görüş ve tedbirlerine tamamiyle sahip, buna mukabil onların günah ve suçlarından kesin olarak temizdirler. İşte senin için böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden fazla, senden başkasına muhabbetleri ise o nisbette azdır. Böyle kimseleri hem özel, hem de genel toplantılarında kendine yakın edin. Sonra, bu şahıslar içinden en ziyade onu beğenmelisin ki; sana acı gerçekleri herkesten ziyade o söylesin ve şayet Allah’ın, sevdiği kullarının yapmasına razı olmadığı bir harekette bulunmak istersen, sana yağcılığa kalkışıp teşvik etmesin.

Bir de sadık ve kanaatkar adamları kendine sırdaş edin. Eğer bunlar seni alkışlamazlar ve yapmadığın birtakım işleri sana isnad ile keyfini getirmezlerse, bunu da anlayışla karşıla. Zira alkışa ve yersiz övgüye müsamaha etmek, insanı büyüklenmeye sevk eder ve kibire yaklaştırır. Sakın insanların iyisi ile kötüsü, senin yanında bir olmasın. Zira onları böylece eşit görmek, bir taraftan iyileri iyilikten soğuturken, kötülerin de fenalığa olan meylinde onlara cesaret verir.

 

10. İyi Niyeti Yaygınlaştır

Bilmiş ol ki, vali ile halk arasında karşılıklı güven ve iyi niyeti davet eden şey, valinin kendilerine hizmette bulunması, yüklerini hafifletmesi ve adaletle hükmetmesidir. O halde insanların arasında iyi niyetin gelişmesini sağla. Zira seni zorluk ve sıkıntılardan ancak onların iyi niyeti kurtaracaktır. Onlara yaptığın bu iyiliklerin mükafatını, sana karşı duyacakları güven ile görürsün. Onlara kötü muamele etmenin karşılığı ise, sana duyacakları düşmanlıktır.

 

11. Güzel Adetleri Devam Ettir

Bu ümmetin ileri gelenleri tarafından işlenerek, herkesin benimsediği ve halkın iyi bir şekilde tatbik ettiği güzel bir âdeti, sakın kaldırayım deme. Bu güzel âdetlerin faydasını giderecek yeni bir şey oluşturmaya da asla kalkışma. Çünkü mükafat o iyi âdeti koyan kimsenin, vebal ise onu kaldırdığından dolayı senin olur.

 

12. Daima Danışarak İş Yap

Memleketin yararına olan tedbirleri tesbit etmek ve senden evvel insanlara huzur, güven, doğruluk ve iyilik sağlaya gelmiş şeyleri devam ettirmek hususunda, alimler ve arifler ile sürekli olarak görüş ve danış.

 

13. Toplumdaki Kesimler

İyi bil ki, toplumda çeşitli kesimler vardır. Bunlardan her birinin sağlık ve iyiliği diğerlerinin sağlık ve iyiliğine bağlı olup, bunlardan hiçbiri diğerinden müstağni olamaz. Bu kesimlerden biri Allah yolunda askerlik edenler, diğeri kamu görevlileri, bir başkası adaleti dağıtmayla görevli hakimler, biri vergileri yumuşaklık ve insafla toplayacak tahsildarlar, bir başkası da cizye ve vergi ödeyen ehl-i zimmetle müslümanlar, bir kısmı ticaret ve zenaat erbabı, bir diğeri de fakirlik ve ihtiyaç içindeki yoksullardır. Cenab-ı Hak bunlardan herbirinin hak, vazife ve yükümlülüklerini bildirmiştir. Bunların hepsi ya Allah’ın Kitabı’yla, ya da muhterem Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in sünnetiyle belirlenmiş ve daima yürürlükte olan mahfuz bir kanun halinde bizlere tevdi buyurulmuştur.

Askerler, Allah’ın izniyle halkın kaleleri, valilerin şerefi, dinin izzeti, asayişin vasıtalarıdır. Devlet ancak bunların sayesinde ayakta durabilir. Buna mukabil, devletin desteği olmadıkça da asker ayakta duramaz. Askerlerimizin düşman karşısında başarılı olmalarının sebebi, kendi yolunda savaştıkları için Allah’ın onlara verdiği güç ve üstünlüktür. Fakat onların karşılamak zorunda oldukları maddi ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını gidermek için de, devlet vergilerinden olan gelire dayanmaya mecburdurlar. Askerler ile vergiyi ödeyen sivil halkın her ikisinin de birbirlerinin işbirliğine ihtiyaçları vardır.

Hakimler adaleti dağıtırlar, memurlar ise kamu hizmetlerini ifa eder ve vergileri toplarlar. Bunların yanında devlet gelirlerine katkıda bulunan ticaret ve zanaat erbabının vücudu şarttır. Zira gelirlerinin kaynaklarını, ticarethaneleri ve başkalarının meydana getiremeyeceği sanat eserleri ile, ancak bunlar temin edecektir. En sonda fakir ve ihtiyaç sahibi kimselerin teşkil ettiği yoksul kesim geliyor ki, bunların ayakta tutulması bütün diğer kesimlerin üzerinde bir yükümlülüktür.

Bu kesimlerin her birinin, Allah’dan kısmeti ve hâceti miktarınca vali üzerinde hakkı vardır. Vali, Allah’ın kendisini görevlendirdiği bu yükümlülüğün altından, ancak bizzat ve azami ihtimamla ve Allah’tan yardım ve destek dileği ile birlikte, hafif-ağır bütün işlerde nefsini, doğruluğa, sabıra ve tahammüle alıştırmakla kalkabilir.

 

14. Askerler

Askerlerin başına öyle birini geçir ki, Allah’a, Resulüne ve devlet başkanına karşı sence hepsinden daha bağlı ve sadık, kalbi hepsinden temiz ve aklı başında olmak itibariyle, hepsinden üstün bulunsun. Kızgınlık anında ağır davransın; özürleri sükun ile dinlesin; zayıflara acısın; kuvvetlilerden uzak dursun; öyle öfke ile kalkıp çaresizlikle oturan takımından olmasın.

Şerefli bir geçmiş, güzel bir itibar ve iyi hallere sahip ailelerin mensupları ile, devamlı ve yakın bir şekilde ilgilen. Şecaat sahibi ve yüksek meziyet sahibi kimselere iltifat et. Çünkü bunlar, iyilikleri kendilerinde toplayan fazilet ve kerem sahibi bir toplulukturlar. Kendilerini desteklemek için verdiğin şey çok bile olsa, nazarında asla büyümesin. Sana karşı gösterdikleri minnet ifadeleri az bile olsa, bu da gözüne katiyyen hakir görünmesin.

Böylece hareket etmen, onların sana karşı sadakat ve ihlâslarını, keza hüsnü zanda bulunmalarını mûcib olur. Bir de onlara ait işlerin büyüğünü görüyorum diye küçüğünü takipden geri durma. Zira ufak bir lütfundan yararlanabilecekleri yerler olduğu gibi, büyük lütfundan müstağni kalmayacakları yerler de olur.

Ordunun başındakiler arasında sence en değerli o kimseler olmalı ki, askere iyilikte bulunsun. Ayrıca, hem onları hem de geride kalan ailelerini sıkıntıya düşürmeyecek şekilde, kendi varlıklarından fedakarlıkta bulunsun. Öyle ki bu sayede düşmana karşı savaşırken, hepsinin düşüncesi bu görevde birleşebilsin. Valiler için ülkede adaletin ayakta durmasından, bir de halkın dinine karşı sevgi göstermesinden daha büyük bir saadet ve huzur vesilesi yoktur. Zira yürekler salim olmadıkça, sevgi gösteremez. Sonra askerin senin hakkındaki samimiyet ve bağlılığı, ancak kumandanlarından memnun olmalarıyla ve kumandanlarını aşağı görüp bir an evvel başlarından çekilmelerini istememeleriyle mümkündür. Sen, kendilerine ümit sahası aç, övgüye lâyık olanları sena etmekte ve büyük olaylarda bulunmuş olanların başardıkları iyi işleri anarak anlatmakta kusur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anman, inşaallah şecaat erbabı insanları coşturur, (düşmanla) savaşmak istemeyenleri de gayrete getirir. Sonra, bunlardan herbirinin fedakarlığını iyice tanı. Hem sakın birinin hizmetini, başkasının hizmetiyle bir arada zikretme. Kimseye gösterdiği şecaatla nisbet kabul etmeyecek, değersiz bir mükafat verme. Bir de, mevkinin küçüklüğü, bir adamın kıymet ve yararlılığını küçültmene asla sebep olmasın.

Sonra altından kalkamadığın hadiseleri, kestirip atamadığın işleri Allah’a ve Resulüne gönder. Zira, Cenab-ı Hak doğru yola gitmesini dilediği bir topluma, “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve içinizden olan ulül emre (emir ve kumanda sahiplerine) itaat edin. Şayet bir şeyde anlaşamazsanız, onu Allah’a ve Peygamber’e gönderin,” buyuruyor. Allah’a havale edin demek, kitabındaki hükümlere sarılmak demektir. Resul’e göndermek demek, onun toplayıp birleştiren ve tefrikaya meydan vermeyen sünnetine uymak demektir.

 

15. Adliye ve Hakimler

Halk arasında, hüküm vermek için öyle bir kimse seç ki, sence onların en değerlisi bulunsun, işten sıkılmasın; görüşmeye gelenlerden sinirlenerek inada kalkışmasın, hatasında ısrar etmesin; hakkı gördüğü an (doğruyu gördüğü anda)döneceği yerde dili tutulup kalmasın; hiçbir zaman tamah ettiği bir menfaatin kaybolacağı gibi bir endişeye düşmesin; meseleyi özüne kadar anlamadıkça, hemen hâsıl ettiği kanaati kâfi görmesin. Şüphelerde en çok durur; delillere en ziyade sarılır; hasmın müracaatından en az usanır; övülme ile şımarmaz; heyecanla eğilip, bükülmez olsun. Aslında böyle kimseler de pek nadirdir.

Sonra bu zevatın vereceği hükümleri sık sık tahkik et ve kendilerine zaruretlerini giderecek, halktan ihtiyaçlarını kesecek kadar ikramda bulun. Hem, onlara senin yanında öyle bir mevki ver ki, sana yakın olanlardan hiçbirisi, o mevkiye göz dikemesin ve o zevat başkalarının sana gelip de, kendilerine karşı hainlik edemeyeceklerinden emin olsunlar. Bu hususta gayet dikkatli bulunmalısın. Çünkü bu din, kötü adamların elinde esir oldu, onun namına istenilen yapılıyor ve onunla dünya elde edilmeye uğraşılıyor.

 

16. Diğer Görevliler

Tayin edeceğin diğer memurlar konusunda da dikkatli ol, çünkü en çok menfaat düşkünü kimseler, şahsi çıkarları için bu görevlere haristirler. Sakın şahsi yakınlık veya tesir altında kalarak hiçbir kimseye vazife tevdi etme. Çünkü bencillik ve tarafgirlik, zulüm ve hiyanete götüren iki sebeptir.

Bu işler için, iyi halleri ile bilinen ailelerden gelen, iyi yetişmiş, tecrübeli, hâyâ sahibi, İslam’a hizmeti geçmiş kimseleri araştır. Zira ahlâkı en dürüst; namus ve şerefi en sağlam olanlar, tamahın cazibesine en az kapılır ve işlerin varacağı neticeleri en isabetli şekilde götürürler.

Bunların geçimlerini de geniş bir surette temin et. Çünkü bu tutumun, kendilerini iyiliğe sevk etme hususunda kuvvetli bir destek olacağı gibi, elleri altındaki şeylere tenezzül etmekten de o sayede uzak kalırlar.

Ayrıca, şayet emirlerine karşı gelir veyahut emaneti sakatlarlarsa, bu, senin onlara karşı kullanacağın bir delil olur.

 

17. Denetime Önem Ver

Sonra bunların icraatını da takip et, arkaları sıra vefa sahibi ve doğruluktan ayrılmayan gözcüler gönder. Zira onların işleri nasıl gördüklerini böylece gizlice öğrenmen, onların emaneti muhafazalarına ve halka güzel bir şekilde muamelelerine sebep olur.

Yardımcılarına karşı da ihtiyatlı bulun. Şayet içlerinden biri elini hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler de onun bu hıyanetini doğrularsa, şehadetin bu kadarını kâfi görerek, onun hak ettiği cezayı bedeni üzerinde uygularsın. Bu hıyaneti ile topladığı malı elinden alır, kendisini de zillet mevkiine diker; alnına hıyanet damgasını vurur, boynuna suçluluk halkasını geçirirsin.

 

18. Vergi Yönetimi ve Kalkınma

Sonra vergi tarh ve tahsil işinin idaresinde de büyük itina göster ve takip et. Çünkü verginin düzeltilmesi suretiyle vergi yükümlülerinin sağlıklı ve iyi bir duruma kavuşturulmaları, diğerlerinin de sağlıklı ve iyi bir duruma kavuşturulması demektir. Zira diğerlerinin iyiliği, ancak bunların iyi olmalarına bağlıdır.

Çünkü halkın hepsi vergi gelirlerine, dolayısıyla vergi ödeyenlerin mevcudiyetine muhtaçtır. Bu bakımdan memleketin imarına sarf edeceğin emek, vergi toplamaya harcayacağın himmet ve gayretten fazla olmalı. Zira ödeme gücü ancak ülkenin kalkınması ile elde edilebilir. Kalkınmasız vergi toplamak isteyen kimse, ülkeyi harabeye çevirir. Halkı helâk eder, defteri de pek kısa zaman içinde dürülüp kapanır.

 

19. Zor Durumdakilere Yardım Et

Şayet yüklerinin ağırlığından, yahut bir afetten, yahut yağmurların, suların kıtlığından, veya toprakların su altında kalmasından, yahut kuraklık istilasından şikayette bulunurlarsa, tesirini umduğun bütün vasıtalara müracaatla dertlerini hafifletmeye çalış. Bu hususta hiçbir fedakarlık, katiyyen sana ağır gelmesin. Zira bu, öyle bir yatırımdır ki; ülkeni imar, vilayetini güzelleştirmeye sarf için o yatırdığın sermayeyi, onlar bir gün sana fazlası ile iade edeceklerdir. Üstelik bu sebeple onların övgülerini kazanacak, haklarında gösterdiğin adaletinden dolayı iftihar edebileceksin. Hem sen bu sermayeyi, fazlası ile iade edeceklerine güvenerek veriyordun. Zira kendilerini hoşlukla refaha kavuşturduğun için vermiş olduklarının misillerini biriktireceklerine; adalet ve hoşlukla muamelen sebebiyle de senden emin bulunduklarına güvenin vardı. Evet, günün birinde yardımlarına dayanacağın bir hadise zuhur eder, bakarsın ki gönül hoşluğu ile bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar.

 

20. Kalkınmayı Esas Al

Kalkınmış ülkeler yük taşımaya dayanıklıdır. Yüklediğin kadarını götürebilir. Memleketin harab olması ise, halkının sefalete düşmesindendir. Ahaliyi sefil eden sebep de ancak, valilerin servet toplamaya düşkünlükleri, mevkilerinde uzun müddet kalmayacaklarını zannetmeleri, bir de geçmiş ibretlerden yeteri kadar ibret alamamalarıdır.

 

21. Özel Görevliler

Sonra (diğer) memurlarının haline de iyice dikkat et. İşlerine en iyilerini getir, hususiyle tertibatını, sırlarını tevdi edeceğin, yazılarını yazdıracağın adamları öyle seç ki soyu temiz, ahlâkı düzgün olsun. Gördüğü itibarla şımarıp başkalarının yanında sana karşı gelmeye cüret edenlerden olmasın. Görevlilerinin sana yazdıklarını getirip göstermekte, senin tarafından verilecek cevapları, dosdoğru yazarak göndermekte ve senin hesabına alıp senin hesabına vereceği şeylerde, gafleti sebebiyle kusur etmesin. Senin lehine bulduğu bir akdi (muameleleri) sağlam tutsun, aleyhinde bulduğunu da çözmek hususunda zaaf göstermesin. Kendisine yüklenen görevler dolayısıyla nasıl bir mevkide olduğundan, asla habersiz bulunmasın. Zira kendi kıymetini bilmeyen, başkasının değerini hiç bilmez.

Sonra bu memurların seçiminde sadece görünüşlerini inceleyişin, bir de iyiye yoruşun yeterli olmamalı. Çünkü insanlar, daima masum tavırlar takınarak ve gayretkeşlik ederek, görünüşlere göre hüküm veren valilerin gözüne girebilirler. Halbuki böyle bir yaklaşımın esasında ihlâs namına hiç bir şey yoktur. Onun için senden evvelki değerli valilere hizmet etmiş kimseleri araştırarak, halk arasında çok iyi bir nam bırakmış, güvenilirlikleri en ziyade tanınmış olanlarını seç. Böyle bir hareket, senin Allah’a ve kendisinden bu valilik görevini aldığın kimseye karşı ihlâsını gösterir. Bir de işleri taksim ederek bir kısmın başına bu memurlardan birini geçir ki, iş büyük olursa altında ezilmesin; çok olursa toplamasını bilemeyip de dağıtmasın. Şayet memurların hatasını görür de aldırmazsan, kendin utanacak ve ayıplanacak bir duruma düşersin.

 

22. Ticaret ve Sanayi

Sonra, ticaret ve zanaatla uğraşanlar vardır ki bunların bir kısmı, oturduğu yerde çalışır, bir kısmı şuraya buraya mal götürür; bir kısmı da elinin emeği ile geçinir. Bunların hepsine iyi muamele et ve başkalarınca da öylece muamele edilmeleri için öğütlerde bulun. Çünkü bunlar memleket için hayırlı hizmetlerin sebepleri ve faydalanma vesileleridirler. Onlar hayır ve yararı, ülkenin toprağındaki, denizindeki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak ve yakın yerlerden getiriyorlar. Bunlar, memleket için barış ve güven adamlarıdır.

Ne kargaşa çıkarmalarından korkulur, ne de fesatlarından endişe edilir. Kendilerinin, gerek senin yanındaki, gerekse ülkenin diğer taraflarındaki işlerini takip et. Bununla beraber şurasını da iyi bil ki, bunların çoğunda aşırı bir tamahkarlık ve çirkin bir hırs ile birlikte, zaruri ihtiyaç maddelerinde stokçuluk, alım satımda da hilekarlık olabilir. Bu ise halk için zarar, valiler içinse ayıptır.

 

23. İhtikâra Mani Ol

Bundan dolayı stokçuluğa mani ol. Çünkü Peygamber Aleyhissalatu Vesselam Efendimiz, ihtikârı men buyurdular. Alım, satım doğru tartılarla olmalı ve alanı da, satanı da ezmeyecek, mutedil fiyatlar çerçevesinde yapılmalıdır. Herhangi bir kimse senin yasağından sonra stokçuluğa yanaşırsa, ifrata varmamak şartıyla, onu hemen cezalandır.

 

24. Fakirler ve Yoksullar

Hele alt kesimdeki, her türlü çareden mahrum fakirler ve çaresizlerle felaketzedeler, kötürümler hakkında Allah’dan korkmalı, hem de çok korkmalısın. Bu kesimde halini söyleyen de var, söyleyemeyen de. Allah’ın bunlara ait olmak üzere, korunması için seni görevlendirdiği hakkı çok iyi koru. Oradakilere Beytül mâlinden (hazinenden) bir hisse, başka yerlerde bulunanlara da her memleketin fakir müslümanlara mahsus gelirinden birer hisse ayır. Çünkü en uzaktakilerin de, en yakındakiler gibi hakları mevcuttur. Cümlesinin hakkını gözetmek ise, sana emanet edilen bir vazifedir.

 

25. Hiçbir İşi İhmal Etme

Sakın azamet (büyüklük), seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın. Zira işlerin mühim olanlarını iyi gördüğün için ehemmiyetsizini yüzüstü bırakırsan, mazur görülemezsin. Bu sebepten, kendilerini düşünmekten geri durma ve zavallılara ekşi çehre gösterme. Yine bunlardan olup da aşağı görülme veya başka kimselerin onları hesaba almamaları yüzünden, işleri sana kadar gelemeyenleri araştır. Sırf bunlar için Allah’tan korkan, alçak gönüllü ve emin bir adam tahsis et ki arada vasıta olsun ve onların işini sana bildirsin. Hasılı öyle çalış ki, Allah’ın huzuruna çıktığın zaman, “Gücümün yettiğini sarfettim,” diyebilesin. Halkın bu kesimi adalet ve yardıma, başkalarından ziyade muhtaçtır: Onun için her birinin hakkını vermeye son derece itina et.

 

26. Yetim ve Yaşlılar

Sonra yetimlerin ve yaşlı bulunduğu halde, hiç bir çaresi olmayan kimselerin geçimini de üzerine al. Vakıa bu işler valiye ağır gelir, lakin şunu unutma ki ne kadar hak varsa, hepsi de ağırdır. Bunu Allah yalnız o kimselere kolaylaştırır ki, halden ziyade akıbeti (işin sonunu) düşünerek, nefsini dayanıklılığa alıştırır ve kendi hakkında Allah’ın vaadinin doğruluğundan emin bulunur.

 

27. Dilek ve İhtiyaç Sahipleri

İhtiyaç sahipleri için sırf kendileriyle meşgul olacağın bir zaman ve mekân ayır ve hepsiyle beraber otur da, seni yaratan Allah’ın rızasını celbedecek bir tevazu göster. Sonra askerini, yardımcılarını, muhafızlarını, zabıta memurlarını yanlarında bulundurma ki, söylemek isteyen çekinmeden derdini dökebilsin. Ben Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem’den bir kaç yerde işittim, şöyle buyurmuştu: “İçindeki zayıfın hakkı, serbestçe kuvvetlisinden alınamayan bir millet, hiç bir zaman kuvvetlenemez.” Bir de bunların münasebet almayan sözlerini yahut da dertlerini anlatabilmedeki acizliklerini hoşgör, kendilerine karşı hırçınlık etme, büyüklük gösterme. Bu yüzden Cenab-ı Hak sana Rahmet kanatlarını açar; taatına mukabil sana sevabını ihsan eder. Hem verdiğini güler yüzle, gönül hoşluğuyla ver, vermediğin takdirde kabul olunabilecek özürler dile.

Sonra senin işlerinin içinde öyleleri vardır ki, onları bizzat senin ifa etmen gerekir. Mesela memurların yetersizlik gösterince, taşradaki görevlilere cevabı sen vereceksin. Halkın ihtiyaçları artık senin yardımcılarının altından kalkamayacağı dereceyi buldu mu, bunun icabına yine sen bakacaksın. Bir de her günün işini o gün gör, çünkü diğer günlerin kendisine mahsus işi vardır.

 

28. Allah’a Karşı Kulluk Vazifelerini İhmal Etme

Her ne kadar, niyet halis olmak ve halkın selametine hizmet etmek şartıyla bu çalışmalarının hepsi Allah içinse de, sen yine vakitlerinin en hayırlısını, Allah ile arandaki durumlar için nefsine hasret. Allah rızası için eda edeceğin taatın en başlıcası da, Zat-ı İlâhi’ye has olan farzları yerine getirmekten ibaret olsun. Gecende ve gündüzünde bedeninden Allah’a ait bulunan kulluk hissesini ayır ve seni Cenab-ı Hakk’ın yüce huzuruna yaklaştıran bu taatı, vücuduna her neye mal olursa olsun, eksiksiz ve gediksiz eda et. Şayet namazında halka imam olmuşsan sakın ne bıktıracak kadar uzun, ne de bir hayra yaramayacak kadar kısa kıldırma. Çünkü halkın içinde öyleleri vardır ki, hastalık sahibidirler; öyleleri de vardır ki iş sahibidir.

Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem beni Yemen’e gönderirken, “Onlara namazı nasıl kıldırayım?” demiştim. “En zayıflarının namazı gibi kıldır,” ve ayrıca, “Müminlere karşı çok merhametli ol,” buyurmuşlardı.

 

29. Halktan Uzak ve Saklı Kalma

Buraya kadar söylediklerime ilaveten, bir hususu da asla unutma: Sakın halkından uzun müddet uzak veya saklı durma. Çünkü valinin halktan saklanması, halkta yanlış kanaatler uyandırma yanında, valinin işlerine vukufunu da azaltır. Valilerin perde arkasında oturmaları, perdenin dışında dönen işlere muttali olmalarına mani olur. Bunun sonucunda onların gözünde hadiselerin büyüğü küçülür, küçüğü de büyür. Güzeli çirkin, çirkini de güzel olur; hak ile bâtıl karışır. Vali de en nihayet beşerdir. Halkın kendi nazarından gizli kalan işlerini nereden bilecek? Halkın üzerinde nişaneler yok ki ona bakarak doğruları, yalanın her türlüsünden ayırmak mümkün olabilsin.

Şimdi sen mutlaka, şu ikiden birisin: Eğer hak yolunda çalışan, gönlü gani bir adamsan... Bu takdirde vacib olan her hakkı ödemekten, yahut kerimane bir harekette bulunmaktan çekinip sakınmanın ne anlamı var? Eğer böyle değil de cimriliğe müptela bir adamsan... Zaten bu durumda halk senin ihlâsından ümit kestikleri gibi, istemekten de o kadar çabuk vazgeçecekler ki, o zaman senin ortada görünmemen neye yarar? Her halükarda, halktan uzak kalmak hoş bir şey değildir. Özellikle, eğer senin görevin halkın ihtiyaçlarını ve dileklerini göz önüne almak ise, halk tarafından sana arzedilecek ve çoğu ya bir zalimden şikayet, ya bir muamelede adalet talebi gibi dileklerin, seni asla ürkütmemesi gerekir.

 

30. Yakınlarına Dikkat Et

Sonra valinin etrafında, seçkin kimseleri ile kendisine pek yakın olanları vardır ki, bazen bunların iltimasları, haksızlıkları ve muamelelerinde insafsızlıkları görülebilir. Sen, bunların zararını, bu gibi hallerin sebeplerini ortadan kaldırmak suretiyle gidermelisin. Etrafındakilerden, ileri gelenlerinden ve akrabandan hiç birine katiyyen toprak (devlet elindeki bütün imkânlardan yararlanma hakkı) verme, ve bunlardan hiçbiri senden cesaret alıp da, müşterek su yahut müşterek diğer bir iş tutarak, etrafındakilere zarar verecek ve zahmeti başkalarına yükletecek surette zahire biriktirmeye katiyyen tamah edemesinler. Çünkü bunun kârı, senin değildir. Fakat onların zararı ise dünyada ve ahirette sana döner. Sonra, senin yakının olsun veya olmasın, herkesi hakkı kabul etmeye zorla. Eğer has adamların ve yakınlarından biri yasaları çiğnemiş ise, senin için ne kadar güç olursa olsun, cezasını eksiksiz icra et. Bu hususta sabır, sebat ve dikkat göster ve davranışın sonunu gözet. Çünkü bunun sonu hayırdır.

Şayet halkta senin zulmettiğin zannı hâsıl olmuşsa, kendilerine özrünü bildirerek hakkındaki zanlarını değiştir. Çünkü böyle yapmakla, önce kendi nefsini kırmış, sonra idaren altındaki halka tatlılıkla muamele etmiş, ayrıca kendini mazur göstermiş olursun. Üstelik onları hak üzerinde daim kılmaktan ibaret bulunan ana maksadına da, bu sayede ulaşmış bulunursun.

 

31. Barış ve güvenlik

Düşmanın tarafından sana teklif olunan sulh (barış), rızayı ilâhiye muvafık ise, katiyyen reddetme. Zira barışta askerine istirahat, sana endişeden rahat, ülken için de selamet vardır. Lakin barıştan sonra, düşmanından sakın ve hem de çok sakın. Öyle ya, belki düşmanın seni gafil avlamak için sana yaklaşmak istemiştir. O sebepten ihtiyata sarıl, bu hususta asla hüsnü zanna kapılma.

 

32. Anlaşmalara Riayet Et

Şayet düşmanla aranızda bir sözleşme akd etti isen, yahut ona karşı bir taahhüdün varsa, yapılan sözleşmeye riayette bulun, ahdini yerine getir. Verdiğin sözü muhafaza için, icab ederse hayatını bile feda et. Çünkü, arzularının birbirinden farklı, düşüncelerinin ayrı olmasına rağmen, insanların ilâhi farzlar arasında, ahidlere vefa (tam yerine getirilmesi) kadar üzerinde birleştikleri bir şey yoktur. Hatta müşrikler de hıyanetin vahim neticelerini gördükleri için, müslümanlara karşı ahde vefaya dikkat ediyorlar. Binaenaleyh sakın verdiğin sözden dönme; sakın ahdine hıyanet etme; sakın düşmanını aldatma. Zarar ve mahrumiyete mahkum, akılsız ve cahillerden başkası Allah’a karşı gelmek cüretini gösteremez. Allah Teala, ezelî rahmeti icabı, O’nun için yapılan sözleşmeyi kulları için, şefkati sayesinde barınacakları emin bir sığınak; bu emin sahada asude kalacakları, huzur içinde ihtiyaçlarını karşılayarak onun civarına koşacakları, emin ve manevi bir makam kılmıştır. Onun için bunda bozgunculuk etmek, hıyanette bulunmak yahut aldatmak olamaz. Bir de birtakım yorumlara müsait olacak akidlerde bulunma. Akdedip belgelendirdiğin bir sözleşmeyi bozmak için de, sakın sözlerin gizli mânâlarından yararlanmaya kalkışma. Allah’ın ahdi icabı girmiş olduğun bir işin darlığı, haksız yere onu genişletmene katiyyen sebep olmasın. Zira genişleyeceğini ve sonunun iyi olacağını umduğun bir darlığa tahammül etmen, senin için elbette günahından çekindiğin, dünya ve ahirette ilâhi cezadan kurtuluş imkânı olmadığını bildiğin bir hıyanetten daha ehvendir.

 

33. Kan Dökmekten Kaçın

Sonra, kandan ve onu haksız yere dökmekten son derece sakın. Çünkü haksız yere kan dökmek gibi felaket getiren; bunun kadar mesuliyeti büyük, bunun kadar nimetin zevalini, devletin mahv olmasını hak eden bir şey yoktur. Allah Teala, kıyamet günü kulları arasında hükmünü verirken, ilk olarak döktükleri kanlardan başlayacaktır. Sakın haram bir kanı dökerek saltanatını kuvvetlendirmek sevdasına kapılma. Zira bu hareket onu zaafa düşürecek, daha doğrusu zevale erdirerek başka ellere geçirecek sebeplerdendir. Hele taammüden ika edeceğin bir katil için, ne Allah’ın katında ve ne de benim indimde hiç bir özrün olamaz. Çünkü bu takdirde bedenen hak ettiğin cezanın (kısas) icra edilmesi lâzımdır. Şayet bir kazaya uğrarsan... Tedib ederken, kırbacın yahut elin aşırılığa giderse -zira zaman olur ki yumruk, yahut biraz fazlası ölüme yol açar- sakın sahip olduğun nüfuza güvenerek, ölenin velîlerine haklarını vermeyeyim demeye kalkışma..

 

34. Kaçınacağın Hususlar

Bir de, sakın kendini beğenme. Sakın nefsinin sana hoş gelen cihetlerine güvenme. Sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme. Zira, iyilerin ne kadar iyiliği varsa, hepsini mahv etmek için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur... Sonra sakın halkına yaptığın iyilikleri, onların başına kakma; yahut yaptığın işleri mübalağalı gösterme; yahut kendilerine verdiğin sözden dönme. Çünkü başa kakma, iyiliği bitirir; mübalağa hakikati söndürür; sözden dönme ise Allah Teala’nın da, halkın da nefretini celb eder. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, “Böylece, sizin yapmadığınızı söylemeniz Allah indinde ne kadar menfur bir harekettir,” buyuruyor. Sakın açıklık kazanmayan işlerde inat etme. Sakın, açıklık kazandığı zamanda da gevşeklik gösterme. Sonra işlerin her birini yerli yerine koy, işlerinin her birini zamanında yap. Herkesin üzerinde birlik halinde olduğu noktalarda kendini kayırmaktan çekin. Görevlendirdiğin kimselerin açığa çıkmış kötülüklerine karşı, senden beklenen hareketten habersizmiş gibi davranma. Aksi takdirde, başkasının yerine sen cezaya maruz kalırsın. Az zaman sonra işlerin üzerindeki perdeler, gözlerin önünde açılır ve mazlumun hakkı, senden alınır.

 

35. Dikkat Edeceğin Diğer Hususlar

Hiddetine, gazabına (öfkene), eline ve diline hakim ol. Bunların hepsinden korunabilmek için de badirelerden geri durup şiddetini tehir et ki, öfken geçsin de iradene sahip olabilesin. Şunu da iyi bil ki; bir gün seni yaratana döneceğini, O’na hesap vereceğini, çok açık ve iyi bir şekilde hatırlatmadıkça, nefsine hakim olmak imkânını katiyyen bulamazsın.

devamı...

KAPINDAN AYIRMA

Kulunun dileğisenden efendimLûtfeylekapından ayırmabeni Benliğimikaldır bendenefendim Lûtfeylekapından ayırmabeni

 

Kimselerderdimibilemez benimGözümünyaşını silemezbenim

Sensiz gamlıgönlümgülemez benimLûtfeylekapındanayırma beni

 

Bu cismimincânı sensinefendimGönlümünsultanısensinefendimDerdimindermanısensinefendimLûtfeylekapındanayırma beni

Derdi aşkgörünsekimdenefendimBenliğin uçururelden efendimYoluna kul olurdîlden efendimLûtfeylekapındanayırma beni

Câmı aşkı Şems`e sundun ezelden Benliğim dağıttı yıktıtemelden  Sensiz geçen ömrün farkı yok seldenLûtfeyle kapından ayırma beni.

Şems

devamı...

BIR İNSAN KAZANMAK

Ilâhi daveti bütün insanlığa benimsetme aşkı, Resûlü Kibriyâ

Efendimize derin bir heyecan veriyordu. Gönüllerini bu davete

kapayanlara acıyarak, üzülerek bakıyordu. Bunlar bilmiyorlar;

bilmedikleri için böyle davranıyorlar. Ben onlara bilmedikleri gerçeği

anlatmalıyım, diye düşünüyor ve kendini tüketircesine gayret ediyordu.

Âmâ Geldi Diye

Bir gün çok garip bir şey oldu. Efendimiz Mekke`nin ileri gelen

kâfirlerinden birkaçıyla oturmuş, konuşuyordu. Onlara Islamiyet`in

güzelliğini anlatıyor, müslüman olmanın ne büyük bahtiyarlık olduğunu

söylüyordu. Adamlar ayak direyince, konuyu bir başka açıdan ele

alıyor; onların katılaşmış kalplerini yumuşatmaya çalışıyordu.

Derken içeriye Abdullah Ibni Ümmi Mektûm girdi. Gözleri

görmüyordu Abdullah`ın. Bu sebeple de Fahri Kâinat`ın nasıl bir ruh

hâleti içinde olduğunu fark etmiyordu. Bu adamları kazanırsa, onların

bir işaretine bakan yüzlerce insanın kurtuluşa ereceği ümidi içinde

olduğunu bilemiyordu. Yeni nazil olan ilâhi buyrukları öğrenme

arzusuyla:

– Yâ Resûlallah! Allah`ın sana öğrettiklerinden bana da öğret,

diye seslendi.

Abdullah`ın böyle seslenmesini yersiz bulan Fahri Cihan

Efendimizin canı sıkıldı. Pişmiş aşa soğuk su kattığı düşüncesiyle,

ona dönüp bakmadı bile. Zira onun ümit dolu gönlü, bu kaşarlanmış

kâfirleri kazanma heyecanıyla yanıyordu.

212

Abdullah, sözlerini Nebiyyi Ekrem`e duyuramadığını hesap

ederek aynı sözleri bir daha, bir daha söyledi. Efendimizin iyice canı

sıkıldı ve mübarek yüzünü ekşitip öte yana döndü.

Rahmet Peygamberi`nin bu tutumu, Abese suresinin nazil

olmasına sebep oldu. Sure şöyle başlıyordu:

"Âmâ kendisine geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi.

Resûlüm! Onun hâlini sana kim bildirdi?

Belki o senden öğrendikleriyle temizlenecek, yahut öğüt

alacak, bu öğüt kendisine fayda verecekti..."

Ayetler, kazanılmış bir gönlü, nasıl olsa bizdendir düşüncesiyle

ihmal ettiği için Allah Resûlü`nü kınıyordu. Kâfirleri Islam`a davet

uğrunda Rabbinden azar işiten Resûlu Ekrem yanına Abdullah Ibni

Ümmi Mektûm`un her gelişinde:

– Ey hakkında Rabbimin bana ayet indirdiği zât, merhaba!

diye onu yanına çağırır, iltifat eder ve ridâsını altına yayardı.

Kendini mi Mahvedeceksin?

Fahri Cihan`ın davet aşkı, Islam`ı sevdirip benimsetme arzusu,

işte böylesine alev alevdi. Rahmet Güneşi`nin engin gönlü, herkesin

doğru yolu bulmasını, cennete ulaşmasını, ebedi azaptan kurtulmasını

istiyordu. Bunu öylesine istiyor, kendini işine öylesine kaptırıyor,

Islam`a karşı tavır almasınlar diye öylesine gayret sarf ediyordu ki,

Allahu Teâlâ onu:

"Onlar iman etmeyecek diye kendini mi helak edeceksin?"

diye uyardı (Şuarâ suresi, 26:3).

213

Bu ilahi ihtar ona, ancak ezelde bahtiyar diye yazılanların doğru

yolu bulacağını, bahtsızlığı seçenlerin kurtulamayacağını hatırlattı. Eğer

herkesin müslüman olması gerekseydi, gökten indirilecek bir mucize

ile bunun kolayca temin edileceğini ve o zaman herkesin ister istemez

hidayete ereceğini bildirdi. Demek ki kâinatın sahibi, bunun böyle

olmasını istiyordu. Neden böyle olması gerektiğini de sadece o

biliyordu.

Ne var ki, Cenabı Hak`kın sonsuz rahmet ve şefkatinin aynası

olan, bu sebeple de kendisine: "Biz seni âlemlere rahmet olarak

gönderdik" buyurulan Habîbi Kibrîyâ`nın, herkesi kurtarma aşkıyla

içi yanıyordu. Önce kendi yakınlarını, kendi kavmini kazanmak, sonra

da ötelere, daha ötelere giderek bütün insanları kurtarmak istiyordu.

Ilâhi davet karşısında kendi kabilesinin ayak dirediğini görünce onlara

kızdığı oluyor ve:

– Kureyş ne sanıyor? Allah`a yemin ederim ki, tek başıma

da kalsam ya bu dini yayacağım veya bu uğurda öleceğim, diyordu.

Fahri Cihan bir savaştan dönüyordu. Mescitte iki rekât namaz

kıldıktan sonra sevgili kızı Hz. Fatma`nın evine uğradı. Her zaman

böyle yapardı. Önce kızını görüp kucaklar, sonra hanımlarının yanına

giderdi. Hz. Fatma babasının yüzünü, gözünü öperek ağlamaya

başladı.

– Niçin ağlıyorsun, yavrum? diye sordu Resûlü Kibriyâ.

Hz. Fatma:

– Babacığım, gül rengin solmuş, elbisen eskimiş, deyince Şâhı

Enbiyâ Efendimiz şunları söyledi:

"Ağlama, Fatma! Allahu Teâlâ senin babana bir görev verdi.

Isteseler de istemeseler de, yeryüzünde insanın yaşadığı her yere bu

din girip yayılacaktır.

214

Benim vazifem de bunu sağlamaktır."

Resûlü Ekrem Efendimizi başarıya götüren, Allah`ın yardımıyla

birlikte, bütün cihanı kucaklayan bu azmi ve gayretiydi. Buyurduğu

aynen gerçekleşti. Güneşin doğup battığı her yere Islamiyet girdi.

Her yerde müslümanlar muzaffer, küfür zelil ve hakir oldu.

Bir Kişi Için

Hayber`in kuşatıldığı günlerdeydi. Efendimiz Ashabına, ertesi

gün sancak-ı şerifi Allah ve Resûlü`nü seven, onlar tarafından da

sevilen birine vereceğini ve fethin onun eliyle gerçekleşeceğini

söyleyince, müslümanlar çok heyecanlandılar. Bu bahtiyarın kim

olduğunu düşünmekten gözlerine uyku girmedi. Seyyidi Kâinât

Efendimiz ertesi sabah sancağı Hz. Ali`ye teslim ederken ona Islam

davetinin ruhunu şu sözlerle özetledi:

"Ali! Hiç acele etme. Oraya varınca önce onları Islam`a davet

et ve Allah`ın buyruklarını kendilerine bildir.

Ali! Senin bu davet ve irşadınla tek bir kişinin müslüman olması,

senin için dünya servetine bedeldir."

Evet, Islam davetinin ruhu, işte bu son cümlede yatmaktadır:

Bir insan kazanmak...

* * *

Bir yahudi çocuğu Serveri Kâinat Efendimize hizmet ederdi.

Çocukcağız bir gün hastalandı. Efendimiz kalkıp onu ziyarete gitti.

Baş ucuna oturdu ve:

– Müslüman ol, yavrum! dedi.

Çocuk yanında duran babasının gözlerine baktı. Babası:

215

– Muhammed`in arzusunu yerine getir, deyince çocuk

müslüman oldu.

Gönlü herkese şefkatle dolu olan Efendimiz:

– Onu ateşten kurtaran Allah`a hamd olsun, diyerek oradan

sevinçle ayrıldı.

* * *

Bu hadisler ve hadiseler bize, her müslümanın yeryüzünde

Allah`ın halifesi ve Resûlü Zîşân`ın mirasçısı olduğunu hatırlatıyor. Her

birimiz bir kişi kazanma ümidiyle yola çıkmalıyız. Bizim elimizle

hidayete erecek o meçhul şahsın veya şahısların kim olduğunu

bilemediğimiz için de, ilâhi davetin her muhatabına ümitle, sevgiyle,

şefkatle yaklaşmalıyız. Tıpkı Efendimizin takip ettiği davet siyasetine

uygun olarak, önce kendi yakınlarımızdan, kendi milletimizden,

konuşup anlaşabildiğimiz insanlardan başlayarak yürümeliyiz.

Ümidimizi asla kaybetmeden.

Biri Maûne`de şehit olan Ashabı Kirâm`dan Hakem b.

Keysân`ın müslüman oluşu ne kadar ibretlidir. Hicretin on yedinci

ayında bir Kureyş kervanını ele geçiren müslümanlar, bu arada

Hakem b. Keysân`ı esir etmişlerdi. Esiri önce öldürmek istediler.

Sonra vazgeçip onu Hz. Peygamber`in huzuruna getirdiler. Efendimiz,

Hakem`i Islam`a davet etti. Fakat o kabul etmedi. Efendimiz her

zaman olduğu gibi ümitliydi. Onu bir daha, bir daha davet etti.

Hakem`in oralı olmadığını gören Hz. Ömer, dayanamadı.

– Bununla ne diye konuşuyorsun, yâ Resûlallah! Bırak da

şunun kellesini uçurayım, diye celallendi. Rahmet Güneşi buna izin

vermedi. Sonunda Hakem b. Keysân müslüman oldu ve Islam`a güzel

hizmetler etti. Hakem`in Bîri Maûne`de şehit düşmesinden sonra Hz.

devamı...

PADİŞAH MİHMAN OLMAZ

1. Vasıl olmaz kimse Hak`ka cümleden dur olmadan

    Kenz açılmaz bir gönülde, ta ki pür nur olmadan

2. Sur çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak

    Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan

3. Mestolan mestane gelmiş ta ezelden ta ebed

    İçtiler aşkın şarabın abı engür olmadan

4. "Ölmeden evvel ölünüz" sırrına mazhar olan

    Haşrı neşri gördü burda, nefhayı sur olmadan

5. Hak cemali Kabesin kıldılar aşıklar tavaf

    Yerde Kabe, gökyüzünde Beyti Mamur olmadan

6. Arif olanın kelamı gayriden gelmez amma

    Pes "Enel Hak" nice desün kişi Mansur olmadan

7. Bir muhal sevdaya düşmüş gün, gece Şem`i daim

    Hak`ka vasıl olmak ister halka menfur olmadan.

                  

 

                                                                    Şem`i

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1. Cümleden dur: Herşeyden uzak. Kenz; Hazine. Pür nur: Salt ışık.

2. Ağyar: Yabancılar.

3. Abı engür: Üzüm suyu.

5. Beyti Mamur: Kabe`nin, yedinci kat gökteki prototipi. Kabe, bu Beyt`in (ev) yeryüzündeki izdüşümü olarak düşünülür.

6. Kelam: Söz. Pes: İmdi. Enel Hak: Ben Hak`kım. Mansur: Hallacı Mansur.

7. Muhal: Olmayacak, imkansız. Menfur: Nefret edilen.

devamı...

TEFVİZNAME

Hak şerleri hayr eyler   

 

Zannetme ki gayr eyler          

 

Arif anı seyr eyler

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Sen Hakk’a tevekkül kıl

 

Teslim olup rahat bul   

 

Her işine razı ol,  

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

                 

Gönlün Ana berk eyle  

Berk: güçlü. Derketmek: anlamak.

Takdirini derk eyle       

 

Tedbirini terk eyle

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

        

Hallak-ı rahim oldur

Hallakı Rahim: acıyan, yaratıcı.

Rezzak-ı kerim oldur

Rezzakı Kerim: cömert rızıklandırıcı.

Faali hakim oldur

Faal-i Hakim: hikmetler işleyen.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

                  

Bil kadiyi hacatı

Kadıyı hacat: herkesin hacetlerini, ihtiyaçlarını yerine getiren (Allah).    Münacat: yakarış. Muradat: muradlar, istekler.

Kıl Ana münacatı         

Terk eyle muradatı       

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Bir işi murad etme

 

Olduysa inad etme

 

Hak’tandır o, reddetme 

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

 

 

 

Hakk’ın olıcak işler      

 

 

Olıcak: olunca.

Boştur gam u teşvişler  

Teşviş: kargaşa.

Ol hikmetini işler

Hikmet: irfan, bilgelik, derin anlamlı işler.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Hep işleri fayıkdır

Faik, fayık: üstün.

Birbirine layıkdır

 

Neylerse muvafıkdır

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Dilden gamı dur eyle

Dur: uzak.

Rabbınla huzur eyle

 

Tefvizi umur eyle

Tefviz-i umur: herşeyi Allah’a havale etmek.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Sen adlı zulüm sanma

Adl: adalet.

Teslim ol oda yanma

Od: ateş.

Sabret sakın usanma

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Deme şu niçin şöyle

 

Yerindedir o öyle

 

Bak sonunu seyr eyle

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Hiç kimseye hor bakma

 

İncitme, gönül yıkma

 

Sen nefsine yan çıkma

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

 

 

Mümin işi reng olmaz

 

 

Reng: hileli.

Akil huyu ceng olmaz

Cenk: savaş. Akil: akıllı.

Arif dili teng olmaz

Dil: gönül. Teng: sıkıntı.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Hoş sabrı cemilimdir

Cemil: güzel.

Takdir kefilimdir

 

Allah vekilimdir

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Her dilde Anın adı

 

Her canda Anın yadı

Yad: anış.

Her kuladır imdadı

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Naçar kalacak yerde

Naçar: çaresiz.

Nagah açar ol perde

Nagah: ansızın, birden.

Derman eder her derde

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Her kuluna her anda

 

Geh kahr ü geh ihsanda

Kahır: zorluk. ihsan: bağış.

Her anda o bir şanda

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

 

Geh Muti vü geh Mani

Muti: veren, uyan. Mani: engelleyen.

Geh Darr ü gehi Nafi

Darr: zarar veren. Nafi: yarar veren.

Geh Hafıd u geh Rafi

Hafıd: alçaltan. Rafi: yükselten. (Hepsi de Esmaül Hüsna’dandır.)

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler.

 

 

Geh abdin eder arif

Abd: ibadet eden, kul.

Geh eymen ü geh haif

Eymen: hayırlı. Haif: halim.

Her kalbi odur sarif

Sarif: arıtan, tasarruf eden.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Geh kalbini boş eyler

 

Geh hulkunu hoş eyler

Hulk: yaradılış.

Geh aşkına duş eyler

Duş etmek: uğratmak, müptela etmek.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Geh sade vü geh rengin

Rengin: renkli.

Geh tabın eder sengin

Tabın eder sengin: kalbini taş eder.

Geh hürrem ü geh gamgin

Hürrem: sevinçli. Gamgin: kederli.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Az ye, az uyu, az iç

 

Ten mezbelesinden geç

Mezbele: çöplük.

Dil gülşenine gel göç

Dil gülşeni: gönülün gül bahçesi.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Sen halk ile yorulma

 

Nefsinle dahi kalma

 

Kalbinden ırağ olma

Irağ: Uzak

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Geçmişle geri kalma

 

Müstakbele hem dalma

Müstakbel: gelecek.

Hal ile dahi olma

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

 

 

 

Her dem Anı zikr eyle

 

Zirekliği koy şöyle

Zireklik: kurnazlık.

Hayran-ı Hak ol söyle

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Gel hayrete dal bir yol

Hayret: Şaşkınlık, hayranlık.

Kendini unut Anı bul

 

Ko gafleti, hazır ol

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Her sözde nasihat var

 

Her nesnede ziynet var

Ziynet: süs.

Her işte ganimet var

Ganimet: bolluk, yarar, kazanç.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Hep remz ü işarettir

Remz: sembol, simge.

Hep gamz-ı beşarettir

Gamz: görüntü, işaret. Beşaret: müjde.

Hep ayn-ı inayettir

Ayn-ı inayet: iyilik pınarı (gözü).

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Her söyleyeni dinle

 

Ol Söyleteni anla

 

Hem eyle kabul canla

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Bil elsine-i halkı

Elsine-i halk: yaratıkların dilleri.

Aklam-ı Hak ey Hakkı

Aklam: deyişler.

Öğren edeb ü hulkı

Edeb ü hulk: edep ve ahlak.

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

 

 

Vallahi güzel etmiş

 

Billahi güzel etmiş

 

Tallahi güzel etmiş

 

Mevla görelim neyler

 

Neylerse güzel eyler.

 

 

Erzurum’lu İbrahim Hakkı Hazretleri

devamı...

İNSAN VE İMAN

“İnsan iman etmesi için yaratılmıştır. Onu inançsızlığa yönelttiniz mi, suyu tersine akıtırsınız. Toplumlar, fertlerin vicdan ahengi dengeleriyle kurulur ve yürür. Onların vicdan ahengindeki ortak cereyan inançtır.”Bu söz, inançsız toplumların da dağılıp parça- lanmalarının kaçınılmazlığını belirterek, inancın önemini vurgulamaktadır.

İnsanoğluna Allah’ın istek ve iradesi içinde, halkı yönetmek ve yönlendirmek amacıyla ne zaman bir peygamber gönderilse, insan mesajın öz değerine bakıp onu kabul edeceğine, Allah’ın elçilerinden olağanüstü deliller, mucizeler istemiştir. Bu, insanoğlunun imana, inanca ulaşmada ne denli zor geçitlerden geçeceğini, doğru yolu bulmada nefsiyle girişeceği mücadelenin önemini ortaya koymaktadır. Oysa peygamberlere Allah tarafından bir güvenname olarak verilen olağanüstü olaylar, alametler, harikalar, mucizeler, Allah’ın kendisi tarafından yapılmaktadır. İnsanoğlu bu ince noktayı hatırlayarak, peygamberlerin de Allah’ın kulu olduklarını ve Allah Resulü’nün “En büyük derece, Allah’a kulluk derecesidir” diye buyurduklarını unutmaması gerekir. Böylece Allah’a, kitaplarına, resullerine iman konusunda, hiç bir tereddüde düşmeden inanmanın mutluluğuna ermesi gerekmektedir. Allah’ın varlığına, birliğine inanan her insan, son İlahi kitaba, Kur’an’a ve son Peygamber olan Resulullah’a kayıtsız şartsız inanır. “Yoksa, sana inzal ettiğimiz ve aralıksız kendilerine okunmakta olan Kur’an onlara kifayet etmiyor mu? Onda iman edecek bir kavim için muhakkak büyük bir rahmet, nimet ve nasihat vardır, ”(29:51) ayeti kerimesinde belirtildiği gibi, imanın eksiksiz olarak kazanılması için, Allah’ın son mesajı olan Kur’anı Kerim’in iyi anlaşılması, iyi öğrenilmesi, onun hükümlerinin noksansız ve doğru olarak uygulanması gerekir. Zariyat suresinin 56. ayetinde belirtildiği gibi, “İnsanın yaratılışının hikmeti, Allah’ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir.” İnsana evrende yücelik kazandıran, Allah inancı ve Allah sevgisidir. Bu ise en üstün yanımızdır. İnsana bu kutsal yanını öğreten, onu bütün çıkmazlardan çıkartan, insanı en değerli yaratık haline getiren de, Resulullah Efendimizdir.

Allah’ın sanatını, insan oluşumuzun üstünlüğüne yakışanı derin bir duyarlılıkla seyreder, her an ona şükrederiz. Bütün evrenlerin en üstün yaratılmışı olan Resulullah Efendimizin, bu son İslam Peygamberi’nin en büyük mucizesi olan Kur’anı Kerim’in yolunda ve Peygamber Efendimizin sünneti seniyelerinin ışığında, akılcı, bilimsel ve tam bir imanla, müslüman oluşumuzun şükrünü yaşarız.

 

TEK YARATICININ VARLIĞI VE BİRLİĞİ

Pek çok düşünür ve bilim adamı Allah’ın varlığı ve birliği üzerinde tefekkür etmiş, düşünce dünyalarının sınırlarında bu gerçekle hayret ve huşu içinde yüzyüze gelmişlerdir. Aşağıda bu düşünürlerden bazılarından alıntılar verilmektedir.

Kant: Görülen her varlık, görünmeyen yaratıcının gölgesidir. İnsanlar gerçeği görmek zorundadır. Fakat Allah’a imanda zaaf gösteriyoruz. Tıpkı güvercinin uçmak için, onu uçuran havayı itmesi gibi.

Oscar Wilde: Uzun yıllar inkarcı tutumundan bunalımlara girmiş, ölmeden önce bir dostuna yazdığı mektupta şöyle demiştir: “Şimdi çok mutluyum… Tanrı’ya inanıyorum. Meğer O’nu fikir bunalımları içinde tartışmak ne cinnetmiş, ve O’na inanmak, teslim olmak ne güzelmiş…”

Dr. A. H. Cronin: Kainatı, onun sırlarını, nizamının inceliklerini, büyüklüğünü, parlaklığını düşündüğünüz zaman, elbette yaratıcı bir İlah da düşünmemiz gerekir. Aleme bak ve araştır. Hayatın seyrini ara. Kapalı bir muamma ve derin bir sırla karşılaşacaksın. Bunun yokluktan çıkması mümkün değildir. Çünkü, yoktan bir şey çıkmaz.

Sir James Jeans: Büyük bir astronomdur. O da şöyle diyor: “Yıldızların nizamını tesadüfün kurmasına imkan yoktur.”

Abraham Lincoln: Göğe bakıp da kainatın azametini gördükten sonra, Allah’a inanmayana hayret ederim…

Laplace: Güneş sistemindeki gök cisimlerini, bunların kesafetini, çaplarını, yörüngelerini koyan, gezegenlerin güneş etrafında, uydularının da gezegenler etrafında dönüş zamanlarını sınırlayan kudret, Allah’ın istemesine bağlı kudret, devamlı bir düzendir ki, bunun rastlantıya bağlı olması imkansızdır. Allah’ın varlığı, kesin ve tartışmasızdır.

Prof. Finkelstein: Büyük bir fizyologdur. Der ki: “Zeka, kendini idrak edemez. Son noktasındaki idraki de idrak edecek bir zeka lazım. Ancak bizden üstün bir kuvvet, Tanrı’nın kendisidir.”

Einstein: Sonsuz boyutları bilmedikçe, Tanrı görünmez ve bilinmez. Ancak o vardır. Ve insanları evrende bir görevle yaratmıştır.

Dirac: Evren çok üstün bir matematik nizam içindedir. Bu nizam, yaratıcının üstün bilincinde şekillenir.

Edison: Hiç bir keşif, otun toprağı yarıp çıkması kadar üstün olamaz. Zira otu Allah yaratmıştır.

Schwartz: Allah evrenin her zerresinde gizli, kendinden kaçılmayan bir ahengin ruhudur…

Fermi: Nükleer matematikçidir. Allah’ın atom matematiğine hayran olmuş, nükleer matematiği kurmuştur. Diyor ki: Gerçek bir bilinmezi çözmek için, onun bilinçle kurulduğundan yola çıkarak, mantık silsilesini kurarak, çözüme gidilebilir. Bu da tek yaratıcı Allah’ın varlığının kanıtıdır.

Heisenberg: Bilinmeyen nükleer bilinç, tüm fizik problemlerini çözdürüyor. Bu güç de yalnız Allah’tır.

Broglie: Evrenin yaratıcısı olan Allah, Kuant’ı seçti.

Sokrat: Gözlerin en yüksek noktada evreni seyrettiğini, yaratılıştaki hikmeti görmüyor musun? Büyük Yaratıcı, her hadisede sanat ve intizamı ile kendini haykırıyor. O olmasaydı, ağız, besinlerin çıkış noktasına yakın olurdu. Ben görünmeyen mutlak yaratıcıya inanıyorum…

Profesör F. W. Förster: Münih Üniversitesi pedagoji bilginlerindendir. Okul ve Karakter adlı kitabında “İnsan kâmil bir imanla kendi derinliğini bulur. Allah’a doğru yükselmek için, hayatın bütün zorluklarından geçerek, çilelerden yılmayarak, Allah’a ulaşacak yolda tam bir teslimiyetle yürür. Allah’a iman insanlık terbiyesinin temel prensibidir,” diyerek tevhid akidesine olan inancını belirtmektedir.

Daha binlerce bilim adamı, düşünür, kâşif, alim, yazar, devlet adamı vb. kişiler de Allah’ın varlığı, birliği üzerinde tartışmasız bir inanç sahibidirler. Ne varki sıradan bilim adamlarından bazıları da, yarı aydınlardan inançsızlarla el birliği ederek, Allah’ı inkâr etmeyi bir üstünlük sayarak, inananları ibadetlerinden dolayı suçlayarak sapıtmışların öncüleri olmaktadırlar. Bizim dileğimiz, Allah’ın izni ile onların da doğru yolu bularak, hem kendilerinin, hem de çevrelerinin aydınlığa, mutluluğa, huzura ve Allah’ın ilmine ulaşmalarıdır.

 

İNSANLIK BİR BÜTÜNDÜR

İnsanlığın uygarlık tarihi Hz. Âdem’le başlar. Hz. Âdem ise ilk peygamberdir. Âdem’den çoğalan insan nesli de bir peygamber nesli olduğuna göre,bütün insanlar saygıdeğer ve yücedir. Renk, dil, fizik ve belde farklılıkları bu değeri azaltmaz. Kur’an’a göre insanlık bir bütündür.

Cenabı Allah buyuruyor:

“Bu kitabın indirilişi Aziz, Alim olan Allah’tandır.” (39:2 ve 40:2)

“Kendisinde şüphe olmayan bu kitabın indirilişi, Alemlerin Rabb’indendir.” (32:2)

“Muhakkak ki göklerde ve yerde müminler için alametler vardır.” (45:3)

“Muhakkak ki o Kur’an ayırd eden kesin bir hükümdür.” (86:13)

“Allah anlayıp iman edecek bir topluluk için ayetlerini açıkça belli ediyor.” (10:5)

“Bu kitaptır ki kendisinde hiç şüphe yoktur. Ve daha önceki kitaplarda Allah’ın inzal edeceğini buyurduğu kâmil kitaptır. Ahirette zarar verecek şeylerden korunanlar için delildir. Yol göstericidir.”

Cenabı Resulullah bir hadisinde şöyle duyuruyor:

“İnsanların hepsi bir ailenin fertleridir ve bütün insanlık Allah’ın ev halkıdır. En değerli ve en hayırlı kişi de insanlığa en hayırlı olan kişidir.”

Maide Suresi 3. ayetteki “Size din olarak İslam’ı seçtim” buyruğu ile bu bütünün sorumlu olduğu dinin adı ve kitabı açıklanmıştır. Dinin adı İslam’dır. Bu adı da Cenabı Allah koymuştur.

İslam, gizli yada açık her türlü kötülükten, afetten uzak olmak; onlardan sakınmak; barış ve güven; ibadet ve Allah’a teslimiyet anlamlarını ifade eder. İslam’ın ve Kur’anı Mübin’in gerçek mesajını anlayabilenler, çözebilenler, gönül ehli olan ilim ve takva sahipleri İslam’da birleşmektedirler. Bunlar, Kur’an’ı gerçekten okuyabilenlerdir. Böylece Allah’ın birliğini, O’na itaat ve teslimiyeti, gönlü Allah’tan gayrıdan arıtmayı tereddütsüz kabul edenlerdir.

Zümer Suresi 54. ayette buyrulduğu gibi, “Azap gelmeden Rabb’inize dönüp O’na teslim olun.”

 

“SİZE DİN OLARAK İSLAMI SEÇTİM”

Peygamberler ve dinler tarihini incelediğimizde, İslam’ı din olarak seçme emrinin bütün peygamberleri içine aldığını görürüz.

Kur’anı Kerim’de,

Hz. Nuh, “Bana müslümanlardan olmam emredildi,” demiştir. (10:73)

Hz.İbrahim için, “Biz onu dünyada seçmiş bulunuyoruz. O ahirette de salihlerdendir. Rabb’ı ona kendini teslim et demişti; o da kendimi bütün varlıkların Rabb’ine teslim ettim demişti,” deniyor. (1:130 ve 131)

Hz.Yusuf, “Dünyada da ahirette de yardımcım sensin. Teslimiyet içinde olduğum halde canımı al ve beni salihler zümresine kat,” diyor. (12:101)

Hz.Musa da kavmine şöyle sesleniyor: “Ey kavmim! Eğer siz Allah’a iman etmişseniz, O’na teslim olmuş müslümanlarsınız. O’na tevekkül edin.” (10;84)

Hz.İsa için, “İsa onların küfürlerinden vazgeçmediklerini görünce, ‘Allah için bana yardım edecek olanlar kimlerdir?’ dedi. Havariler, ‘Allah için sana yardım edenler bizleriz’ dediler. ‘Allah’a inandık, sen de bizim Allah’a teslim olduğumuza şahit ol’…” deniyor. (3:52)

Cenabı Peygambere de Âl-i İmran Suresi 64. ayette bütün vahiy dinlerinin İslam’da birleştiği bildirildi. “De ki: Ey kitap ehli! Geliniz hepimiz aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanarak Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’tan başka içimizden birini tanrı edinmeyelim. Onlar yüz çevirirse, ‘şahit olun biz müslümanız’ deyin.”

Demek ki Cenabı Allah bütün peygamberleri, insanları tevhide çağırmak için göndermiştir. Anlaşmazlıklar dini tahrif edenlerce yaratılmış, dünyevi isteklerle hırs ve menfaat duyguları, insan ve iman ikilisine zarar vermiştir.

Halbuki Âl-i İmran suresi 85. ayetteki hüküm kesindir: “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o din kabul olunmaz. O ahirette de kaybedenlerden olur.”

İslamiyet Allah tarafından mükemmelleştirilmiş ve insanlığa lütfedilip gönderilmiştir. Cenabı Allah böylece keremini tamamlamıştır. Peygamberler yoluyla vahyettiği tüm dinlere, Kur’anı Mübin genel bir ad olarak İslam demiştir.

“Kendilerine ilim verilmiş olanlar görüyorlar ki Rabb’inden sana indirilen Kur’an Hakk’ın kendisidir. Ve O hamde layık, her şeye galip olan Allah’ın yolunu, dinini gösteriyor.” (34:6)

Bu ayette ilim adamları ve kendilerine ilim verilen kimselerin Kur’an’ın bildirdiklerini hak ve gerçek olarak gördükleri ve bu yolla Allah’ın dinini, İslam’ın yolunu seçtikleri açıklanmıştır. İslam dünyasındaki alimlerin yanısıra Hıristiyan aleminden bir çok bilim adamının da Kur’anı Mübin’in hikmeti, ilmi ve mucizeleri üzerinde araştırmaları ve incelemeleri bulunmaktadır.

Resulullah Efendimiz ve Kur’anı Kerim hakkında Hırıstiyan aleminin önde gelen düşünür, bilim adamı, tarihçi, fizikçi ve matematikçilerinden bazıları da şöyle demektedirler:

Geçen yüzyılın en büyük düşünürlerinden olan Gibbon, Roma İmparatorluğunun Gerileyişi ve Düşüşü adlı eserinde der ki: “Muhammed’in getirmiş olduğu yeni inanç, belirsizliğin şüpheciliğinden arınmış ve Kur’an da Allah’ın birliğine muhteşem bir tanıktır.” Bu açıklamaları ile hem Resulullah’ı, hem de onun mucizesi olan Kur’an’ı onaylamıştır. Gene geçen yüzyılın en büyük düşünürlerinden olan Thomas Carlyle,Kahramanlar ve Kahramanperestlik adlı kitabında, “Peygamber Olarak Kahraman” adlı bölümde Resulullah hakkında şöyle der: “Böyle bir kişinin sözleri, doğanın kendi yüreğinden dolaysız gelen bir sestir. İnsanlar her şeyden daha fazla ona kulak vermelidir. Diğer bütün şeyler, onun karşısında boş sözdür. Başka bir deyimle Muhammed’in konuştuklarıyla karşılaştırıldığında, o sözler boş, anlamsız, gerçek dışı ve saçmalıktır.” Kur’an’a ve Muhammed’e gönül veren bu büyük düşünür, Kilisenin teröründen dolayı bir Anglikan Hırıstiyanı gibi gömüldü.

Büyük bir Hırıstiyan misyoneri olan Rev. R. Bosworth Smith ise, Muhammed ve Muhammedizm adlı kitabında, Kur’anı Kerim ve Hz. Muhammed hakkında müsbet yönde tanıklık etmek zorunda kalır. Der ki:“Muhammed öğrenim görmemiştir. Okumayı ve yazmayı bile doğru dürüst bilmez. Buna rağmen o öyle bir kitabın yazarıdır ki, yasaların şifresidir. Ortak duaların tek kitabıdır. Bir rehber ve insanlığa yol göstericidir. Bütün bu özellikler, bu kitapta yazılıdır. Günümüzde yaşayan tüm insanların altıda biri tarafından, usul ve üslup sadeliğinin bir mucizesi olarak hürmet ve saygınlıkla kabul edilir. O, Muhammed’in mucizesidir. Ve Allah’ın o’na verdiği gerçek ve büyük bir mucizedir.” Böylece İslamı, İslamiyeti nasıl gördüğünü de açıklamış olmaktadır.

Ünlü yazar ve tarihçi Fransız Lamartine de, Türklerin Tarihi adlı eserinde, Peygamber Efendimiz için beğenilerini şu sözlerle özetlemektedir: “Filozof, hatip, peygamber, kanun koyucu, savaşçı, fikirlerin fatihi, akla uygun inançların, soyut dinlerin yenileyicisi, yirmi dünyevi ve bir kutsi imparatorluğun kurucusu; işte, Muhammed budur. Bütün örnek ve modelleri katarak, insanın büyüklüğü onunla ölçülebilir. Ondan daha büyük insan yoktur. Muhammed gerçekten en büyüktür. Bu her türlü tartışmanın kesin olarak üstündedir.”Böylece Resulullah’ın yüceliğini dünyaya ilan etmiştir. Ne yazık ki, o da Kilise terörüne boyun eğmiştir.

İslamiyetin adaletini ortaya koyan, yeryüzü dinler tarihi araştırmacısı, pedagog ve sosyolog olan John Davenport ise, Hz. Muhammed ve Kuranı Kerim adlı eserinde diyor ki: “Müslümanlık, hiç bir zaman bizdeki gibi bir Engizisyon kurmamıştır. Asla kimsenin dinini değiştirmeyi de hedef tutmamıştır. Müslümanlık kendini dünyaya takdim etmiş, ama kimseyi zorla din değiştirmeye, mahkemelerde yargılanmaya ve engizisyon işkencelerine layık görmemiştir. Bu yüzden ve diğer bilimsel gelişmeler yönünden de Avrupa, müslümanlara çok şey borçludur. ‘İnsanlar eşittir’ fikrini getiren müslümanlığın uyarısı ile ve Haçlı Seferleri sırasında yıkabildiğimiz derebeylikler, aristokratların zulmü ve bunların üzerine kurabildiğimiz hürriyetimiz bir yana, şu gerçeği de hiç bir Batılı unutmamalıdır: Batıda cehalet, karanlık hüküm sürerken, İslam’ın düşünür, alim ve bilginlerinden yararlanarak, ilmin en önemli dallarında, fende, matematikte, tıpta ve hatta astronomide kazandığımız bilgileri, İslam bilginlerinden elde ettik. İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Baytar, Ali Kuşçu, Farabi ve bir çokları gibi. Bu bilginler eserleriyle Batı’ya yön vermiş, ışık tutmuştur. Hz. Muhammed’in “Şan şeref servette değil, irfandadır” anlamındaki sözleri de İslam alimlerini, düşünürlerini, dünyanın her yanında ilim ve irfan araştırmaya yöneltmiştir.”

Amerikalı psikanalist Jules Masserman, Time dergisinin 15 Temmuz 1974 tarihli özel köşesinde “Liderler Nerede” başlıklı yazısının içinde, tarihi şahsiyetleri incelemiş ve şu sonuca varmıştır: “Bütün zamanların en büyük lideri, Hz. Muhammed idi.” Bir yahudi olarak, kendi peygamberi Hz. Musa’yı ikinci sıraya koymuştur. Bu ise çok dikkat çekicidir.

Gene Amerikalı astronom, tarihçi ve matematikçi olan Michael H. Hart, 572 sayfalık Tarihte En Büyük Yüz Kişi adlı kitabında, birinci sıraya Hz. Muhammed’i layık görerek, kendi kurtarıcısı olan Hz. İsa’yı üçüncü sıraya koymuştur.

Dr. Wayne Mayer, Biyoloji Öğretmenleri Uluslararası Birliği’nin 25 Ekim 1980 tarihli toplantısında şöyle diyor:“Tam bir insan olabilmemiz için hem bilime, hem de dine ihtiyacımız vardır. Hümanizmi ve kainattaki bütün diğer problemleri anlayabilmemiz için ön şart Allah’ı ve O’nun sonsuz sıfatlarını bilmektir. O’nun kelamı olan Kur’an’ın bilgisine ve ilmine ihtiyacımız vardır. İman, bilgi ve akıl insanı alemlerin Rabb’i olan Allah’a götürür”

Edouard Montet, Cenevre Üniversitesi profesörüdür. Kur’an-ı Kerim’in Manalarının Tercümesi adlı eserinin önsözünde, “Hz.Muhammed’in reformlarının insanlığa getirdiği paha biçilmez ilerlemelerden yalnız bir tanesinin bile –kız çocuklarının canlı olarak gömülmelerinin yasaklanması– onun insanlığa yaptığı hizmetleri unutulmaz kılmaya yeterlidir” diyor.

Rene Basset bir Fransız Profesörüdür. “Kur’an edebi güzelliğin ezeli ve ebedi timsalidir. Hem öyle bir timsaldir ki, müfessirlerin dedikleri gibi melekler de insanlar da o mukaddes kitabın herhangi bir ayeti ayarında tek bir cümle yazmaktan acizdirler” diyor.

Ernest Renan, Kur’an İncelemesi adlı eserinin tanıtımında, “Üslup yönünden Kur’an ilk anından itibaren yenilik olarak ortaya çıkar. Bu kitap dini bir inkılap olduğu kadar edebi bir inkılaptır. Tüm edebiyat aleminde böyle bir üsluba rastlanmamıştır. Zira o, Allah’ın kelamıdır” demektedir.

Goethe,“Madem ki İslam Allah’a teslim olmaktır, o halde hepimiz İslam’da yaşayıp ölmekteyiz. Allah’ın birliği, onun iradesine teslimiyet ve peygamberin aracılığı, bütün bunlar tasavvurlarımıza uygun gelir. Bir olan Allah’a iman, daima ruh yükseltici bir etki gösterir. Çünkü bu inanç insanın kendi iç aleminin birliğini, tevhidini gösterir” diyor ve tevhidi Hıristiyanlıktaki teslise tercih ediyor.

Prens Weimer, “Hiç kimse Hz.Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Bizim bütün kanunlarımız, İslam kültürüne göre eksiktir. Biz Avrupa milletleri tüm medeni imkanlarımıza rağmen, Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin, daha ilk basamağındayız. Bu yarışmada hiç kimse onu geçemeyecektir” demiştir.

Puşkin, büyük Rus şairi ve edebiyatçısıdır. Dünya çapında üne sahiptir. Devrinin edebiyatçılarını çok yoğun biçimde etkilemiştir. Kur’anı Kerim’i inceledikten sonra şu şiiri yazmıştır:

Rahim’dir O, Rahman’dır O

Nurlar saçan Kur’an’ı Muhammed’e indirendir O…

…….

Perdeler perdeler, kalksın perdeler,

Gözlerimizin önünden kalksın engeller,

Kur’an’la aramızdaki duvarlar

Yıkılsın artık hep birer birer…

Rus yönetimi Puşkin’in Kur’an ve İslam üzerine yazdığı şiirlerin bugün bile yayınlanmasını yasaklamıştır.

“Eğer bir insan, Ortodoks kilisesine mi yoksa, İslam dinine mi yönelsin sorusu gündeme gelirse, karışık ve anlaşılmaz bir din kavramı (yani üç sıfatlı tanrı, aforoz merasimi, İsa’nın annesine yalvarışları, azizler ve onların resimlerine bitmez tükenmez ibadetler) yerine, tek olan Allah’ı ve peygamberi yani İslam’ı seçer. En son ve en büyük din İslam’dır.”

Roger Garaudy, Fransızdır. Dinsiz bir ailenin çocuğudur. Komünist Partisi siyasi şefliği yapmış, Marksist Araştırma ve İnceleme Enstitüsü müdürlüğünde bulunmuş, Marksist felsefe üzerine kitaplar yazmış, milletvekilliği ve senatörlük yapmış, Fransız Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmış, siyasi çalkantılar sonucunda hapse girmiş, Cezayir’e gönderilmiştir. Cezayir’li müslümanlardan gördüğü yakınlık üzerine İslam’ı incelemiş, kırk yılını bu araştırmaya adamıştır. 1981 yılında 68 yaşında bütün dünyaya İslamiyet’i seçtiğini ilan etmiş ve “İslamı seçmek çağı seçmektir, insanın aradığı bütün soruların cevapları İslam’dadır. İslam çağları peşinden sürükleyen bir dindir. Kur’an indirildiği günden beri hep zamana hükmetmiştir. Zaman yaşlanacak ama Kur’an hep genç kalacaktır” demiştir.

Zef Clement, Hollanda asıllı ressam ve grafikerdir, kırk defa Hollanda’da ve onsekiz defa da uluslararası sergiler açmış usta bir sanatçıdır. 1981 yılında İstanbul’a geldiğinde işittiği ezanlar ve gezdiği camiler onun iç dünyasını alt üst etti. Çok sıkı bir Katolik terbiyesi almıştı. İçindeki boşluğu İslam’la doldurdu. Tam bir müslüman hayatı yaşadı. Farzları ve sünnetleri noksansız uyguluyordu. Camide dua ederken yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “Allah’ın nurunu gördüm. O alemden zamanlar boyu ayrılmayabilirdim. Hayatımın en büyük huzurunu o an tattım.” 1983 yılında İstanbul’da öldü. Karacaahmet Mezarlığına gömüldü.

Profesör Dr. Maurice Bucaille bir tıp adamıdır. Paris Tıp Fakültesi Cerrahi Bölümü başkanlığı yapmıştır. Dünyaca ünlü bir cerrahtır. Kral Faysal’ın tedavisi sırasında Kur’an ile tanışmıştır. Yıllarca süren inceleme ve araştırmalardan sonra Kitabı Mukaddes ve Kur’an ve Bilim adlı kitabını yazıp müslüman olduğunu açıklamıştır. Eserinin tanıtımında:“Kur’an’ın ilmî mucizesi hiçbir şüpheye yer bırakmayacak ve akıllara durgunluk verecek derecede ve benzersizdir. Bu gerçek bir mucizenin ispatıdır” demektedir.

Marcel Bolsard’ın İslam Hümanizmi (1979) adlı Fransızca eserinin Kadının Eşitliği ve Statüsü başlıklı bölümünden: “İslam hem erkeklere hem kadınlara hitap eder. İslam hukukunda genellikle koruma amacına yönelik hedefler vardır. İslam hukuku kadın haklarının tam tarifini yapar. Kadının korunmasına son derece önem verir. Kur’an ve Hadis erkeklerin eşlerine adalet, iyilik ve anlayışla davranmalarını emreder. Evlilik kavramını manevi bakımdan daha üstün hale getirir. Hukuki tedbirlerle kadının durumunu güçlendirir. Kutsal olan kadın hakları, kanun önünde eşitlik, özel mülkiyet ve miras hakkıdır.” Bu da bize İslamın bütün dinlerden üstün ve kıyaslanamaz olduğunu kanıtlar.

Vincent Monteil, General de Gaulle’ün özel kurmay başkanı ve yakın arkadaşıdır. 1960’da Sorbonne’da modern Arapça konusunda doktora yapmış; Paris, California, Montreal, Berkeley ve San Diego Üniversitelerinde öğretim görevi yapmıştır. Sovyet Müslümanları, İbni Haldun tercümesi gibi eserleri vardır. Müslümanlığı kabul edişini şöyle açıklamaktadır:“Kalbimde İslam’ı taşımadan hayatımı devam ettirmenin imkansız olduğunu anladım. Derinleştikçe İslam’ı anlamış, din olarak onun mükemmeliğini ve benim meselelerime getirdiği çözümleri görmüştüm. Geriye açıkça İslam’ı seçtiğimi söylemek kalıyordu.”

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Son yarım yüzyıl içinde İslam’a gönül verip ulaşanların sayısı hızla artmaktadır. Kalpleri iman nuru ile dolan insanlar İslam’ın dirilten gerçeklerinde kucaklaşmaktadırlar.

Aklın yolu birdir. Kur’anı Kerim, Allah kelamıdır. Resulullah, Allah’ın son elçisi ve Kur’an, onun Allah katından vahiy yoluyla indirilmiş mucizesidir. İslam, son ve gerçek dindir. Akılcıdır, bilimseldir, her türlü zannın ötesindedir. Bizim yapacağımız şey ise, bir elimizde Kur’an, diğer elimizde mantık, Resulullah’ın sünneti seniyelerinin ışığında inanmayanları, sapıklık ve dalâlet içinde olanları İslam’a çağırmaktır. Şu ayeti kerimenin emrince: “Herkesi hikmet ve bilgelikle Rabbinin yoluna çağır.” (16:125) Çünkü yüce Allah buyuruyor ki: “Biz seni hidayet ve hak dini ile gönderdik. Onu bütün dinlerin üzerine çıkarasın diye. Müşrikler onu istemese de.” (61:9)

Allah’ın rahmeti ve bereketi hepimize olsun… Amin.

 

Dikkat edilirse, yukarıda zikredilen bilim adamları ve düşünürler, “İslam Dininde Reform Olabilir mi?” sorusuna da cevap vermiş olmaktadırlar. Bize düşen, aklı selim ve hoşgörü ile bütün insanlığa hizmet etmektir.

 

Dedeniz HACI AHMET KAYHAN

 

devamı...

DUALARIMIZ

Dualarımız Niçin Kabul Olunmuyor?

 

 

Yüce Rabbimiz, ayeti kerimesinde, "Bana dua edin, size icabet

edeyim" buyurmaktadır. Fakat birçok duamızın kabul edilmediği de

bir gerçektir. Bunun sebebini büyük veli Ibrahim Ethem

Hazretleri`nden sorduklarında, şöyle cevap vermiştir:

– Kalbiniz on şeyden ölmüştür:

1) Allah`ı tanırsınız ama, hakkını edâ etmezsiniz.

2) Allah`ın kitabını okudunuz ama, onunla amel etmediniz.

3) Iblis`in düşmanlığını iddia edersiniz ama, ona tabi olursunuz.

4) Resûlullah`ın sevgisini iddia edersiniz ama, onun izini

ve sünnetini terk etmişsiniz.

5) Cennetin sevgisini iddia edersiniz ama, onun için amel

etmezsiniz.

6) Ateşten korkuyoruz, dersiniz ama, günahlardan çekinmiyorsunuz.

7) Inanırsınız ki, ölüm haktır ama, ona karşı tedbir almıyorsunuz.

8) Başkalarının ayıpları ile meşgul olursunuz ama, kendi

ayıplarınızı terk etmezsiniz.

9) Allah`ın verdiği rızkı yiyorsunuz ama, Allah`a şükür

etmezsiniz.

10) Ölülerinizi gömersiniz, ama onlardan ibret almazsınız.

25

Dualarımızın Kabulü Için:

– Besmele ile başlayınız.

– Başlarken ve bitirirken Yüce Rabbimize hamdü senada bulununuz.

– Resûlullah`a salavat getiriniz.

– Çokça tövbe ediniz.

– Saygı, sevgi, ümit ve korku ile dua ediniz.

– Kul haklarını ödeyiniz.

– Dualarımız genel olmalı.

– Kalp katılığı olmamalı.

– Beddua etmemeliyiz.

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol.

Sehavet ve cömertlikte akarsu gibi ol.

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

Tevazu ve mahviyette toprak gibi ol.

Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol.

Hz. Mevlana (Lokman Hekim)

26

Gerçek âşık olan kişi Dağlar nice yüksek ise

Içer ağuyu nûş eder Yol, onun üstünden aşar

Topuğa çıkmayan çaylar Derviş Yunus yolsuzlara

Deniz ile savaş eder Yol gösterir hem hoş eder.

Yunus Emre

Dua

Yaratan Yüce Rabbimiz, sana hamdü senalar olsun.

Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammedin ve Alâ Ali Seyyidina

Muhammed ve Sellim.

Bismillahirrahmanirrahim.

Allah`ım, lütfet ki gittiğimiz her yere barış götürelim. Bölücü

değil, bağdaştırıcı, birleştirici olabilelim. Nefret olan yere sevgi,

yaralanma olan yere affedicilik, kuşku olan yere inanç, ümitsizlik

olan yere ümit, karanlık olan yere aydınlık ve üzüntü olan yere sevinç

saçıcı olmayı, bize lütfet Ya Rabbi.

Kusurları gören değil, kusurları örtenlerden; teselli arayanlardan

değil, teselli edenlerden; anlayış bekleyenlerden değil, anlayış

gösterenlerden, yalnız sevilmeyi isteyenlerden değil, sevenlerden

olmamıza yardım et.

Yağmur gibi hiçbir şey ayırt etmeyip, aktığı her yere canlılık

bahşedenlerden; güneş gibi hiçbir şey ayırt etmeyip, ışığıyla tüm

varlıkları aydınlatanlardan; toprak gibi, her şey üstüne bastığı halde,

hiçbir şeyini esirgemeyip nimetlerini herkese verenlerden olmayı bize

lütfet. (Ki bu, Rahman sıfatına aittir.)

 

Alan değil, veren ellerin, affedici olduğu için affedilenlerin, Hak

ile doğan, Hak ile yaşayan ve Hak ile ölenlerin ve sonsuz yaşamda

yeniden doğanların safına katılmayı bize nasip eyle. Amin.

* * *

Allah`ım, Hz. Muhammed (SAV) ve O`nun hanedan ve

yâranına olan Selamın, yarattıkların sayısınca, hoşnutluğun nisbetinde,

arşın ağırlığınca, kelimelerin mürekkebi miktarınca olsun.

Allah`ım, bizi sana tevekkül edip gönül bağlayanlardan eyle.

Bizler fakir kullarız, sen bizi zengin kıl. Bizler zayıflarız, sen bizi

kuvvetlendir. Bizler günahkârız, sen bizi bağışla. Bizi razı olduğun

din üzerinde sabit kıl.

Allah`ım, dünyada ibadet etme imkânını, günahlardan kaçma

şuurunu, ahirette ise cennetini, cemalini görmeyi ve azabından

selamette kalmayı diliyorum.

Ey her garibin sahibi, Ey her yalnızın gönüldaşı!

Benim hem dünyada hem ahirette dert ortağım ve yârim sensin.

Canımı müslüman olduğum halde al, nefsimi ıslah eyle. Dert

ve şikayetlerin son durağı sensin. Isteklerin gayesi de sensin. Sen şu

isteklinin gözyaşına merhamet et.

Rabbim, sen yegâne sahip iken ben kime sığınayım? Sen yegâne

iyilik edici iken, ben kimden yardım bekleyeyim?

Allahım, razı olduğun şeyleri yapmayı bize nasip et. Sana olan

ibadetimiz ile bizleri diri eyle.

Rabbim, duamı reddetme. Beni kendi güç ve kuvvetime terk

etme. Acizliğime merhamet et. Fakirlik ve perişanlığıma acı. Bize

layık olduğumuz şekilde muamele etme.

 

Yüzümüzü senden başkasına secde etmekten koruduğun gibi,

ellerimizi de senden başkasına açmaktan koru.

Allah`ım, Salat ve Selamın, Efendimiz Hz. Muhammed`e (SAV)

ve onun Âl ve Ashabına olsun. Öyle bir salat ki, bizi her türlü korku,

bela ve benzeri şeylerden kurtarsın. Bizi bütün ayıp ve kusurlardan,

günah ve isyanlardan temizlesin ve bütün günahlarımızın affedilmesine

sebep olsun. Âmin.

* * *

Allah`ım, azabından rızana, affına, senden yine sana sığınıyorum.

Sen kendini yücelttiğin gibi ben seni yüceltemem.

Allah’ım, doğu ile batıyı birbirinden uzak tuttuğun gibi, beni de

günahlardan uzak tut.

Allah’ım, sonunda küfür olmayan bir iman ve yakın, dünya ve

ahirette şerefini kazandıracak bir rahmet ihsan et.

Allah`ım, bize bizimle günahlarımız arasında engel meydana

getiren bir korku, cennete ulaştıracak bir itaat, dünya musibetlerini

kolaylaştıracak bir inanç ver.

Allah’ım, hayatımı her türlü hayrın artmasına, ölümümü her türlü

kötülükten kurtuluşa vesile kıl.

Allah`ım, korkmayan kalpten, kabul edilmeyen duadan, doymayan

nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.

Allah`ım, bizleri hidayette olan ve hidayete ulaştıranlardan eyle.

Erzeli ömürden, cimrilikten, fakirlikten sana sığınırım.

Sana ibadet etmede, sana şükür etmede, seni zikir etmede

bizlere yardımcı ol.

 

Allah`ım, sen affedicisin, affetmeyi seversin, bizleri de affet.

Âmin.

* * *

Ey evvellerin evveli, Ey ahirlerin ahiri, Ey sağlam kuvvet ve

güç sahibi, Ey yardım talep edenlerin Rahmani, Ey merhametlilerin

Merhametlisi, Ey semaların ve göklerin benzersiz mucidi, Ey Celal

ve Ikram Sahibi; beni ateşten koru.

Ey Aziz, Ey Kerim, Rahman ve Rahim olan Allah`ım, beni

şiddetli azaptan kurtar. Âmin.

Allahümme Salli alâ Seyyidina Muhammedin ve Alâ Ali

Seyyidina Muhammed ve Sellim.

Dualarımızın kabulü için fatiha.

 

Âmin.

devamı...

HADİSİ ŞERİFLER

İslamiyet`te dinin dayandığı hükümlerin kaynağını oluşturan ve "Edille-ierbaa (Dört delil)" tamlamasıyla ifadelendirilen: Kitap, Sünnet, Icmâ veKıyas`tır. Fıkıh biliminin (Islam hukukunun) temeli bunlara dayalıdır.

Kitap : Kur`anı Kerim`dir. Sünnet : Başta Hz. Muhammed(S.A.V.)`nin "Hadîsleri (söz ve davranışları)" olmak üzere bütün tutumve eylemlerini içine alır. Icma-i ümmet: Fakihlerin (Islamhukukçularının) din buyruklarıyla ilgili bir sorunun çözümündebirleşmeleri anlamını taşır. Kıyas da: Yetkili ve yetenekli bilginlerin(benzetme ve karşılaştırma yoluyla) Kitap ve Sünnet`ten hükümlerçıkarmalarından ibarettir. Dinin son ilkelerini, hiç şüphesiz,Allah`ın sevgilikulu ve son elçisi Hz. Muhammed (S.A.V.)`e indirdiği Kur`an ile –sıhhatleritereddüt götürmeyen– Hadîsler teşkil etmekte ve açıklamaktadır.Diğerleri bu asli delillere ancak yardımcı durumundadır. Bubakımdan her müslüman için bu ilkeleri, onların kapsamındaki buyruk veyasakları öğrenmek ve onlara uymak, din görevidir.

Hadisi şeriflerin büyük bir bölümü, bir bakıma, Allah`ın Kitabındaki hükümlerin açıklanışı niteliğindedir. Kavranmasında, ilkbakışta güçlük çekilen, yorumlamaları farklıca yapılabilen, inişsebepleri ve uygulama sınırları ile amaçları etrafında görüş ayrılıklarıdoğması mümkün olan "ayetler, sureler" hakkında, ancak sahih hadislerin ışığında gerçeğe ve doğru anlama varılabilir. Bu görüş vedüşünce ile hareket edilince, hadislerin, Islam dinindeki önemi ve değerikolayca anlaşılır. Hz. Muhammed (S.A.V.)`in hayatı, sözleri, eylemlerindebütün çağların insanları için uyulması çok hayırlı örnekler  mevcut olduğundan,bunları öğrenme, bunlardan yararlanma, bunları sadakatle izlemenin;erdemli, huzurlu ve mutlu bir yaşama kavuşturacağı inancı da, bukonuda birçok imrenilmeye değer eserin doğmasına, bereketli meyvelerinbilim ağaçlarında olgunlaşmasına yol açmıştır.

Hadisler, önceleri rivayet edenlerin adlarına göre tasnif edil- mişsede, sonradan konular esas alınmak suretiyle sıralamalar yapıl- mıştır.Öncekiler için "Müsned", sonrakiler için de "Cami" adları uygungörülmüştür. Müsned`ler arasındaAhmet Bin Hanbel`in bu isim- deki hadiskülliyatı başta gelir. Cami`lere gelince, bunların "Kütüb-ü Sitte = AltıKitap" adı altında toplanan ve şu zatlar tarafından hazırlanankoleksiyonları, Islam dünyasının en meşhur ve makbul ana hadis kitaplarısayılmıştır:

Muhammed bin Ismail El-Buharî, Müslim bin Haccac En- Nisâburî,Ebû Davud, Es-Sicistanî, Ibn Mace El Kazvinî, Ebû Isa Muhammed Et-Tirmizî, Ebû Abdurrahman Ahmet En-Nesai.

Bu büyük eserlere her seviyedeki insanın her arzuladığızamanda başvurabilmesi, onlarda aradığını kolayca bulması müşkülolduğundan, daha sonraları yetişen Islam bilginleri (çoğunlukla sözünüettiğimiz hadis koleksiyonlarından yararlanarak) daha az hacimli, günlükhayatta daha kolay ve daha çabuk istifade edilebilecek hadis seçmelerivücuda getirmişlerdir. Bu türden olmak üzere Bağavî`nin Mesâbihü`sSünne, Hatib Et-Tebrizî`nin Mişkâtü`l Mesâbih ve CelâleddinSuyûti`nin Câmiu`s Sağîr gibi tanınmış eserleri hatırlanabilir.

Işte bazı hadis âlimleri ile bazı edip ve şairler de daha dar çerçevede olmak üzere, seçme küçük hadis risaleleri tertip etmeyiarzulamış ve bunu gerçekleştirmiştir. "Kırk Hadis"ler, müslümanların ortakkültür mirası çerçevesinde mütalaa edilirler. Din ve ahlak kurallarıbakımından da öğretici ve yetiştirici güçleri, apaçıktır. Dini edebiyatın bubereketli kategorisi, Türkçede 80`den fazla esere vücut vermiştir ve doğuşu,gelişmesi ve olgunlaşmasını, en çok Hz. Peygamber`in: "Her kim, benimhadislerimden 40 tanesini belleyip başkasına da öğretirse,Allahu Teâlâ onu,Kıyamet gününde bilginler ve fakîhler arasında diriltsin" anlamındaki müjdehaberine borçludur.

devamı...

VEDA HUTBESI

(Bismillâhirrâhmânirrahîm.)

"Ey Insanlar,

"Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra

sizinle burada bir daha buluşamayacağım.

"Ey Insanlar,

"Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl

mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir

ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü

tecavüzden korunmuştur.

"Ey Ashabım,

"Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan

dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski

sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu

vasiyetimi, burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki,

burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış

olur.

Faiz

"Ey Ashabım,

"Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin.

Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. Ilk

kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib`in oğlu (amcam) Abbas`ın faizidir.

Lâkin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.

 

"Ey Ashabım,

"Dikkat ediniz, Cahiliye`den kalma bütün âdetler kaldırılmıştır,

ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da

tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmuttalib`in

torunu Iyas bin Rabia`nın kan davasıdır.

"Ey Insanlar,

"Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan

tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek

işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi

korumak için bunlardan da sakınınız.

Kadın Hakları

"Ey Insanlar,

"Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah`tan

korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah`ın emaneti olarak aldınız

ve onların namusunu kendinize Allah`ın emri ile helal kıldınız. Sizin

kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır.

Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye

çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize

almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize

alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha

olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da

sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve

giyeceklerini temin etmenizdir.

 

Iki Emanet

"Ey Mü`minler,

"Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu

hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah`ın Kitabı Kur`anı Kerim ve

Peygamberinin sünnetidir.

Kardeşlik

"Ey Müminler,

"Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman, müslümanın

kardeşidir ve böylece bütün müslümanlar, kardeştirler. Bir Müslümana

kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu

ile vermişse, o başkadır.

"Ey Insanlar,

"Cenabı Hak, her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın

mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur.

Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için

mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz,

yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle, Allah`ın

meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Cenabı Hak, bu

gibi insanların ne tövbelerini, ne de adalet ve şehadetlerini kabul eder.

Bütün Insanlar Eşittir

"Ey Insanlar,

"Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem`in çocuklarısınız,

Âdem ise topraktandır. Arab`ın Arap olmayana, Arap olmayanın

da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah

149

üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük

ancak takvada, Allah`tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli

olanınız, O`ndan en çok korkanınızdır.

"Âzâsı kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse,

sizi Allah`ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.

Adaletin Temeli

"Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun

suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.

"Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:

1. Allah`a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. 2. Allah`ın haram

ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz. 3. Zina

etmeyeceksiniz. 4. Hırsızlık yapmayacaksınız.

"Insanlar "Lâilâhe illallah Muhammeden Resulullah" deyinceye

kadar, onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri

zaman, kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise

Allah`a aittir.

"Ey Insanlar,

"Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"

(Sahabe-i Kiram hep birden şöyle dediler:

"Allah`ın elçiliğini ifâ ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz,

bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye şehadet ederiz."

Bunun üzerine Resûlü Ekrem Efendimiz şehadet parmağını

kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:)

 

"Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab!"

devamı...

TEVEKKÜL NEDİR?

Allah`a dayandım, diyesen çıkma yataktanTevekkül`ün mânâsı bumu, hey gidi nâdanEcdadını zannetmeasırlarca uyurdu

Nereden bulacaktın ozaman eldeki yurdu?Üç kıtada yer yerkanayan izleri şahit,Dinlenmedi bir gün obüyük nesli mücahitÂlemde tevekkül,demek olsaydı atâletDiyanet mirasiyleyaşar mıydı bu millet?Çoktan kürenin Tevhidmeşalesi sönerdi,Kur`an duramaz, nezdiilâhiye dönerdi.

*   *   *

 Çalış, dedikçe şeriat,çalışmadın durdun  

Onun hesabına birçokhurâfe uydurdun.Sonunda bir de"Tevekkül" sokuşturuparaya, Zavallı diniçevirdin onunlamaskaraya!

Bırak çalışmayı, emretoturduğun yerden,

Yorulma, öyle ya, Mevlâhas hizmetkârın iken! Yazıpsabahleyin evden çıkarkenişlerini

Birer birer oku, tekmil edince defterini.

"Bütün bu işleri Rabbimgörür, vazifesidir," Yükünhafifledi, sen şimdi doğrukahveye gir. Çoluk çocuksürünürmüş, sonunda açkalarak Hüdâ emrineâmâde değil mi, keyfinebak. O`nun nimet hazinesikendi veznendir

Havâle et, ne kadarmasrafın olursa verir. Silâhı kullananAllah,hududu bekleyen O,Levâzımın bitiyormuşdeğil mi, ekleyen O.Çekip kumandasıaltında ordu ordu melek,Senin hesabına küffârıyerle bir edecek.

Başın sıkıldı mı, kâfîsenin o nazlı sesin

Yetiş, de, kendisi gelsin,ya Hızır`ı göndersin.Evinde hastalananvarsa, borcudur,bakacak Şifa hazinesiderhal oluk oluk akacak.

Demek ki her şeyin Allah,yanaşman, ırgadın O;

Çoluk çocuk ona ait, lalan,bacın, dadın O. Vekilharcın o,kâhyan, vezne müdürün O;

Alış seninse de, mesul olan verişten o.

 

Denizde cenk olacakmış;gemin o, kaptanın O, Yaordu lâzım imiş; askerin,kumandanın O. Köyünyasakçısı, şehrinde baştahsildarı O,

Aile doktoru, eczacı, hepsihâsılı O.

Ya sen nesin? Mütevekkil!Yutulmaz artık bu. Birazda saygı gerekir, ne saygısızlık bu?

Hüdâ`yı kendine kul yaptı,kendi oldu HüdaUtanmadan "Tevekkül"diyor bu cürete, ha? Seninbu kopkoyu şirkin sığarmı îmâna? Tevekkül öyletahakküm mü demekYezdân`a? Kiminhesabına inmiş,düşünmüyor, Kur`an;Cenabı Hak çıkacak,sorsalar, muhatap olan.Bütün emirlere îlânı harbeden şu sefih,MükellefiyetiAllah`aeyliyor tevcih.

Sarılmadan en ufak birişinde esbabaMuvaffakiyete imkânbulur musun acaba?Ahmaklığın aşıyor ölçüsınırını, yeter,

Ekilmeden biçilen tarlanerde var, göster!..

Mehmet Âkif ERSOY

devamı...

PEYGAMBERLER TARIHINE GİRİŞ

Önsöz

Büyük dinlere mensup olan insanlar, Allah`ın birliğine, O`nun resûlüne ve kutlu olan kitaplarına bütün kalpleriyle inanmışlardır. Ilk

insan cemiyetinden imparatorluklara, bugünkü demokratik devletlere kadar her toplumda, dinin varlığı görülmektedir. Dinler, cemiyetlerin

bünyesinde muazzam bir kurum olarak yaşamaktadır.

Dinsiz bir cemiyet yoktur. Dinin esaslarından, kaidelerinden ve şartlarından faydalanmasını bilen cemiyetler mutluluğa kavuşmuşlardır.

Dinin esaslarından ayrılarak onu bir menfaat kurumu haline getiren gerici toplumlar ise, karanlık bir dünya içerisinde bedbaht

olarak yaşamışlardır.

Dinler bir tefekkür manzumesi olmakla beraber, bir ahlak felsefesi ve sosyal nizam getirmiş, dini heyecan bakımından da güzel

sanatlar üzerine büyük etkileri olmuştur. Allah`ın varlığı düşüncesinden teoloji, ilmi kelam, tasavvuf doğmuştur. Manevi alanda ise din,

metafizik tefekkürü meydana getirmiştir. Sosyal alanda insanlara eşit haklar sağlamak bakımından kanlı mücadelelere girmiştir. Güzel

sanatlarda dini müzik, dini edebiyat, dini resim, heykel ve nihayet mimaride muazzam mabetler inşa edilerek, şaheserler kurulmuştur.

Dinler, bir de mitoloji meydana getirmiştir. Peygamberlere ait menkıbeleri bilmeyen kimse yoktur. Insanlığın doğuşundan bu yana

din müessesesinin cemiyetler üzerinde oynadığı rolü tarih ilminin metodları ile incelemeyi arzu ettim.

 

Bu eseri yazmaya başladığım zaman, peygamberlerin efsaneleşmiş mefkurelerini, maceralarını, cennet ve cehennem

hikâyelerini inceleyeceğimi zannetmiştim. Gerçi onların hayatlarında romantik sahneler, aşklar, kanlı mücadeleler, mistik olaylar pek

çoktur. Eseri yazmaya başladıkça görüşüm değişti. Üç olay nazarı dikkatimi çekti.

Birincisi; insanlık en büyük mücadelesini "Ahlak" için yapmıştır.

Peygamberlerin en çetin mücadeleleri ahlak savaşı olmuştur.

Ikinci nokta, "Hak" mefhumu oldu. Insanlar, tarihin her çağında kralların, derebeylerin, sergerdelerin, rahiplerin ve zenginlerin

haksızlıklarına uğramışlar, her türlü haksızlıklara maruz kalan bu insanların önüne peygamberler düşmüştür. Onlar, en kuvvetli duygu

olan dinden faydalanarak ortaya atılmışlar, binlerce insanı başlarına toplamaya muvaffak olmuşlardır. Yeni dinler doğmuş, yeni mukaddes

kitaplar gelmiş, bu dinlerin yeni nizamları, "Şeriat" şeklinde birer dinî kanun hükmüne geçmiştir. Bu suretle "Ilâhi Hukuk" müessesesi

doğmuştur. Bu hakları elde etmek için mücadeleler olmuş, kanlar dökülmüştür.

Ilgimi çeken üçüncü nokta ise, insanlığın önderliğini yapan liderlerin pek çoğunun Türk olmasıdır. Bir Ingiliz tarihçisinin, "Dünya

peygamberlerinin ve evliyalarının hep Türklerden çıktığını müşahede ettim" demesine inanmamıştım. Fakat bu eseri yazarken bu mesele,

benim de nazarı dikkatimi çekti. Büyük din adamlarından Buda bir doğu Türk`ü, Çin`deki Konfiçyüs, Türklerin çoğunlukta olduğu

Kansu`lu idi. Mukaddes kitaplara geçen Beni Israil peygamberlerinin çoğu da Türk`tür. Bu peygamberlerden Hz. Nuh ve oğulları, Sümer

efsanelerinde yer almışlardır. Hz. Ibrahim, ki peygamberlerin atasıdır, Hz. Davut ve Süleyman`a kadar gelen peygamberler hep O`nun

neslindendir. Hz. Ibrahim, Sümerli bir Türk`tür. Mazlum insanlara rehberlik eden, onlara peygamberlik ve hem de devlet başkanlığı

yapan Hazreti Ibrahim`in babası Türk, annesi Arap`tır.

Gene de Peygamberler Tarihi, millî bir tarih değildir. Insanlığın müşterek din duygularından; Cenabı Hak`kın insanlara göndermiş

olduğu peygamberlere inanmakla, onların öğütlerinden ve mukaddes kitaplarından faydalanmak için bilgi edinilen bir kısas-ı enbiyadır.

Türkler içinde peygamberler hakkında en değerli eser veren, Ahmet Cevdet Paşa olmuştur. Eserinin adı, Kısas-ı Enbiya`dır.

Fakat bu eserde Hz. Adem`den, Hz. Isa`ya kadar gelen peygamberlerin hayatları pek kısa yazılmıştır. Bazı peygamberlere üç satır,

bazılarına birkaç sayfa ayrılmıştır. Kısas-ı Enbiya`da en fazla önem verilmiş kısım Hz. Muhammed`in hayatıdır. Bu suretle bu eser bir

siyeri nebevi olmaktan ileri gitmemiştir. Bu peygamberler hakkında en fazla bilgi veren tarihçi Raşid`in yazmış olduğu Tarihi Enbiya adlı

eserdir. Bir de Ahmet Bican Efendi`nin Envarül Aşıkîn adlı eseriyle, Taberi Tarihiolmuştur.

Peygamberler hakkında en zengin bilgi, Tevrat`tadır. Tevrat, peygamberlerin hayatlarını bildiren mukaddes bir kitaptır. Kur`anı

Kerim`de de peygamberlere ait bilgi verilmiştir. Daha birçok eserlerde dağınık olarak malumat bulunmaktadır. Ben bunları bir araya

toplayarak, bu eseri meydana getirdim.

Mukaddes kitapların dışında, onların bahsetmediği büyük din adamları da gelmiş ve dinler kurmuşlardır. Bunlardan Mısır`da bir

din tefekkürü kuran Hermes (Toth), Çin`de milyonlarca insana dinini kabul ettirmiş olan Konfiçyüs, Hindistan`da en büyük din adamı olan

ve Budizm`i kuran Buda, Iran`da Mazdeizm`i tesis etmiş olan Zerdüşt, dikkate şayandır. Ben bu din büyüklerinin fikirlerini ve Cenabı Hak

hakkında düşüncelerini yazmayı faydalı buldum. Gerçi bunlar peygamber değillerdir, fakat milyonlarca insanı dinlerine sokmaya

muvaffak olmuş büyük şahsiyetlerdir.

Mukaddes kitaplarda adı geçen bütün peygamberlerin hayatlarını, fikirlerini, geçirmiş oldukları maceralarını öğrenmeyi,

insanlık bir borç bilmiş ve onların hayatlarını hafızalarına yerleştirmişlerdir. Bugüne kadar peygamberlerin hayatlarını din adamları yazmış, onları efsaneleştirmişlerdir. Gerçekten, onların hayatları birer mitoloji olarak yaşatılmıştır. Hocalar camilerde vaazlarında bu peygamberlerden misaller verdikleri gibi, papazlar da kiliselerde onlara ait maceraları anlatmışlardır. Ressamlar, bu peygamberlerin hayatlarını tablolar halinde canlandırmışlar, romancılar

onlar hakkında edebi eserler meydana getirmişlerdir. Yirmisekiz peygamberin hayatları, insanlığın ortak malı

olmuştur. Hz. Ibrahim`i, Hz. Yusuf`u, Nuh`un gemisini, Hz. Lut`u, Hz. Ismail`i bilmeyen ne müslüman, ne de hıristiyan vardır.

Peygamberler Tarihi, aynı zamanda dinî ve sosyal mücadelelerin tarihidir. Insanlar devir devir ahlaksızlığa düşmüş, birbirlerini

öldürmüş, birbirlerini soymuş, taşlara ve hayvanlara tapmışlardır. Cemiyetlerin nizamı bozulmuş, insanlar kötü yollara sapmışlar,

bedbaht olmuşlardır. Işte bu insanlığa Allah adına doğru yolu gösteren, peygamberler olmuştur. Büyük insanların çekmedikleri cefa kalmamış,

fakat onlar Allah`tan aldıkları ilhamla mücadelelerine devam etmişlerdir. Nihayet Hz. Musa`dan sonra Hz. Isa ve en sonra da Hz.

Muhammed, insanlığı bir hukuk nizamı içinde, Allah`ın büyüklüğüne bağlamaya muvaffak olmuştur.

Ben bu eserimde peygamberlere inanmış insanlara saygı göstererek, esası bozmadım. Ancak bir tarihçi olduğum için, tarih

ilmi bakımından bir yön vermeyi arzu ederek, doğruyu bulmaya çalıştım.

 

Ben bir dinî eser değil, bir tarihi eser yazdım. Doğru yol da budur. Çünkü tarih o derece geniş bir ilimdir ki, bütün kâinatın oluşunu

da bildirir. Insanlık tarihi ise onun bir safhasıdır. Velhasıl tarih, kainatın aynasıdır, yani insanlığın bir aynasıdır. Insanoğlu nefsini o aynada

tanır, iyi ve kötü hallerini onun içinde müşahede eder. Bu yüzden tarih, bir okyanustur; kâinat ve insan, onun içinde yaşar.

Her milletin, her ilmin, her sanatın bir tarihi olduğu gibi, dinlerin ve peygamberlerin de bir tarihi vardır. Işte ben bu eserde peygamberlerin

tarihini yazdım. Okuyup da kalbinizde bana bir sevgi duyarsanız, benim bahtiyarlığım bu olacaktır.

 

Din

Cenabı Hak, mevcudatı yaratırken insanoğluna üç cevher bahşetmiştir. Bunlar, Zekâ, Vicdan ve Güzellik duygusudur. Bu üç

cevher ne hayvanlarda, ne cansızlarda, ne de bitkilerde mevcuttur. Cenabı Hak bu ana cevherleri bu mahluklardan esirgemiş, insanoğluna

armağan etmiştir. Bu sebeple insanlara "Eşref-i Mahlukât", yani "Mahlukların şereflisi" denilmiştir. Insanlardaki bu feyzlerin kaynağı,

insanları yaratıcı ve yapıcı kılmıştır. Canlı mahluklardan hayvanlarda ne zekâ, ne vicdan, ne güzellik duygusu vardır.

Bütün bunlardan mahrumdurlar. Yalnız insiyakî (yani içgüdüsel) olarak varlıklarını korumaktadırlar. Canlarını korumak, nesillerini üretmek için çaba göstermektedirler.

Kışın soğuklarından, yazın sıcaklarından korunmak için kendilerine ne bir mesken, ne gecenin karanlığından kurtulmak için bir ışık yapabilirler; ne ısınma

vasıtalarına, ne de hemcinslerine karşı bir vicdana maliktirler. Gücü, gücü yetene hakimdir. Merhamet, ahlak, yardım gibi hasletlere sahip

değillerdir. Gene bunlar, tabiatın çeşitli güzelliklerinden nasip almazlar.

 

Hayvanlar renkleri de göremezler, hissederler. Güneşin doğuşunda ve batışındaki renkleri fark edemezler. Ve ona hayranlık duygusuna

malik değillerdir. Güzel eserlerden de zevk alamazlar. Bütün bu cevherler, yalnız insanlara verilmiştir.

Insandaki feyzlerin en önemlisi, Zekâ`dır, yani aklın hakimiyetidir. Akıl, düşünceyi doğurmuştur. Insanoğlu, yaratıldığı günden

itibaren tabiatı hayranlıkla temaşa etmiştir. Sabahları güneşin doğuşunu ve yükselişini, geceleri ayı ve yıldızları inceden inceye gözlemiştir.

Nur ve ışık güneşten geliyor. Karanlığı o yırtıyor ve her şey meydana çıkıyor, gecenin serinliği yerine sıcaklığı getiriyor. Insanı

okşuyor, harekete geçiriyor. Başları göklere yükselen mor dağlara, engin mavi denizlere bakıyor, ürperiyor. Derken rüzgâr esiyor, gökte

küme küme bulutlar hasıl oluyor, yağmur yığıyor. Bir zaman geliyor ki kar yağıyor, her taraf uykuya dalıyor. Sonra güneş sıcaklığını

arttırıyor, her taraf yeşilliğe bürünüyor. Renk renk çiçekler açıyor, kuşlar ötüyor, ufak ve çeşitli hayvanlar dolaşıyor. Her taraf

insanoğlunu doyuracak gıdalarla doluyor.

 

 

Bunları hangi kuvvet yaratıyor? Kim idare ediyor? Insan, kainatın ulu bir varlığa dayandığını düşünüyor. Bu muazzam varlıktan

korkuyor, ürperiyor, sonra ona saygı gösteriyor. Verdiği nimetlerden dolayı da, ona minnettar ve müteşekkir oluyor. Işte, kainatta olan

biten olayları kendi zekâsıyla halle çalışırken, onda "Allah" fikri doğuyor. Ruhunda ona en büyük sevgi ve saygıyı taşıyor. Bu Allah

fikrinden "Din" denilen kurum doğmuştur. Bu duygu, ilk insanla başlamıştır. Cenabı Hak en ilkel insana bile zekâyı vermiştir.

Ilk insan çırılçıplaktı. Vücudu kıllarla kaplıydı, fakat insandı. Onda, ilk yaratılışında zekâ, vicdan ve güzellik duygusu da beraber

doğmuş bulunuyordu. Fakat cemiyet denilen topluluğa henüz nail olamamıştı. Kuş yumurtalarını, meyveleri, tırtılları yiyor, balık ve

hayvan avlıyordu. Vahşi bir halde yaşayan insan, binlerce yılda gelişti. Ilk insan cemiyeti doğunca, Klan`ı meydana getirmiştir. Cemiyet

olunca altı sosyal kurum doğmuştur. Bunlar, dil, ahlak, hukuk, iktisat, din ve güzel sanatlardır. Cemiyetin üzerinde en büyük tesir icra edeni ise, din olmuştur.

Insanlarda Allah fikri yavaş yavaş doğmuştur. Korku içinde yaşayan ilk insanlar, galeyanlı anlarında karşılarına çıkan bir hayvanı

tanrı olarak tanımışlardır. Hayvanlara tapma doğmuştur. Bu ilk din devresine "Totemizm" denilmektedir. Totem, ya bir hayvan veya bir

ağaçtır. Bu devreden sonra insanlar, "Animizm" şekline geçmişlerdir. Bu, ataların ruhuna ibadet edilen din devresidir. Bu devirler

kapandıktan sonra "Yer Natürizmi" denilen din şekli doğmuştur. Bu devrin ilâhları da yer, su idi. Kutsal tanınan mukaddes makamlar,

dağlar, pınarlar ve nehirlerdi. Bundan sonra "Gök Natürizmi" doğmuştur. Bunda Güneş, ay, yıldızlar ilâh edinilmiştir. Oğuzların dini

olan şamanizm Orta Asya`da doğmuş, Ön Asya`ya yayılmıştır. Insanlık tarihinde şamanizm büyük rol oynamış, tefekkür tarihinde önemli bir

mevki kazanmıştır.

 

 

Bu ilk dinlerden sonra "Tek Tanrı" devri açılmıştır. Buna "Monoteizm" denilmektedir. Buna mukabil Yunanlılar ve Romalılarda

ise "Politeizm" dini yaşatılmıştır. Bu, çok tanrılı bir din devresi idi. Buna "Paganizm" din devri de denilmektedir. Fakat en son olarak,

tek tanrıya inanan dinler meydana gelmiştir. "Vahdaniyet-i Ilâhiye" en son inanıştır. Bu tek tanrıya inanmak fikri, Sümer ülkesinde yaşamış

olan Hz. Ibrahim ile başlamıştır. Insanoğlundaki zekâ vasıtasıyla Allah fikri ve bundan da, din doğmuştur.

Dini birçok filozoflar mensup oldukları asırlara göre tarif etmişler, fakat ilmi surette dinin tarifini şu şekilde yapmışlardır:

"Din, bir insanın kendi üstünde ve kendinin muhtaç olduğu bir kudreti anlayıp itikad etmesidir." Diğer bir tarif de şudur: "Insanın bilinmesi

mümkün olmayan mutlak zatı bilmek arzu ve aşkı, dindir." Din, itaat ve kayıtlanma manasına, bazen de ceza manasına gelmektedir. Nasıl

ceza edersen öyle cezalanırsın demektir. Kıyamet gününde görülen hesap manasına da gelmektedir.

Dinin doğuşunda, insanların kendilerine sordukları şu sorular

etken olmuştur: "Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?

Etrafımı sarmış olan bu eşya nedir? Nereden meydana gelmiştir?"

Insan bu düşüncelerine cevap bulamayınca bütün bunların üstünde

bir kudreti idrak etmiş, bu suretle Hak`kı bulmuştur. O zaman da din

doğmuştur. Insanoğlu dinî duygulara daima sahip olmuştur. Ceset

için hava ne ise, ruh için de din odur. Çünkü insan mabudu hissedip

anlamıştır. Bunu vicdani bir zevk halinde yaşamıştır.

Din kurumu, ilk insanla başlamıştır. Bu bakımdan din ile insan,

ortak bir isim olarak yaşamıştır. Din, insanlığın yaratılışında mevcut

bir duygudur. Zamanla tekâmül ederek, büyük bir müessese ve fikir

manzumesi haline gelmiştir. Dinin esaslarına inanmak ve ona göre

amel etmek, bir kanun olmuştur. Din, insanlara mutluluk yollarını

göstermiştir.

Din, Allah`a ne suretle ibadet edileceğini bildirmektedir. Bu

ibadetin gayesi ahlaktır. Iyilik ve kötülüğü ayırt etmektir. Faziletli

olmak yoludur. Din, cemiyetlerin toplumsal bünyesinde en kuvvetli

bir kurum olarak yaşamıştır.

Toplumsal hayat birtakım kıymetlerle beslenmiştir. Ahlak Iyiliği,

Sanat Güzelliği, Ilim Doğruyu, Iktisat Faydayı, Din ise Mukaddesi

göstermektedir.

Her dinin taptığı bir Allah, peygamber ve mukaddes kitap

vardır. Ayrıca bir Mabed`i, bir Rahibi, aynı zamanda ibadete ait

 

ayinleri mevcuttur. Bütün bunlar, kudsidir. Cemiyetin içinde itibarlı

mevkileri vardır. Bunları reddetmek küfürdür. Bu gibileri cemiyet

dışı ederler.

Dinin, toplumsal müeyyidesi vardır. Din fertlere, şahsiyet verdiği

gibi, cemiyetlere de şahsiyet vermektedir. Ferdi şahsiyet kazananlar,

ahlakça da üstün olurlar. Şahsiyet ise, peygamberlerin vücuda

getirdikleri teşkilattır ki, buna Ümmet adı verilmektedir. Hazreti Isa

bir Hıristiyan ümmeti meydana getirdiği gibi, Hazreti Muhammed de

bir Islam ümmeti meydana getirmiştir. Ümmet, millî cemiyetlerden

daha geniş, dini bir topluluktur. Ümmet, bir peygambere ve kitaba

inananların toplumudur.

Ümmet teşkilatı, her dinde başka bir şekilde teşekkül

etmektedir. Hıristiyan katoliklerde hıristiyan ümmeti, bir hükümet

şeklinde meydana gelmiştir. Bu hükümetin imparatoru papa, vezirleri

kardinaller, valileri ise piskoposlardır.

Müslümanlarda ise ümmet bir hükümet şeklinde değil, dinî bir

üniversite şeklinde örgütlenmiştir. Bundan dolayı hıristiyanlıkta dini

teşkilata "kilise" adı verildiği halde, müslümanlıkta "medrese" denilmiştir.

Medrese, eski üniversitelerdir. Ruhani reisleri yoktur. Yalnız

ders veren müderrisler, yani profesörler vardır.

Islamiyet, bir medreseler federasyonudur. Bütün Islam âlemi,

bir üniversitedir. Bu üniversitenin, her şehir ve kasabada şubeleri

bulunmaktadır. Her kasabadaki müftüler, oradaki şubenin başmüderrisi

(dekanı) sayılır. Şeyhülislam ise bütün üniversitelerin rektörü mahiyetindedir.

Bundan anlaşıldığına göre, Islamiyette din idari bir velayete

değil, ilmi bir velayete dayanmaktadır.

Islam âleminde müderrisler medreselerde tarih, tıp, felsefe,

teoloji, mantık, geometri gibi dersler vererek, müslümanlığı kültürce

 

yükseltmişlerdir. Aynı zamanda din ilimleri olan Kur`anı Kerim, fıkıh,

kelam, tefsir, hadis de okutmuşlardır. Hakimler, kadılar burada

yetişmişlerdir. Işte Islamiyet, ilme bu derece önem vermiştir. Islam

medeniyeti bu suretle doğmuştur.

Dinler aynı zamanda güzel sanatların gelişmesini, tekamülünü

sağlamışlardır. Bilhassa dini mimari, en muhteşem eserleri vermiştir.

Muazzam cami ve kiliseler, hep dini hislerden doğmuş eserlerdir.

Islam dini camiler, medreseler, kervansaraylar, kütüphaneler, türbeler,

sebiller, çeşmeler kurmuştur. Bunların hepsi güzel sanatlar bakımından

cihanda eşsizdirler. Hele müslüman Türklerin mimari eserleri, cihanın

şaheserleridir.

Dinler, ilâhiler meydana getirerek, müzik alanında da faydalar

sağlamışlardır. Eserler meydana getirmek suretiyle, ilme hizmet

etmişlerdir.

Işte bütün bu sebeplerden dolayı din, muazzam bir kurumdur.

Medeniyetler yaratmıştır. Ilim adamlarının, dini yalnız iman bakımından

incelemekle yetinmeyip, onu aynı zamanda sosyal bir kurum

olarak ele almaları gerekir. O zaman, dinin lâzım olduğu ve faydasının

da büyük olduğu anlaşılır.

Din ve Felsefe

Cenabı Hak`kın varlığına iman etmek, birtakım felsefi görüşler

meydana getirmiştir. Bu felsefi meslekler Ilâhiyat`ı (Teoloji`yi)

doğurmuştur. Teolojik mezhepleri özet olarak gözden geçirelim:

1- Akliyyun (Akılcılık, Rasyonalizm): Bunlar, aklın almadığı

bir tefekkürü kabul etmeyenlerdir. Akla ve âdetlere aykırı olan imanı

reddetmektedirler. Bu sebeple bunlara Akliyyun denilmiştir.

Akliyyun`un çoğu, Protestan mezhebinden olan din alimleridir.

 

Akılcılar, Iranlıların Zend Avesta`sını, Hintliler`in Budizm`ini,

ayrıca Musevilerin Tevrat`ını ve Hıristiyanların Incil`ini, nihayet Kur`anı

Kerim`i incelemişlerdir. Bu dinlerin tetkikinden sonra bir dini görüş

meydana getirmişlerdir. Aklın almadığı ve fennin kabul etmediği şeyleri,

mucizeleri, miracı, vahyi kabul etmemişlerdir. Fakat dinin ahlaki ve

felsefi görüşlerini doğru bulmaktadırlar.

Bu meslek sahipleri, dinde reform yapılmasını isterler. Bunlar,

inanılması mümkün olan dini inanç ve ibadetlerin, asrın icaplarına

göre tatbik edilmesini isteyenlerdir. Dinde reform yapılmasını zaruri

görenlerdir. Dinin milli bir şekilde yaşatılmasını arzu edenlerdir. Ayin

ve ibadetlerin ana dilde yapılmasını isterler. Hurafeleri reddederler.

Bunlar Allah`a, Peygambere, mukaddes kitaplara inanırlar. Bu

mukaddes kitaplara girip de aklın almadığı şeyleri reddederler. Bu

sebeple bunlara Akliyyun denilmektedir.

2- Hissiyun (Duyguculuk, Sensualizm): Insanoğlunda

Cenabı Hak`kın manevi varlığını idrak edecek hassası bulunmadığını

söylemektedirler. Cenabı Hak`kın varlığı, ancak tecrübe sonunda

hissedilebilir demektedirler. Idrakler tabii olayların dimağa tesirinden

ibarettir. Bu da yalnız tecrübe ile elde edilebilir. Şayet Cenabı Hak`kın

tezahürlerini tecrübe ile hissedebilirsek, iman etmek lâzımdır demektedirler.

Bu mezhep de reddedici ve maddecidir.

3- Reybiyyun (Eleştiricilik, Kritisizm): Bu görüşü ortaya

koyan filozof, Kant`tır. Bunlar, dini itikatı tenkit edenlerdir. Bu sebeple

bunlara reybiyyun veya tenkitçiler denilmiştir. Bütün dini fikirleri toptan

reddeden şüphecilerle (skeptikler) karıştırılmamaları gerekir. Bunlara

göre insanda birtakım dini fikirler vardır. Bu fikirler insanın aklında

mevcuttur. Fakat aslında var mıdır? "Insanlar bütün hakikatleri idrak

edemezler. Bu sebeple manevi düşüncelerde hakikati değil, idrakin

 

hükmünü anlayabiliriz" düşüncesini ileri sürmektedirler. Bunlar dini

inanışları sarsmışlar, fakat aynı zamanda tazelemişlerdir.

4- Maddîyyun (Maddecilik, Materyalizm): Bu mezhebi

kabul edenler, yalnızca madde ve kuvvete inanırlar. Bu nedenle bütün

manevi varlıkları red ve inkâr ederler. Materyalistler, cemiyetler

üzerinde din kurumunun tesiri olmadığını, ancak ekonominin tesir

ettiğini kabul etmektedirler. Dini reddederler, maneviyat namına hiçbir

şey kabul etmezler. Tamamen maddeci ve menfaatçidirler.

Bunlara göre esas olan, dinin inandığı mukaddes şeyler değil,

ancak faydadır. Her varlığa madde ve kuvvet amil olur. Bu sebeple

madde ve kuvvete inanmaktadırlar. Bunların fikirlerine benzeyen bir

de Ferdiyyun (Monist Materyalistler) vardır. Bunlar da madde ve

kuvveti cevher ve öz olarak almışlar, dini görüşleri buna göre izah

etmişlerdir. Bunlar da maddecidir. Dini inkâr eden ateistlerdir.

5- Hayaliyyun, Fikriyyun (Fikircilik, Idealizm): Bunlar

da maneviyatın harici hakikatleri yarattığını düşünür, maddenin

hakikatini, gerçek varlığı reddederler. Her şeyin "Fikirde" olduğuna

inanmaktadırlar.

6- Tekamülcüler (Evrimcilik, Evolüsyonizm): Bu mezhebi

tutanlar da tecrübeyle sabit olamayacak şeyleri akıl ve hikmetin

dışında görmektedirler. Evrenin bir tekâmül içinde olduğuna inanmaktadırlar.

Maneviyatın tecrübe ile ispat edilemeyeceğini ileri

sürmektedirler.

7- Vücudiyyun (Doğatanrıcılık, Panteizm): Bu mezhebi

kabul edenler, "Vahdeti Vücut"a taraftar olanlardır. Her mevcut,

Allah`ın varlığının bir parçasıdır. Bunların bütünü Cenabı Hak`tır.

Cenabı Hak`kı ayrı bir varlık olarak kabul etmezler. Bütün mevcudat,

O`nun varlığının zerreleridir.

 

Bu mezhebe en yakın bir görüş, tasavvuftur. Tasavvufa göre

Cenabı Hak "Hüsnü Mutlak", yani cemal, güzelliktir. Bu güzelliğin

kâinata tecellisi, bütün mevcudatı meydana getirmiştir. Her mevcutta

Allah`ın varlığının bulunduğuna inanırlar.

8- Maneviyatçılar (Ruhçuluk, Spiritualizm): Bu mezhebe

maneviyatçılar ya da ruhiyyun denilmektedir. Cenabı Hak, öz itibariyle

bu âlemden ayrı ve ruhani bir şahsiyettir, inancındadırlar. Bunlar

Vahdeti Vücutçuların fikrine zıt olarak, ilâhi Vahdaniyete inananlardır.

Büyük dinler, ilâhi Vahdaniyeti kabul etmişlerdir. Bunlar

materyalistlere karşıdır. Maneviyatçılar, Allah`ın birliğine inanırlar, tarihi

materyalistlerin ateist fikirlerini reddederler. Allah`ın varlığına

inandıkları gibi, din kurumlarının toplumda yaşatılmasının zorunlu

olduğunu ileri sürerler. Ülkü sahibi ve ahlakçıdırlar.

Işte dini görüşler alanında, bu gibi felsefi mezhepler mevcuttur.

Din fikri hakkında bunlar, çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Din, Allah

ve peygamberlerin kutsallığını anlama konusunda, bu felsefi görüşleri

de öğrenmek faydalı olmaktadır.

Allah

Peygamberler dinlerin büyük mürşitleri, Cenabı Hak`kın da

elçileridir. Hepsi birer din kurmuşlardır. Bu nedenle peygamberlerin

zuhurunu anlamak için, önce din denilen varlığın ne olduğunu bilmek

lâzımdır. Her din, Allah`ın birliğine, varlığına ve yaratıcılığına inanmıştır.

O halde Allah fikri, insan ruhunda nasıl doğmuştur?

Insanoğlu, zaman ve mekân içinde yaşayan bir mahluk olarak

yaratılmıştır. Onu kâinat âlemi kapsamıştır. O, kâinatta da her an

olan bitenlerin tesiri altında yaşamaktadır. Güneş doğuyor, güneş

 

batıyor, gece oluyor, gündüz onu takip ediyor, yıllar yılı kovalıyor,

bahar oluyor, çiçekler açıyor, kuşlar ötüşüyorlar, mavi gök kararıyor,

bulutlar her tarafı sarıyor, yağmurlar ve kar yağıyor. Derken yaz

geliyor, her tarafı ısıtıyor; çeşit çeşit meyveler ve sebzeler husule

geliyor. Bütün bunlar sonsuz olarak devam ederken insanoğlu ölüyor,

toprak oluyor.

Niçin bu âleme geldi ve neden yok oluyor?.. Nereden geldi,

nereye gidiyor? Kâinatta vukua gelen bu olaylar onun üzerinde tesirler

icra etmektedir. Bunların hepsi de bir mekân içindedir. Insanoğlu

zekâsı ile bunları düşünüyor. Zaman nedir? Mekân nedir? Işte bunu

bilmek imkânsızdır. Bu oluşlar namütenahi olarak devam etmektedirler.

Zaman, mekân, sonsuz olayların devamı... Nihayet ölüm... Işte

insan zekâsının halledemediği metafizik düşünceler, bunlardır. Bütün

bu olayları meydana getiren ve idare eden ulu kuvveti, bu âlemleri

vücuda getiren yüce mimarı düşünüyor, bu kudrete "Allah" diyor.

Kur`anı Kerim`de geçen Allah lafzı, üç harften müteşekkildir.

Baştaki A (Elif), Vahdeti, bir oluşu; L harfi, Cenabı Hak`kın sıfatlarını

bildirmektedir. Ikinci L şiddeti göstermektedir. Sonundaki H harfi

ise Hû olup, Allah demektir. Bütün mevcudat, Hû sedası ile her an

Allah`ı zikretmektedir.

Biz insanlar Allah`ı göremiyoruz, yalnız akıl yolu ile bulup

düşünüyoruz. Fakat düşüncelerimizin hiçbiri, Allah`ı tasvir

edememektedir. Hiçbir dil ile Allah tarif olunamıyor. Görünmeyen,

elle tutulmayan, şekli olmayan bir şeyi havsalamızla idrak etmemize

imkân olmuyor. Ebedi olan bir varlık, zaman ölçüsüyle

ölçülememektedir. Demek ki Allah`ın tasviri, kabil değildir. Onun ne

şekilde olduğunu göremiyoruz. Yalnız akıl yolu ile, varlığını düşünerek

buluyoruz. Allah vardır, birdir. Bütün insanlığın müşterek inanışı, bu

olmuştur. Allah, gökte ve yerde vardır. O, yok eder, öldürür, diriltir

ve yaşatır. Her varlıktan önce vardı, her şeyden sonra da O yine var

 

olacaktır. Görünen, görünmeyen her şeyde O mevcuttur. Doğacağı

ve öleceği O bilir. O, her yerde hazır ve nazırdır. Nerede bulunursanız,

Allah sizinle beraberdir. O, her şeyi görür. O`ndan bir şey gizlemek

mümkün değildir. Gözümüzün ışığı, gönlümüzün şenliği O`ndan

gelmektedir. Yerin ve göğün hâkimi O`dur. Bütün mevcudat O`na

bağlıdır. O Rabbül Âlemîndir, Âlemlerin Tanrısı`dır.

Bütün mevcudatı yaratan O`dur. Her varlık, O`nun bir zerresidir.

O`nun emirleri ile gece kararır, gün ağarır, gönlümüze doğan ve her

türlü bilgimiz, O`ndan gelir. Her şeyi O verir. Bu sebepten dolayıdır

ki insanoğlu, Allah`ın birliğine ve varlığına inanmıştır. Bu, değişmez

bir inanç olmuştur.

Bir insan ki Allah`ı düşünür ve inanır, vicdanında tatlı bir

heyecan, vücudunun derinliğinde tarifi mümkün olmayan bir zevk

duyar, Yaradan`ına karşı ruhunda bir sevgi hasıl olur. Bugün yeryüzünü

dolduran milyarlarca insan, Allah`ın varlığına inanmıştır.

Allahsız olanların sayısı pek azdır. Bunların da çoğu, materyalistlerdir.

Âlimlerin hepsi, Cenabı Hak`kın kudretine inanmışlardır.

Biyoloji, fizik, kimya ve astronomi ile uğraşanlar, tabiî olayların

kanunlarını öğrenince, ilâhi kudretin tecellisine hayran kalmışlardır.

Insan vücudunun işlemesi, şuur, maddelerin atom ve

elektronları, gök âlemindeki sayısız olaylar, en koyu maddecileri bile

imana getirmiştir. Bu şuurlu varlıkları oluşturana "tabiat" deseler bile,

onun ilâhi kudretten başka bir şey olamayacağına inanmışlardır. Kuru

maddecilik ile âlemin esrarının çözülemeyeceğini, onlar da

anlamışlardır. Bu araştırıcılar, kendi nefis ve çevreleri üstünde bir

varlık keşfederek, Yaradan`a inanmak zorunda kalmışlardır.

Önce kendi varlığından başlamak suretiyle, kâinatın bütünlüğünü,

gökteki yıldızları, yerdeki mevcut şeylerin nasıl meydana

168

geldiğini ibret ve dikkatle düşünmek, Allah`ın varlığına iman etmeye

kâfi gelmektedir. Kâinattaki hiç şaşmayan nizam görüldüğü zaman

bunu idare eden ezeli yaratıcının ona hâkim olduğu, kendiliğinden

meydana çıkmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Allah`ın varlığına ve

birliğine inanılmıştır.

Müslümanlar Allah`ın varlığına şu suretle iman etmektedirler:

"Allah vardır, birdir, ortağı ve benzeri yoktur, mekândan münezzehtir.

Yerde, gökte ne varsa hepsini yaratan, bizleri büyüten, görüp gözeten,

acımızı bilen, öcümüzü alan, özümüzü gören, her şeyi yoktan var

eden Allah`tır. O, doğmamıştır ve doğurmamıştır. Kemal sıfatları ile

vasıflanmış, noksan sıfatlardan uzaktır. Her şeye kadir ve her yerde

hazırdır." Müslümanlar Cenabı Hak`ka, bu sıfatları ile inanmaktadırlar.

Müslümanlar Cenabı Hak`ta biri zati sıfatlar, diğeri de sübuti

sıfatlar olmak üzere iki türlü sıfat tanırlar.

Zâti sıfatlar altıdır:

1. Kıdem (Eski ve ezeli, öncesiz olmak.)

2. Beka (Ebedilik, sonrasızlık, sonu olmamak.)

3. Vücut (Varlık, var olmak. Gerçek varlık, yalnız O`na aittir.)

4. Vahdaniyet (Bir olmak.)

5. Muhalefetün lil havadis (Hiçbir şeye benzememek.)

6. Kıyam bi nefsihi (Başka hiçbir şeye muhtaç olmayıp, varlığının

kendine yeterli oluşu.)

Sübuti sıfatlar da sekizdir:

1. Hayat (Cenabı Hak diridir.)

2. Ilim (Cenabı Hak her şeyi bilir.)

169

3. Semi (Cenabı Hak her şeyi işitir.)

4. Basar (Cenabı Hak her şeyi görür.)

5. Kudret (Cenabı Hak`kın gücü her şeye yeter.)

6. Irade (Cenabı Hak diler ve dilediğini yapar.)

7. Kelâm (Cenabı Hak söylemeye muktedirdir.)

8. Tekvin (Cenabı Hak her şeyi yoktan var eder. Bütün mevcudatı

O yaratmıştır.)

Allah`ın varlığı zihinlerde bu suretle yaşadığı gibi, cemiyetin

bünyesinde de Allah fikri yaşamaktadır.

Cenabı Hak`kın varlığı, peygamberler, mukaddes kitaplar

vasıtası ile öğrenilmektedir. Allah varlığını, birliğini ve emirlerini, elçileri

olan peygamberler vasıtası ile insanlara bildirmiştir.

Peygamberler

Insanlar Allah`ın varlığına ve birliğine inanmışlardır. Fakat O`nu

görmeye muktedir olamamışlardır. Ancak Cenabı Hak seçtiği bazı

kullarına, ilâhi kudreti görmek fırsatını ihsan etmiştir. Fakat bu güzide

şahsiyetler, görüp hissettiklerini halka anlatamazlar. Ancak bunlar,

Cenabı Hak`kın emirlerini insanlara tebliğ etmeye memurdurlar.

Bunlar Allah`ın yeryüzündeki elçileridir. Resûlleri, Nebi`leridir. Resûl

"gönderilmiş" manasınadır. Irsal`den gelir. Nebi ise, veli demektir.

Insanlar, Allah`tan sonra peygamberlere inanmışlardır. Allah

fikri, metafizik bir düşüncedir. Fakat insanlar, O`nun varlığını

kendilerine anlatabilecek, öğretecek bir varlığa da sahip olma

ihtiyacını duymuşlardır. Haber vericiler aramışlardır. Içlerinden en

170

güzideleri olan şahsiyetler peygamber olarak, insanlara Allah`tan emir

ve haber getirmişlerdir. Insanlar Cenabı Hak`la beraber peygamberlere

de inanmışlardır. Peygamberler sadık, emin, masum, iyi kalpli

insanlardır. Bunlar insanüstü kuvvetlere de sahiptirler. Insanlık tarihi

ilk çağdan itibaren büyük din adamları yetiştirmiştir. Bunların

mukaddes kitapları da vardır.

Ilk çağlarda Mısır`da Hermes (Toth), Çin`de Konfiçyüs,

Hindistan`da Buda, Iran`da Zerdüşt yetişmiştir. Bunların dini fikirleri

pek kuvvetlidir. Insanlığa ahlak ve saadet yollarını göstermişlerdir.

Hepsi birer din kurmuşlardır. Fikirlerine inananlar, onları peygamber

tanımışlardır. Bu din büyüklerinden başka Cenabı Hak insanlara 124

bin peygamber göndermiştir. Bunların en meşhurları şunlardır:

Âdem, Şit, Idris, Nuh, Hud, Salih, Ibrahim, Ismail, Lût, Yâkup,

Yusuf, Eyyüp, Şuayyip, Musa, Harun, Yûşa, Ilyas, Elyesâ, Davut,

Süleyman, Zülküf, Üzeyir, Lokman, Zülkarneyn, Zekeriya, Yahya,

Isa, Muhammed.

Bu peygamberlerin yirmi sekiz tane olduğu din kitaplarında

kayıtlıdır. Insanlık bunların hepsine inanmıştır. Birçoklarının mukaddes

kitapları da vardır.

Insanlar, peygamberlerine şu suretle inanmışlardır: Cenabı Hak

varlığını tanıtmak ve büyüklüğünü bildirmek, herkesi doğru yola

çevirmek için, kullarının en namuslu, en akıllı, herkesin güvenebildiği,

özü sözü doğru olanlarından bazılarına peygamberlik ihsan

buyurmuştur. Onlara kendi kudretinden, kimsenin yapamayacağı

mucizeler vermiştir. Fazla olarak bir kısmına da kitap göndermiştir.

Peygamberler de Cenabı Hak`kın emirlerini ümmetlerine tebliğ

etmişlerdir. Hakikaten bütün peygamberler, en namuslu ve en zeki

kişiler olup, yüksek ahlak ve bilgileri ile insanları kendilerine

171

bağlamışlardır. Birçokları devlet reisliği yapmış, ahlak getirmiş, hukuk

nizamı kurmuşlardır. Insanlığa büyük hizmetleri dokunmuştur.

Dini inanışlarda, Cenabı Hak`ka ve peygamberlere inanmak

şart koşulmuştur. Peygamberler, Allah`ın sevgilileridir. Cenabı Hak

peygamberlere Cebrail vasıtası ile vahiy suretiyle mukaddes kitaplar

göndermiştir. Peygamberlere mucize ve keramet gösterme hasletleri

de vermiştir.

Peygamberlerin bir nimetleri de, miraca çıkmak olmuştur. Hz.

Muhammed, Mirac`a çıkıp Cenabı Hak`kın nurunu görmek şerefine

nail olmuştur.

Peygamberler normal insanlardan ayrı bir varlık olarak

yaratılmışlardır. Onlar, birçok şeyleri önceden görürler ve bildirirler.

Iç âlemleri pek kuvvetlidir. Bu kudret sayesinde ruhlarını cesetten

çekerek manevi âleme yükseltme hasletine sahiptirler. Bu haslet

onlarda rüya, cezbe halleriyle belirmektedir.

Avrupalılar peygamberlerin medyum olduklarını söylerler. Oysa

onlar medyum değil, cezbeye malik şahsiyetlerdir. Onlar insanüstü,

büyük şahsiyetlerdir. Her biri evliyadır, zekidir, yüksek ahlaka

sahiptirler. Kurdukları dinler, söyledikleri fikirler bütün kuvvetiyle

devam etmektedir. Her biri birer ahlak filozofudur. Insanlık, peygamberlere

bütün varlığı ile inanmış ve onlara saygı göstermiştir.

Peygamberlerin hepsi fakirane yaşamışlar, dünya zevklerini terk

etmişlerdir. Ömürleri, irşad etmekle geçmiştir. Bu yüzden çok cefa

çekmişlerdir. Fakat bu mübarek şahsiyetler, yılmadan insanları doğru

yola, Allah yoluna sevketmeye çalışmışlardır.

Bütün peygamberler âlim ve fazıl kişilerdir. Her insan gibi

doğmuşlar, yaşamışlar ve ölmüşlerdir. Hiçbir peygamber ne Tanrı,

172

ne de Tanrı`nın oğludur. Ancak Allah`ın kuludur. Bir farkları şudur ki,

Allah`ın sevgili kuludur.

Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed`dir. Bütün

müslümanlar onu içten severler. Ona sonsuz saygıları vardır.

Vahiy

Peygamberlere mukaddes kitaplar Vahiy suretiyle nazil

olmuştur. Bilhassa Hz. Muhammed`e Kur`anı Kerim`in ayetleri,

Cebrail vasıtasıyla gelmiştir. O halde vahiy nedir?

Vahiy, gizli konuşmak, ilham, fısıldama, işaret etmek, bildirmek

manalarına gelmektedir. Vahiy, yalnız peygamberlere gelen Tanrı

bildirisidir. Buna "Ilâhi vahiy" adı verilmektedir. Ilâhi vahiy birtakım

bölümlere ayrılmıştır.

1- Rüyayı Sadıka: Hz. Muhammed`de peygamberlik, rüya

ile başlamıştır. O vakit kırk yaşlarında idi. Bu rüyaları altı ay kadar

sürdü. Bu müddet Rebiyülevvel`in on üçü ile, Ramazan`ın on yedisi

arasında idi. Hz. Muhammed`in gördüğü rüyalar aynen çıkardı. Bu

sebeple bunlara, "Sadık Rüya" adı verilmiştir. Tarikatlarda rüyaya

fazlasıyla önem verilmektedir.

2- Ilâhi Ilham: Hz. Muhammed uyanık iken, ruhunda hasıl

olan ilâhi ilhamdır. Hiçbir melek görünmeden, ruhuna Nefha ile, yani

üflemek suretiyle vahiy gelme haletidir.

3- Rüyeti Melek: Hz. Muhammed`e melek görünmesi

suretiyle gelen vahiydir. Ona çok güzel yüzlü bir melek görünür ve

derhal vahiy nazil olurdu. Bu melek kendisine göründüğü zaman

ürperirdi.

173

4- Sedalı Vahiy: Bazı günler Hz. Muhammed, çıngırak sesi

duyardı. Bu sesten sonra vahiy gelirdi. Bu, en ağır olaydı. Çıngırak

sesinden sonra karşısına insan suretinde bir melek gelir, peygambere

vahiyleri söylerdi. O da bunları aynen bellerdi. Böyle zamanlarda

Hz. Muhammed, ter içinde kalırdı.

5- Rüyeti Cebrail: Bu da Cebrail Aleyhisselâm`ın

görünmesiyle gelen vahiydi. Cebrail altı yüz adet kanadını gökyüzüne

açar, fakat kanatları gözükmezdi. O zaman ilahi emri Hz.

Muhammed`e tebliğ ederdi. Hz. Muhammed bu şekilde Cebrail`i bir

defa Hira Dağı`nda, ikinci defa Miraç gecesi görmüştür.

6- Sedayı Ilâhi: Vahiy kelimesinin bir şekli de vasıtasız olarak,

Cenabı Hak`kın hitabını duymak suretiyle olurdu. Hz. Muhammed`e

beş vakit namazın farz kılınması, bu şekilde olmuştur.

7- Cemali Ilâhi: Vahyin diğer bir şekli de, rüyada Cenabı

Hak`kın cemalini görmek suretiyle vahye mazhar olmaktı. Bu vahyi

alırken Peygamber, Cenabı Hak`kın nur gibi mübarek yüzünü

görürdü.

8- Rebül-ü Vahiy: Hazreti Muhammed`in Cenabı Hak ile yüz

yüze gelip konuşarak vahiyleri almasıdır. Hz. Musa da vahiy suretiyle

On Emir`i, melek vasıtası ile değil, Cenabı Hak`kın hitabını duymak

suretiyle almıştır.

Mekke civarında Hira adlı bir dağ vardı. Bunun içinde birtakım

mağaralar bulunmakta idi. Bu dağı Kureyşliler kutlu saymaktaydılar.

Buradaki mağaralara giderler, ibadet ederlerdi. Hz. Muhammed`in

dedesi Abdülmuttalip, bu dağda bulunan bir mağaraya gidip inzivaya

çekilmiştir.

Hz. Muhammed rüyaları görmeye başlayınca, böyle bir

mağaraya çekilerek münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Burada

174

ruhi murakabeye daldığı bir gün, birdenbire mağaranın karanlığı içinde

bir melek göründü. Bu melek Cebrail Aleyhisselâm`dı. Hz.

Muhammed`e hitaben:

– Oku!

diye seslendi. Hz. Muhammed, bu ses karşısında dehşet içinde kaldı.

Üzerine bir ağırlık çöktü ve titredi. Yüzünden terler boşandı.

Kendisine Kur`anı Kerim`in ayetleri vahiy suretiyle gelmeye

başlamıştı. Bu ilk gelen ayet, "Ikra bismi rabbike" (Rabbinin adıyla

oku) ayeti idi. (Ilk defa Besmelei şerif geldiği de söylenmektedir.)

Hz. Muhammed ürkerek:

– Ben okuma bilmem.

diye hitap etti. O zaman Cebrail onu kucakladı. Takatı kesilinceye

kadar sıktı. Ve sonra bıraktı. Tekrar:

– Oku!

diye seslendi. Hz. Muhammed yine:

– Okuma bilmiyorum.

deyince, tekrar onu sıktı. Bu hâl tam üç defa tekerrür etti. Tekrar:

– Oku, yaratan Rabbinin ismi ile oku, O keremi sonsuz,

Kalem`le öğreten Rabbindir. Insana bilmediğini öğretir.

dedi. Bu, Kur`anı Kerim`in ilk inen ayeti idi. Sonra Cebrail:

– Ya Muhammed, Ente Resulullâh!

(Yani, sen Allah`ın peygamberisin) deyip kayboldu. O zaman

610 miladi yılı idi.

Hz. Muhammed heyecan içinde mağaradan çıkarak, evine

geldi. Eşi Hazreti Hatice`ye:

175

– Ben yanıyorum, beni sar ve iyice ört.

dedi. Eşi onu iyice örttü, fakat o yorgan altında titriyordu. O hal

geçince Hz. Muhammed, Hatice`ye:

– Kendimden korkuyorum. dedi.

Hazreti Hatice:

– Korkma! Allah`a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman

mahzun etmez. Çünkü sen akrabalarına bakarsın, acizlerin yardımına

koşarsın, fakirleri korursun, misafirleri ağırlarsın, halka yardım edersin!

Bundan sonra Hz. Hatice, Hz. Muhammed`i alarak amcazadesi

Varaka bin Nevfel`e götürdü. Bu zât hıristiyandı, Ibranice dilini de

bilirdi. Incil ve Tevrat`ı iyice tetkik etmişti. Çok bilgili, büyük bir âlim

idi. Çok okumuş olduğundan, sonraları gözlerini kaybetmişti. Hz.

Hatice, Varaka`ya:

– Amca oğlu, dinle! Kardeşin oğlu ne söyler!

Varaka:

– Anlat bakalım, dedi.

O zaman Hz. Muhammed, Hira Dağı`ndaki mağarada

gördüklerini aynen anlattı. Gelen ayetleri de okudu. Bunun üzerine

Varaka:

– Müjde ya Muhammed! Bu gördüklerin, Cenabı Hak`kın

Hz. Musa`ya gönderdiği vahiylerin aynıdır. Sen Meryem oğlu Isa`nın

haber verdiği ahir zaman peygamberisin. Ah keşke, kavmini dinine

davet ederken ben de sağ olup bulunabilsem ve sana yardım

edebilseydim, dedi.

Bu zat çok geçmeden vefat etti. Daha önce Hz. Muhammed`e

peygamber olduğunu söyleyen birisi de Buhayra adlı bir rahip

olmuştu. Hz. Muhammed`in üzerinde bu iki zâtın tesiri olmuştur.

176

Hz. Muhammed`e vahiy gelmediği zamanlar, ona Israfil

Aleyhisselâm gelir, bazı şeyler öğretirdi. Bu hâl üç yıl sürdü. Bundan

sonra yine vahiyler gelmeye başladı. Artık vahiyler evindeyken

geliyordu. O zaman üzerine bir ağırlık geliyor, gözlerini kapatıyor,

ellerini sıkıyor, çok terliyordu. Yanında bulunanlar onun omuzlarını

bastırıyorlardı. Deve üzerinde vahiy gelirse, bu ağırlığı hisseden deve

derhal yere çökerdi.

Bir gün de kölesi Zeyd`in dizi üstünde uyurken vahiy gelmişti.

Zeyd, bu tazyikten dizlerinin kırılacağını zannetmişti. Hz. Muhammed`e

vahiy geldiği zaman, ayetleri Zeyd Bin Sabit yazardı. Zeyd diyor ki:

– Resûlü Ekrem`e gelen vahiyleri ben yazıyordum. Vahiy nazil

olduğu zaman Cenabı Peygamberi bir sıkıntı kaplar, inci taneleri gibi

terler döker, ondan sonra açılırdı. O zaman ayetleri ben yazardım.

Vahiy geldiği zaman şayet yanlarında Ashabdan bir kimse varsa,

Hz. Muhammed`in yüzüne bakamazdı. Hz. Muhammed`e vahiy

gelirken o ilâhi iradenin altında giriyordu. Ruhen ne hissediyor, neler

görüyordu? Bunu bilmemize imkân yoktur. Gelen vahiylerin hepsi,

Allah kelamı idi.

Hz. Muhammed kırk üç yaşlarında iken bir gün gökten:

– Ya Muhammed! diye bir nida geldi.

Peygamber yukarıya baktığı zaman, Cebrail`i gökte bir kürsü

üzerinde ayakta gördü ve Hz. Hatice`nin yanına yaklaşarak:

– Beni ört! dedi.

Fakat, bu sırada Cebrail yanına gelerek:

– Ya eyyühel müdessir küm! dedi.

Bu zaman kendisine risalet geldi. Hz. Muhammed ayağa

kalkarak dimdik durdu. Bu hali gören Hz. Hatice:

177

– Ya Muhammed! Uyumadan niçin kalktın?

Hazreti Muhammed:

– Ya Hatice, artık uyumak benim için değildir. Cebrail bana

Cenabı Hak`kın emirlerini halka tebliğ etme emrini verdi. Fakat şimdi

bana kim inanır?

Hz. Hatice:

– Ya Resûlullâh, ben sana inanıyorum. Herkesten önce dinini bana telkin et, dedi.

Böylece müslümanlığı ilk kabul eden, eşi oldu. Bu esnada

Cebrail göründü:

– Ya Muhammed, su getir, sana abdest ve namaz usullerini

öğreteyim, dedi.

Su getirip beraberce abdest aldılar. Cebrail imam oldu. Hz.

Muhammed ile Hz. Hatice, arkasına geçerek ikişer rekât namaz

kıldılar.

                                                

Kerim`in ayetleri geldi. Hz. Muhammed`e 40 yaşında nübüvvet, kırk

üç yaşında Risalet gelmiştir. Bundan sonra peygamber olarak insanları

Islam dinine davete başladı.

Enver Behnan Şapolyo,

 

Peygamberler Tarihi`nden.

devamı...

TERAKKININ SIRRI

Doğu`yu baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim;

Hem de oldukça görürdüm, kafa gezdirmezdim!

Bu Arap`mış, bu Acem`miş, bu Tatar`mış, demedim;

Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.

Küçük âdemlerinin ruhunu tetkik ettim,

Büyük âdemlerinin fikrini tahkik ettim,

Istedim sonra, neden böyle Japonlar yüksek?

Nedir ilerleme sebebi? Yakından görmek.

Bu uzun boylu çalışma, bu uzun boylu sefer,

Bir kanaat verecekmiş bana dünyada meğer.

O kanaat de şudur:

Kalkınma sırrınızı siz,

Başka yerlerde aramaya heveslenmeyiniz.

Onu kendinde bulur yükselecek millet;

Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket.

Alınız ilmini Batı`nın, alınız san`atini.

Veriniz hem de çalışmanıza son sür`atini.

Çünkü mümkün değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san`atın, ilmin. Yalnız;

179

Iyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin:

Bütün kalkınma devirlerini yarıp geçmek için,

Kendi ruh ve maneviyatınız olsun kılavuz.

Çünkü boşunadır selâmet ümidi onsuz.

Sonra dikkatlere şâyan olacak bir şey var:

Gelişmelerini bir milletin erbabı nazar,

Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine,

Benzetirler ki, gerçekten, ne büyük söz bilene!

Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı;

Sayısız kökleri, toplam dalı, tekmil budağı;

Milletin geçmişteki bağrına bağlı; oradan

Uzanıp gelmededir... Öyle yaratmış Yaradan.

Bir cemaat ki: nihayet ona gelmez de iyi,

Ağacın topluca yapısı, yahut çiçeği,

Tâ gider sîne-i milletten vurup yere serer;

Milletin kendi olur işte o baltayla heder.

Ilerlemesi gelecekte de pek zordur onun:

Çünkü meydanda kalan kütle yığınlarca odun.

Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene;

Bir de en çok köke baksın, o bakan kimse yine.

Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı,

180

Şayet isterseniz ağacın donanıp üstü, başı,

Benzesin taze çiçeklerle bezenmiş geline;

Geçmesin, dikkat edin, balta çocuklar eline!

Işte dert, işte deva, bende ne var? Anlatma...

Size ait sizi kurtaracak düzgün çalışma.

Dua

Yâ Ilâhi bize yardımını gönder...

– Âmîn!

Doğru yol hangisidir, millete göster...

– Âmîn!

Islâm ruhunu eziyetler sıkıyor, öldürecek,

Zulmü terbiyeyse azametli gayen, gerçek,

Ateşe yansın mı beraber bunca mazlûmîn,

Günahsızız çoğumuz... Yakma Ilâhî!

– Âmîn!

Boğuyor Islâm âlemini bir azgın fitne,

Kıtalar kaynayarak gitti o girdâp içine!

Mahvolan aileler bir sürü mâsumundur,

Kalan avârelerin hali de mâlumundur.

181

Nasıl olmaz ki? Iniltiler sarsıyor Arş`ını senin,

Dinsin artık bu hazin velvele Yâ Rab!

– Âmîn!

Müslüman mülkünü her yerde felaket vurdu...

Bir bu toprak kalıyor, dinimizin son yurdu!

Bu da çiğnendi mi, çiğnenir şeriatı mübin,

Yerle bir etme, Yâ Rab, onu olsun...

– Âmîn!

Vel hamdü lillahi Rabbil Âlemin...

 

Mehmet Akif ERSOY

devamı...

İKİ ŞİİR, ÜÇNOKTA

NİYAZİ-Yİ MISRî HZ. :

İKİŞİİR,ÜÇNOKTA

Uyan gözün aç durma,yalvar güzel Allah`a,Yolundan izin ayırma,yalvar güzel Allah`a.

Her geceyi kâim ol, hergündüzü sâim ol, Hemzikr ile dâim ol, yalvargüzel Allah`a.

Bir gün bu gözün görmez,hem kulağın işitmez, Bufırsat ele geçmez, yalvargüzel Allah`a.

Ömrünü hiçe satma, kendin` ateşe yakma

Her akşam, seher yatma, yalvar güzel Allah`a.

 

Hey nice yatursun, dur, olmabu safadan dûr Kerem deryasıboldur, yalvar güzel Allah`a.

 Her seher vaktinde binlütfu gelir Allah`ın, Ovakit uyanır kalbin,yalvar güzel Allah`a.

 

Allah`ın adın yâd et, can ilegönlü şâd et, Bülbül gibiferyad et, yalvar güzelAllah`a.

Gel imdi Niyazi`yleAllah`a niyaz eyle,Hâcâtı dırâz eyle,yalvar güzel Allah`a.

 *   *   *

 Bahr içinde katreyim,bahr oldu hayran bana,Ferş içinde zerreyim, arşoldu seyran bana.

 

Dost göründü çün âyân,kalmadı bir şey nihan,

Tufan olursa cihan, bir damlatufan bana.

 

Surette nem var benim,siyrettedir madenimKopsa kıyamet bugüngelmez perişan bana.

 

Gönül Kaf`ıAnkasıyım,sırrın aşinasıyım

Endişeler hâsıyım, ad olduinsan bana.

 

Niyazi`nin dilindenYunus`dürür söyleyen,Herkese çün can gerek,Yunus`dürür can bana.

 

İmam Sapmış Olursa

 

Sen imamın fiiline aldanma, yani onu mülhid sanma, isterseimam gerçekten mülhid olsun (yani Hak`tan sapmış, bâtıl bir mezhebeuymuş, haricî veya rafızî olsun).

Hazreti Resûl buyurmuştur: "Bir cenazenin namazında üç safcemaat bulunursa; şayet o cenaze salih bir kimsenin ise, daha on katsalâh (ahlak güzelliği) verilir. Eğer fasık ise, o cemaatin hürmetineCenabı Hak onu affeder." Gene Hazreti Resûl buyurmuştur: "İstersalih olsun, ister fasık olsun, imama uyun. Eğer imam salih bir kimseise, sevabı artar. Eğer fasık ise, o cemaat hürmetine Cenabı Hak, onusalih eyler ve affeder."

 

Şeyhül Ekber`in Bir Sözü

 

Şeyhül Ekber Muhyiddin ibn Arabî Hazretleri, Tecelliyat adlıeserinde şöyle buyurur:

 

– Zünnun-u Mısrî Hz. ile berzah âleminde buluştum. Dedim ki: "YaZünnun, sen Kitabı Risalet`in başında şöyle demiştin: `Hatıra ne türlüdüşünce gelirse Hak onun hilafıdır, yani onun gayrıdır.` Halbuki ya Zünnun,o hatıra gelenler Hak`kın gayrı mıdır? Hak`tan başka bir şey var mıdır?Onların, yani hatıra gelen şeylerin müstakil vücudu var mıdır? Yoktur."Bunun üzerine Zünnun-u Mısrî, "Ben şimdiye kadar bu tevhid meselesinevâkıf değildim, şimdi anladım," dedi.

 

Hak, sende ya da bende değildir. O, hiçbir mekâna sığmaz.

 

Velilerin Hali

 

Arifler bazen telvin (renklenme) makamına inip, her sıfatlasıfatlanırlar. Onlar kâh fakir olur, kâh gezgin olur, kâh derviş olur.

Hasılı onlar, her sıfatı giyerler (boyanırlar).Allahu Teâlâ, kudsihadiste şöyle buyurmuştur: "Benim kubbelerim altında öyle Velilerimvardır ki, onları benden başka kimse bilmez."

Bunların her birisi Veli olarak doğmaz; bu dünyaya gelir, birMürşid`e bağlanır, O Mürşid sayesinde seyri süluk ederek irşadolurlar. Oysa onlar, ezelde de gene Veli idiler. Hatta böyle kimselerarasından, seyri bayram gibi geçenler bile Mürşid`siz olmazlar."